Alberto Manguel – Okumanın Tarihi

Bir eli yanma düşmüş, diğeri şakağında duran genç Aristoteles ayaklarını rahatça çaprazlamış, minderli bir iskemlede otururken, kucağında açılmış parşömen tomarını isteksizce okuyor. Kemerli burnu üstündeki kelebek gözlüklerini tutan sarıklı ve sakallı bir Vergilius, şairin ölümünden on beş yüzyıl sonra yapılmış bir portresinde bölüm başları kırmızı harflerle belirtilmiş bir cildin yapraklarını çevirmekte. Sağ eli kibarca çenesini tutan Aziz Domingo, geniş bir basamakta dinlenirken dünyadan kopmuş, dizlerinde öylece duran kitaba dalıp gitmiş. İki sevgili olan Paolo ve Francesca, bir ağacın altında diz dize oturmuşlar, onları yazgılarına taşıyacak olan dizeyi okuyorlar: Paolo’nun eli Aziz Domingo gibi çenesinde; Francesca ise kitabı açık tutmakta; parmakları hiç varılamayacak bir sayfayı gösteriyor. Onikinci yüzyıldan iki Müslüman öğrenci, tıp okulu yolunda durmuş, taşıdıkları kitaplardan birine bakıyorlar. Kucağında açık duran kitabın sağ sayfasına işaret eden Çocuk İsa, tapmaktaki büyüklere okuduklarını açıklarken, onlar şaşkın ve pek inanmamış biçimde kitaplarının içinden karşıt fikirlerine nafile destek aramaktalar. Yaşadığı günde olduğu kadar güzel görünen Milanolu soylu hanımefendi Valentina Balbiani, incelmiş bedeninin heykelini taşıyan lahdin kapağında ve meraklı süs köpeğinin bakışları altında mermerden kitabının sayfalarmı çeviriyor. Kalabalık kentten uzakta, kumların ve suya hasret kalmış kayaların arasında duran Aziz Hieronymus, onu kente götürecek treni bek­ leyen yaşlı bir banliyö sakini gibi küçük boy bir elyazmasını okurken, köşede yatmış onu dinleyen bir aslan var. Büyük hümanist bilgin Desiderius Erasmus, önündeki kürsüde açılmış kitapta yer alan fıkrayı dostu Gilbert Cousin ile paylaşıyor. Zakkum goncaları arasında diz çökmüş Hintli ozan, bir yandan sakalını sıvazlarken, özenle ciltlenmiş kitabı sol eliyle kavraSoldan sağa: Muhammed Ali imzalı Babürlü bir ozan, Kore’deki Haeinsa Tapınağı Kütüphanesi, Izaak Walton (anonim), Emmanuel Benner’in Mecdelli Meryem’i, Dickens bir dinletide, Paris köprülerinde bir genç adam. mış, yüksek sesle okumuş olduğu satırların tadına varmak için ara vermiş. Bir sıra kabaca yontulmuş rafın yanında duran Koreli keşiş, yedi yüzyıllık Tripitaka Koreana’nm seksen bin tahta tabletinden birini çekip alıyor ve önünde tutarak, sessiz bir dikkatle okuyor. Deneme yazarı ve balıkçı Izaak Walton’i Winchester Katedrali’nin yanından akan Itchen nehrinin kıyısında otur­ muş, küçük kitabını okurken resmeden adı sanı bilinmez bir vitray sanatçısının verdiği öğüt: “Sessiz Kalmak İçin Okuyun”. Pek pişman gibi durmayan, saçları yapılmış, çırılçıplak bir Mecdelli Meryem, kırdaki bir kayanın üstüne atılmış örtüye uzanmış; kocaman, resimli bir ciltten okumakta. Tiyatro yeteneğinden yararlanan Charles Dickens, ona tapan okurlarına içinSoldan sağa: Oğluna okumayı öğreten bir anne (Gerard ter Borch), Jorge Luis Borges (Eduardo Comesana), Hans Tornadan bir orman manzarası.


den bölümler okuyacağı romanlarından birinin kopyasını elinde tutuyor. Seine nehrine bakan korkuluğa dayanmış genç bir adam önünde açık duran bir kitabın içinde yitip gitmiş (ne ola ki?). Sabırsız ya da yalnızca canı sıkılmış bir anne, sağ eli ile sayfadaki sözcükleri izlemeye çalışan kızıl saçlı oğluna kitabı tutuyor. Kör Jorge Luis Borges göremediği birinin okuduğu kitabı daha iyi duymak istercesine gözlerini sıkı sıkı kapamış. Alacalı bir ormanda, yosun tutmuş bir kütüğe oturmuş çocuk iki eli ile ufak bir kitabı kavramış, yumuşacık bir sessizlikte okuyor. Zaman ve yerin dizginleri onun elinde. Bunların hepsi birer okur ve hareketleri, becerileri ve okumaktan aldıkları keyif, okur olmaktan aldıkları güç ve sorumluluk benimki ile aynı. Yalnız değilim. Okuyabildiğimi dört yaşımda iken fark ettim. Defalarca, bildiğim harflerin (biliyordum çünkü söylenmişti) altlarında yer al­ dıkları resimlerin adları olduklarını görmüştüm. Kalın kara çizgilerle resmedilmiş olan, kırmızı şortlu ve yeşil gömlekli oğlan çocuğunun (kitaptan kesilip çıkarılmış bütün resimlerin, kedilerin, köpeklerin, uzun boylu ince annelerin büründüğü o aynı kırmızı ve yeşil kumaş gibi) alttaki kapkara, ciddi şekillerle aynı şey olduğunu nasılsa anlamıştım. Sanki çocuğun gövdesi üç tane ayırt edilebilir parçaya ayrılmıştı: Bir kol ile gövde, b; kopuk baş kusursuz bir yuvarlak, o; aşağı sarkan, cansız bacaklar, y. Yuvarlak yüze gözler ve bir gülüş çizdim. Gövdenin boş çemberlerini kalemle doldurdum. Ama dahası da vardı: Bu şekiller, yukarıdaki çocuğu anlatmaktan da öte, bana kollarını ve bacaklarını açmış bu çocuğun, tam olarak ne yaptığını da söyleyebiliyorlardı.

Çocuk koşuyor diyordu şekiller. Benim sanmış olabileceğim gibi zıplamıyordu. Ya da donup kalmış numarası yapmıyordu. Benim kurallarını bilmediğim bir oyun da oynamıyordu. Çocuk koşuyordu. Bu anlamalar sanki sıradan bir büyü gibiydi ve bu büyüyü bir başkası benim için yaptığından yavaş yavaş ilginçliklerini yitiriyorlardı. Bir başka okur -büyük bir olasılıkla dadım – bana şekilleri açıklamıştı. Artık sayfalar bu coşku dolu çocuğun resmine açıldı mı, onun altındaki şekillerin ne anlama geldiğini biliyordum. Bu keyifliydi ama kısa sürede heyecanını yitirmişti. Sürpriz kalmamıştı. Sonra bir gün, nereye gittiğimizin çoktan belleğimden silindiği bir gezide, arabanın yan camından yol kenarında duran bir reklam panosu gördüm. Bu görüntü uzun sürmüş olamazdı; olsa olsa araba kısa bir süre için durmuş olabilirdi, ya da benim görebilmeme yetecek kadar bir süre yavaşlamış olabilirdi. Kitabımdakilere benzer, ama daha önce hiç görmediğim ve tepemden sarkar gibi duran kocaman şekiller vardı. Ve birden, ansızın onların ne olduğunu kavradım; onları beynimde duymuştum ve onlar beyaz boşluklar ve siyah çizgilerden elle tutulur, sesli ve anlamlı gerçeklere dönüşmüşlerdi. Bu işi tek başıma yapmıştım.

Büyüyü benim adıma yapan olmamıştı. Ben ve o şekiller baş başaydık; kendimizi saygı dolu ve sessiz bir diyalog aracılığı ile ortaya koyuyorduk. Ben düz çizgileri, yaşayan gerçeklere çevirebildiğime göre güçlüydüm. Okuyabiliyordum. Geçmişte kalan o reklam panosunda yazanları artık hatırlamasam da, (her ne kadar bulanık da olsa içinde birkaç kere ‘A’ harfinin geçtiği bir sözcüğü anımsıyor gibiyim) daha önce salt bakabildiğim bir şeyleri anlıyor olabilmenin etkisi bugün bile o gün olduğu kadar canlı. Okuyabilmek tamamen yeni bir duyu edinmek gibiydi. Artık kimi şeyler yalnızca gözlerimin görebildiği, kulaklarımın duyabildiği, dilimin tadabildiği, burnumun koklayabildiği, parmaklarımın hissedebildiğiyle sınırlı değildi. Bedenimin, anlamını çözebildiği, çevirebildiği, seslendirebildiği, okuyabildiği şeylerdi. Farkına varmaksızın aralarına katıldığım ailenin bireyleri olan kitap okurları (nedense doğumdan ölüme başımıza her geleni tamamı ile bize özgü, ürkütücü biçimde tekil sanırız) hepimizin ortaklaşa paylaştığı eyleme bir boyut ekliyor, onu yoğunlaştırıyorlar. Bir sayfanın üzerinde yazılı harfleri okumak onun girdiği kılıklardan yalnızca bir tanesi. Artık var olmayan yıldızların haritasını “okuyan” bir gökbilimci; bir evin yapılacağı yeri kötü ruhlara karşı korumak için “okuyan” Japon mimar; ormanda hayvanların izlerini “okuyan” zoolog; kazanacak kâğıdı oynamadan önce ortağının hareketlerini “okuyan” kâğıt oyuncusu; koreografın notlarını “okuyan” dansçı ve dansçının sahnedeki hareketlerini “okuyan” izleyici; örülmekte olan bir halının karmaşık desenini “okuyan” dokumacı; sayfanın üstünde birleştirilmiş birden çok nota dizinini “okuyan” org sanatçısı; bebeğin yüzünde neşe, şaşkınlık ya da korkunun belirtilerini “okuyan” ana baba; bir kaplumbağa kabuğundaki eski izleri “okuyan” Çinli falcı; gecenin içinde ve çarşafların alBir Chia-ku-wen, yani kaplumbağa kabuğunda “kemik ve kabuk metin”, yak. M .Ö . 1300-1100. tında, sevgilinin bedenini görmeden “okuyan” âşık; hastalarına kendi akıl almaz rüyalarını “okumaya” yardım eden psikolog; elini suya daldırıp da okyanusun akıntılarını “okuyan” Hawaiili balıkçı; gökyüzünden hava durumunu “okuyan” çiftçi: Hepsi işaretleri çözebilme ve anlaşılır kılma eylemini kitap okuru ile paylaşıyorlar.

Bu okumaların kimileri okunan şeyin özellikle bu amaç için yapılmış olmasının bilgisi ile renkleniyor: başka insanlar tarafından -örneğin, notalar ya da yol levhaları gibi- ya da -kaplumbağa kabuğu ve gece vakti gökyüzü gibi- tanrılar tarafından. Ötekilerse yalnızca rastlantı. Yine de her defasında anlamı kavrayan okurdur. Bir nesne, bir olay ya da bir yerde olası bir okunabilirlik olgusunu fark eden okurdur. Bir işaretler sisteminde anlamın varlığını fark edip, onu çözebilen okur olmaktadır. Bizler ne olduğumuzu ve nerede olduğumuzu görebilmek için sürekli kendimizi ve çevremizi okuyoruz. Anlamak ya da anlamaya başlamak için okuyoruz. Okumadan yapamıyoruz. Okumak, neredeyse nefes almak kadar temel bir işlevimiz. Yazmayı daha ileri bir döneme, yedi yaşıma kadar öğrenmedim. Belki yazmadan yaşayabilirim. Okumadan yaşayabileceğimi sanmıyorum. Farkına vardım ki, okumak yazmadan önde geliyor. Toplumlar yazı olmadan da var olabilirler1 ve olanları da vardır ama, hiçbir toplum okumadan var olamaz. Etnolog Philippe Descola’ya2 göre yazıları olmayan toplumlar doğrusal bir zaman anlayışına, yazıları olan toplumlar ise kümülatif bir zaman anlayışına sahiplerdir.

Her iki tür toplum da dünyanın sunduğu çok sayıda işareti “okuyarak”, farklı ama eşit derecede karmaşık zamanlar içinde hareket eder. Geçmişlerinin kayıtlarını tutan toplumlarda bile okuma yazıdan önde gelir; yazar olmaya soyunan kişi işaretleri kâğıda geçirmeden önce, onların toplumsal sistemini tanımış ve çözmüş olmalıdır. Müslüman, Yahudi ya da benim ait olduğum gibi Hıristiyan topluluklar, eski Mayalar, büyük Budist kültürler gibi okuryazar toplumlar için okumak, toplumsal sözleşmenin ilk adımı sayılır; okumayı sökmek benim geçiş törenimdi. Bir kez harfleri çözünce, her şeyi okur oldum: Kitapları, ama aynı zamanda ilanları, tabelaları, tramvay biletlerinin ar­ kasındaki küçücük yazıları, çöpe atılmış mektupları, rüzgârın parkta oturduğum bankın bacaklarına doladığı eski gazeteleri, duvar yazılarını, otobüste başka okurların ellerinde tuttukları dergilerin arka kapaklarını. Cervantes’in okuma sevgisi ile “sokakta bulduğu kırpık kâğıtları bile okuduğunu” 3 öğrendiğimde, onu bu leş kargalığına neyin yönelttiğini çok iyi biliyordum. Okuryazar toplumlarm temel ilkelerinden biri de gerek parşömen üstünde, gerek kâğıt üstünde, gerek ekranda yer alan kitaba tapınmadır. İslam bu görüşü daha da ileri taşır: Kuran Tanrının yalnızca bir yaratısı değildir, merhameti ya da her yerde varoluşu gibi, onun sıfatlarından biridir de.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir