Alberto Manguel – Palmiyelerin Altında Stevenson

Robert Louis Stevenson tam güneş batarken evden çıkıp sahile giden uzun patikada yürümeye başladı. Verandadan bakıldığında iki yüz metre aşağıdaki deniz, ağaçların arkasında gizlenmiş, ormanla kaplı iki vadinin uçlarının arasını dolduruyordu; berrak karanlık çökmeden önce güneşin son ışınlarının tadını çıkarabilmek için en uygun gözlem noktası, sivrisineklere ve kum sineklerine rağmen (dedi kendi kendine, cesurca) mangrov köklerinin arasıydı. Oradaki figürü hemen görmedi, çünkü gölgelerin arasında çömelmiş başka bir gölge gibiydi, ama sonra döndü ve bir an için, Stevenson’ı izliyormuş gibi göründü. Adam Stevenson’mkine benzeyen geniş siperli bir şapka takmıştı ve her ne kadar beyaz tenli olduğu belliyse de, yüz hatları çıkarılamıyordu. “Öyle hızlı batıyor ki, suyun alevleri söndürdüğünü sanırsınız,” dedi Stevenson, sessizliği bozmak için. “Evet, doğru,” diye ayağa kalkmadan yanıtladı adam; Stevenson bu seste, Edinburgh’nm iyi mahallelerinde ne yazık ki ölmekte olan güçlü bir İskoç aksam duydu sevinçle. “Tanıştığımızı sanmıyorum,” dedi Stevenson, elini uzatıp yabancıya doğru yürürken. Apia’nın beyaz nüfusu büyük değildi ve Samoa’mn en ünlü kişisi olan Stevenson herkesle tanıştırılmıştı. “Baker,” dedi adam. “Ben sizin kim olduğunuzu biliyorum tabii. Ne zamandan beri adadan adaya dolaştığımı bir Tanrı bilir, ama adınız Tonga’ya kadar ulaşmış durumda. Bazen kendi davamı güçlendirmek için sizinle kan bağım olduğunu iddia ediyorum.” “Nedir davanız?” “Doğru Yol davası, bütün iyi insanların davası. Resmi görevim, Tanrı’nın unuttuğu bu okyanus köşesinde bir tür misyo­ nerlik işleri sayımı çıkarmak. Böyle şeylere dikkat ederiz.


Edinburgh Misyonerlik Cemiyeti olarak.” Stevenson köklerden birine oturdu ve gökyüzüne baktı. Yıldızlar çıkmıştı, deniz beyazdı. “Ne zaman ayrıldınız Edinburgh’dan?” diye sordu. “Anımsayamayacağım kadar uzun bir zaman önce,” dedi adam. “Şehir benim için çok uzakta şimdi, neredeyse yok gibi.” “Benim içinse tersi geçerli,” dedi Stevenson. “Aradaki uzaklık, oradayken olmadığım kadar orada kılıyor beni. Uykuya dalarken soğuk ve nemli havasını burun deliklerimde hissediyorum, uyandığımdaysa baca dumanlan gözlerime doluyor.” “Ruhu çelik gibi yapmak için iyi bir iklim bence. Burada sıcaklık kasları gevşetiyor, günahın çiçekler gibi çamurdan fışkırmasına yol açıyor.” Yerden bir avuç kum alıp parmaklarının arasından süzülmesini izledi. “Peki Samoa’da ne kadar kalmayı düşünüyorsunuz?” diye sordu Stevenson, meraktan çok adamın sesini yeniden duymak istediğinden. “İşim bitene kadar,” dedi adam. Gecenin ilerleyen saatlerinde Vailima’daki evin büyük salonunda akşam yemeği hazırlanırken Stevenson karışma bu karşılaşmadan söz etti, dünyada başıboş gezen İskoç sayısının gereğinden fazla olduğunu söyledi karısı da.

“Bunun soyu soğukkanlı,” dedi Stevenson neredeyse kendi kendine, sonra da atalarının bu deyimle tam olarak neyi kastettiğini merak etti. Ertesi gün köyde bir şölen olacaktı ve daha güneş doğmadan, arabaların erzak taşıdığı duyulabiliyordu: şarkı söyleyen erkekler, çocuklarına seslenen kadınlar, katledilmek üzere olan domuzların viyaklamaları, odun kesimi, bir hindistancevizi ağacının gökgürültüsüne benzer bir sesle devrilmesi. Verandada durmuş, bitki örtüsünün artan ışığı emmesini izleyen Stevenson, burada, sıcak gökyüzünün altındaki yaşamın yurdum dediği ve hala zaman zaman özlediği yerdeki yaşamdan ne kadar farklı olduğunu düşündü. Bazen dondurucu soğuğa ve kapkara yağmura, Edinburgh’nın insana kasvet veren, bir farenin çürüyen leşine benzer pembe-gri renkteki taşlarına fiziksel bir gereksinimi olduğunu hissediyordu. Burada herşey görkemli ve şehvetli bir şekilde bozunuyordu. Samoa’daki ilk yılını, dalından düşmüş papayalarla -meyvelerin parlak sarı kabukları kararmış, kıvrımları açılıp duyusal, etli içleri ortaya çıkmıştı, tükürük gibi kokuyordu- kaplı bahçeyi anımsadı; o ve Fanny tek bir söz etmeden dönüp çıkmışlardı, sanki istemeden özel ve açık saçık bir görüntüyle karşılaşmış gibi. Perpignan yakınlarında bir genelevde bir kadın vardı bir zamanlar, Stevenson içeri girdiğinde kapının yanındaki tahta sırada oturuyordu, bacakları sonuna kadar açıktı, görüntüsü Stevenson’ı hem itmiş, hem de büyülemişti, bildiği tüm çıplaklardan daha derin bir çıplaklıktı onunkisi. Samoa’da, kadınların misyonerleri o kadar tedirgin etmiş olan çıplaklığı asla çirkinleşmezdi. Akşamları, köylüler yıkanmak için deniz kenarına indiğinde, çocuklarla dalgalara atlayıp dururken, kadınların sık siyah saçları suda anemonlar gibi açılır, kulaklarına taktıkları amber çiçekleriyse alevli adacıklar gibi etraflarında süzülürdü. Stevenson iskeleden onları ve volkanik taşlar kadar parlak ve sert ciltlerini izlemeye bayılırdı. Çocukluğunun korunaklı dünyasında saklı tutulan, fısıldanan, üstü kapatılan herşey burada, Samoa’da -meydan okurcasına, gizli saklı olmaksızın- açıktaydı; başlarda bu durum tüm duyularına fazla gelmiş, onu boğmuştu, tıpkı Fanny’yi sinirlendirdiği, kızdırdığı ve sabrını zorladığı gibi. Ama kalmışlardı, geçen yıllar içinde de bütün bunların bağırtılı hali onları cezbetmişti, çekincesizliğe alışmışlardı. Ve her ne kadar Vailima’daki evlerinde İskoç bir beyefendiyle Amerikalı karısına ve onların ailesine (artık büyümüş iki üvey çocuğu ve yaşlı annesi) uygun düşecek kurallara bağlı olarak yaşıyorlardıysa da, dışarıdaki renklerin ve seslerin cümbüşü, dünyanın ağır kokulu bir çiçek gibi sürekli olarak açılmasını izlemek onlara mutluluk veriyordu. Kahvaltıdan sonra Fanny geniş salonda oturmuş hesapları kontrol ederken Stevenson Londra gazetelerini okumaya çalışıyordu: gece her zamanki gibi rahatsızlanmıştı, şimdi de kafası hiç iş yapmak istemiyormuş gibiydi. Ona tanıdık gelen ama tam da çıkaramadığı adları, silik birer anı gibi okuyordu; bir zamanlar o kadar iyi bildiği bu yerin böylesine beklenmedik bir coğrafya tarafından bu kadar mutlak bir şekilde işgal edilmesinin ne garip olduğunu, birinin anımsanan duyumlarıyla diğerinin insanın üstüne üstüne gelen duyumlarının nasıl karıştığını düşündü bu günlerde sık sık yaptığı gibi.

Uzaklardaki Britanya adasının dedikodularını ve olaylarını, dikkatli bir antropologun göstereceği ilgiyle okudu, “Samoa vahşileri arasına düşen bizim RLS”i gözlerinde canlandıran arkadaşlarının da aynı şeyi yaptığını hayal etmek onu eğlendirdi. On bir dolaylarında evin kahyası Sosimo gelip arabanın hazır olduğunu haber verdi. Bütün aile arabaya bindi -Stevenson, Fanny, Fanny’nin çocukları, Belle Strong’la Lloyd Osborne ve yaşlı Bayan Thomas Stevenson- ve Sosimo kırbacını şaklatarak katırları tırısa kaldırdı. Bütün köy, palmiye dalları ve çiçeklerle süslenmişti. Yeni serilmiş tapa yaygılarının ön tarafında üçer tane taç çiçeği çelengi takmış davulcular, yetkinlikle değilse de iyi niyetle prova yapıyordu, kıkırdayıp duran birkaç genç kız da ritme uygun olarak dans ediyordu. Yaşlılardan iki ya da üç kişi, Stevenson klanını karşılamaya geldi ve bayanların arabadan inmesine yardım etti. Siyah şemsiyesini sıkı sıkı tutan Bayan Thomas Stevenson, şaşırtıcı bir çeviklikle yere atladı ve derhal sular seller gibi dedikoduya başlayan bir grup yaşlı kadın tarafından götürüldü. Lloyd Osbourne, Sosimo’nun arabadan indirmekte olduğu hasırları taşımaya yardım etmeyi önerdi, geniş kenarlıklı şapkasının koruması altındaki Stevenson’la küçük beyaz şemsiyelerinin gölgesindeki Fanny ve Belle ise kazılmış fırınların yakınındaki çembere yönlendirildiler. Etlerin ve başka yiyeceklerin, kızgın taşların üstüne sarkıtılışım ve dev duman bulutlarının oluşmasını izlediler bir süre. Ardından fırınların üstü, yeşil palmiye yapraklarıyla örtüldü ve şef onları oturmaya davet etti. Fanny ve Belle için sandalye getirildi, ama Stevenson diğer erkeklerle birlikte yere bağdaş kurarak oturdu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir