Aleksey Tolstoy – Azap Yolları 2 – Yil 1918

Her şey bitmişti. Petersburg’un çıt çıkmayan ıssız sokaklarında buz gibi bir rüzgâr kâğıt parçalarını koşturuyordu. Askeri komutanlık tebliğlerinin kalıntıları, tiyatro afişleri, Rus halkını “bilinçli ve yurtseverce” davranmaya davet eden çağrılar; kolaları kurumuş bu renkli renkli kâğıtlar kar birikintilerinin arasına karışıyor, iç karartıcı bir gürültüyle sürükleniyordu. Bütün bunlar başkentin sarhoş yaşantısında, gösterişli halinden, kargaşalığından arta kalanlardı. İşsiz güçsüz kalabalıklar meydanlardan, ana yollardan kaybolmuşlardı. “Avrora” [*] kruvazörünün obüsleriyle çatısı delik deşik edilen Kış Sarayı boşaltılmıştı. Geçici hükümetin bakanları, sözü geçen bankerler, ünlü generaller, bilinmeyen yerlere kaçmışlardı… Arabacıların, atların parlak giysi ve takımlarından, şık hanımlardan, subaylardan, memurlardan, tutarsız fikirli kişilerden, kirli ve iğrenç sokaklarda kimseler görünmüyordu artık. Geceleri mağaza kapılarına inen çekiçlerin sesleri gittikçe artıyordu. Dükkânların vitrinlerinde tek tük peynir kalıpları, bayat küçük pastalar görünüyordu henüz: Bu ufak şeyler elden kaçan hayata duyulan özlemi bir kat daha arttırıyordu. Korkarak sokaklardan geçenler, devriyelere yan yan bakıp duvarların dibinden yürüyorlardı. Devriyeler, şapkalarında kırmızı yıldızlar bulunan, tüfekleri omuzlarına çaprazlama asılmış, kararlı insanlardan kurulu gruplardı genellikle. Kuzey rüzgârı buz gibi soğuk nefesini, evlerin karanlık pencerelerine üflüyor, bomboş antrelerde kayboluyor, ortadan çekilmiş lüks hayatın hayaletlerini kovalıyordu. Uğursuz, anlaşılmaz, şaşılası bir durum. Her şey bitmişti. Her şey yürürlükten kaldırılmıştı.


Hasır şapkası eski bir adam, elinde kola kovası ile fırçası, rüzgârın karları kovaladığı sokaktan koşarak geçiyordu. Binaların yüzyıllık sütunlarına beyaz birer yama gibi, durmadan yeni kararnamelerin afişlerini yapıştırıyordu. Rütbeler, nişanlar, subay rütbeleri, maaşlar, Tanrı, mülkiyet, keyfince yaşama hakkına kadar her şey yürürlükten kaldırılmıştı. Her şey! Afiş yapıştıran adam, fötr çizmeler giyen, kürk mantolarına bürünen kimselerin oturduğu buz gibi evlerin pencerelerine, yırtıcı gözlerle bakıyordu. Parmaklarını kütürdeterek: — Bu ne hal? Daha ne gelecek başımıza? Rusya mahvoldu, her şeyin sonu geldi… Ölüm! diye tekrarlayıp duruyorlardı. Pencerelerine sokuluyor ve şunları görüyorlardı: Karşıda, biraz yanda Beyefendinin konağı önünde, eskiden belediye çavuşlarının binanın gri cephesine doğru yiyecek gibi bakarak kaskatı durdukları yerde, uzun bir yük arabası duruyordu. Konağın ardına kadar açık kapısından silahlı adamlar mobilyaları, halıları, tabloları çıkarıyorlardı. Küçük kırmızı bir bayrak merdiven saçağında sallanıyordu. Beyefendi, ince pardesüsü, Skobelef biçimindeki favorileriyle, ak saçlı başı sallanarak merdivende tepinip duruyordu. Evinden atılıyordu! Hem de böylesi soğuk bir havada! Nereye gitsindi? Nereye gönlün çekerse oraya… Söylemek gerekir ki, söz konusu beyefendi Devlet mekanizmasının çok kutsal çarklarından biriydi! Gece olmuş, ortalık kararmıştı: Ne sokak lambaları yanıyor, ne de pencerelerden ışık sızıyor. Kömür yok. Ama Smolni Enstitüsünde elektriklerin şıkır şıkır yakıldığı, fabrika mahallelerinin aydınlatıldığı söyleniyordu. Kar fırtınası, yaralanmış, çok ıstırap çekmiş şehrin üzerinde tozu dumana katıyor; delik çatılarda ıslık çalıyor: “Felâketimize doğru ko-ko-ş-şu-yoruz…” Karanlıkların içinden silah sesleri geliyor. Ateş eden kim? Neden ateş ediyorlar? Kime ateş ediyorlar? Belki de ilerde, kar yüklü bulutları kızılımsı renge boyayan yangının bulunduğu yerdedir ateş edenler? Ateşe verilen şarap mahzenleri… Kavgalarda, devrilen fıçıların arasında insanlar alkolde boğuluyor… Cehennemin dibine kadar yolları var!. Diri diri yansınlar isterse! Ey Ruslar, Rus vatandaşları! Rus halkı, birbirini izleyen kafileler halinde, cephelerden kaçan milyonlarcası, evlerine, köylerine, steplere, bataklıklara, ormanlara dönmek için, dalga dalga akıyor… Toprağa doğru, kadınlara doğru… Camları kırık vagonlarda, öylesine kenetlenmiş bir durumda yolculuk yapıyorlar ki, aralarından biri ölecek olsa, cesedi kapıdan dışarı atmak bile imkânsız.

Askerler arabaların üstlerinde, tamponlarında yolculuk yapıyorlar. Donanları, tekerlekler altında ezilenleri… Köprülerin altından geçerken başlarını taş kemerlere vurup ölenleri… Ekmek torbalarında, çıkınlarının içinde ellerine ne geçtiyse hepsini götürüyorlar. Evde işlerine yarayacak ne varsa: Makineli tüfek, top namlu mekanizması, ölünün birinden aşırılmış pılı pırtı, el bombaları, tüfekler, gramofon ve bir vagon kuşetinden koparılmış deri parçası. Para götürmüyordu kimse: Geçmiyordu, hatta bir sigara bile sarmaya yaramıyordu. Trenler Rusya ovalarından yavaş yavaş, sürüne sürüne geçiyorlardı. Bazen gücü tükenen trenler, kapıları sökülmüş, pencereleri kırılmış istasyonlarda duruyorlardı. Kafileler her istasyona ağız dolusu küfürler savuruyorlardı. Gri kaputlular, tüfeklerinin mekanizmalarını şakırdatarak vagonların çatısından atlıyor, dünya burjuvazisinin uşağı dedikleri ve hemen bulunduğu yerde tepelenmesi gereken istasyon şefini bulmak için koşuyorlardı. — Bir lokomotif var dedik sana!. Yaşamaktan bıktın galiba salak? Kafileyi gönder, anladın mı!. — Makinist ile ateşçisi stebe kaçmış olan lokomotifin yanına nefes nefese koşuyorlardı. — Çabuk kömür bulun, odun getirin! Ha gayret aslanlar, parmaklıkları kırın, kapıları sökün, pencereleri çökertin! Üç yıl önce kiminle ne için savaşılması gerektiğini bilmiyorlardı. Sanki gök yarılmış toprak sallanıyordu: Seferberlik var, savaş var deniyordu! Halk korkunç şeylerin saatinin gelip çattığını anlamıştı. Eski hayata paydos! Elde bir tüfek vardı artık. Her ne pahasına olursa olsun, geriye dönülmeyecekti.

Hınç, yüzyıllar boyunca birikmişti. Üç yıl boyunca halk savaşın ne olduğunu öğrenmişti. Önünde bir makineli, ardında bir makineli. Canlı kaldığın sürece, gırtlağına kadar pislik içinde yatmış, bit pireye yem olmuşsun. Kal orada, kalabilirsen. Sonra kalpler titremiş, beyinler bulanmış. Ardından Devrim gelip çatmış… Halkın kafasına dank demiş: Eee, biz ne olacağız? Gene aldatırlarsa bizi? Kışkırtıcıları dinliyorlardı. Böylece, eskiden budalalık edildiğine göre, bugün akıllıca davranmak gerek… Savaştan bıkmışlar. Dönelim evlerimize, adaleti yerine getirelim! Süngülerimizi şimdi hangi işkembeye batıracağımızı biliyoruz. Artık ne Çar var, ne de Tanrı. Bizden başka kimse yok. Yalnız biz varız. Toprakları bölüştürmek için yuvamıza dönüyoruz. Cepheden gelen kafilelerin, arkalarında soyup soğana çevrilmiş istasyonlar, parçalanmış vagonlar, talan ettikleri şehirler bırakarak Rusya ovalarından geçip gittiler. Köylerde, nahiyelerde gıcırtılar, takırtılar duyuldu; tüfeklerinin namlularını eğelerle törpüleyip biçtiler.

Rus halkı, toprağın üzerine yerinden kalkmamacasına yerleşiyordu. Tıpkı izbelerin çıralarla aydınlanıp, köylü kadınlarının atadan kalma el tezgâhlarında kumaş dokudukları eski devirlerdeki gibi. Sanki zaman, yüzyılları aşarcasına geri gitmişti. Ekim Devrimi denilen, ikinci devrimin başladığı kış mevsimiydi… O devirde, açlıktan kırılan, civar köylerin talan ettiği; kuzey rüzgârının delip geçtiği, düşman cephesi ile kuşatılmış komplolarla sarsılan; ne ekmeği, ne kömürü olan, fabrikalarının bacaları sönmüş Petersburg şehri, kafatasının içinden çıkarılmış bir beyin gibi Çarskoye Selo radyo istasyonunun yayınladığı dalgalar aracılığıyla, korkunç fikir kıvılcımları yayıyordu. III. Aleksandr heykelinin kaidesinin üzerine çıkmış, Fin tarzı kalpaklı zayıf bir delikanlı boğazını yırtarcasına bağırıyordu: — Asker kaçağı arkadaşlarım, emperyalist haşerelerine sırt çevirdiniz… Bizler, Petrograd işçileri, şunu söylüyoruz size; çok iyi yaptınız, arkadaşlar… Artık kanlı burjuvanın ücretli askerleri olmak istemiyoruz… Kahrolsun emperyalist savaş! — Kahrolsun… s-u-u-n… s-us-u-u-n… Konuşmayı dinleyen sakallı erler kalabalığının üzerinden bir hoşnutsuzluk uğultusu yayıldı yavaştan… Hepsi de yorgun, ağır, omuzlarında silahları, sırtlarında dolu torbaları ile çıkınları, anıtın önünde duruyorlardı. Kar yavaş yavaş Çarın koyu renkli iri heykelinin üzerini ve atın kısa ve tıknaz boynu altındaki, düğmeleri çözük pardesülü konuşmacıyı örtüyordu. — Ama silahlarımızı bırakmayacağız!. Arkadaşlar! Devrim tehlikededir… Dünyanın dört bir köşesinde, düşman üzerimize yürümek için dikiliyor… Yırtıcı pençelerinin içinde altın külçeleriyle kökümüzü kazıyacak korkunç silahlarını tutuyor… Birbirimizi kana buladığımızı görerek etekleri zil çalıyor… Ama bocalamayacağız… Silahımız, dünya ölçüsündeki sosyal devrimimizin ateşli imanıdır… Gelecek, uzakta değil artık… Rüzgâr cümlesinin sonunu aldı götürdü. Geniş omuzlu, kalkık yakalı bir adam heykelin yanında duruyordu. Dalgındı. Heykelden, konuşmacıdan, çıkınlarını sırtlamış erlerden habersiz görünüyordu. Birden bir cümle ilgisini çekti; hatta bu cümle bronz atın başının altında haykırılan iman sayıklaması bir cümle de değildi. — Anlamanız gerek… Altı ay sonra, dünyadaki kötülüklerin en büyüğünü yeryüzünden kaldırmış olacağız… Lanet parayı… Açlığa, sefalete, aşağılanmalara paydos… Ne gerekliyse gir halk mağazalarına, al… Altını ne yapacağız arkadaşlar, biliyor musunuz? Halk helaları… Tam o sırada kar yüklü rüzgâr konuşmacının boğazına girdi. Konuşmacı iki büklüm oldu, ardı arkası kesilmeyen bir öksürük nöbetiyle sarsılmaya başladı.

Erler bir süre beklediler, başlarıyla tasdik ettiler konuşmacının sözlerini ve kimileri ırmağın ötesindeki şehrin öteki ucuna, kimileri istasyona doğru yürüdüler. Konuşmacı heykelin kaidesinden indi; tırnakları, buz tutmuş granitte kayıyordu. Kalkık yakalı adam, alçak sesle konuşmacıya: — Merhaba Rublef, dedi. Vasili Rublef öksürmesine devam ederek pardesüsünü ilikliyordu. Bakışlarında bir hainlik parıltısıyla elini uzatmadan İvan İliç Telegin’e bakıyordu. — Ne var? Ne istiyorsun? — Seni tekrar gördüğüme memnun oldum… Rublef, yağan karın çevresini daha bir belirttiği yakındaki gara bakarak: — Ne herifler yahu! dedi. Odun kafalı hepsi de! İstasyonun önünde, yere koydukları eşyalarının yanında, cephede bitlerin yediği sakallı erler gruplar halinde duruyorlardı. — Doğru yola sokmak mümkün mü onları?. Hamamböcekleri gibi cepheden kaçıyorlar. Ne abullabut heriflermiş ya!. Hayır, bu böyle yürümez, zorbalığa başvuracaksın… Uyuşmuş parmaklarını kar yüklü rüzgâra tuttu… Sanki bir şeyin içine sokmak istercesine yumruğunu havaya kaldırdı, sonra yumruğu yanına düştü. Bir ürperme bütün vücudunu titretiyordu… Telegin yakasını indirdi, Rublef’in korkulu yüzüne doğru eğildi. — Beni iyi tanırsınız Rublef, dedi. Allah aşkına durumu açıklayın bana… Böyle hareket etmekle, ipi kendi boynumuza kendimiz geçiriyoruz… Almanlar isteseler sekiz gün sonra Petrograd’da olurlar… Anlıyorsunuz değil mi? Hiçbir zaman politikaya ilgi duymadım… Rublef tüyleri diken diken olmuşçasına birden Telegin’e döndü: — Nasıl? diye sordu. Hiç mi ilgilenmedin politikayla?.

Peki seni ne ilgilendirir öyleyse? Bugün politikaya ilgi duymayan insan nedir biliyor musun? Rublef kızgın bakışlarıyla İvan İliç’in gözlerinin içine baktı: — Tarafsızın biridir! Yani halk düşmanı!. — Doğrudur belki. Ben de bunun için seninle konuşmak istiyordum… Ama sen de, kendi yönünden bana insanca açıklamaya çalış. İvan İliç de hiddetlenmişti. Rublef burun deliklerini iri iri açarak nefes aldı. — Sen garip ve saf bir insansın Telegin yoldaş… Madem ki seninle konuşmak için zamanımın olmadığını söyledim. Anlaşılmayacak bir taraf yok değil mi?. — Beni dinle, Rublef. İşte durum: Kornilof’un Don bölgesini ayaklandırdığını biliyor musun? — Biliyorum. — Ya ben de Don’a katılacağım… Ya da sizinle kalacağım… — Ya o, ya bu da ne demek oluyor? — Gayet basit: Kime inanırsam onun ardından gideceğim… Sen devrimden yanasın, ben Rusya’dan yanayım… Ama belki de ben de devrimden yanayımdır. Halen silah altında bir subayım, biliyorsun… Rublef’in gözlerindeki hiddet ateşi sönmüştü; şimdi uzun süren uykusuzluğun sonsuz bezginliği parıldıyordu. — Peki, dedi, yarın Smolni’ye gel. Beni istet… Rusya… Alaylı bir gülüşle başını salladı. — Senin Rusya’n bizi kel edinceye kadar yoldu… Hem de kan çıkarıncaya kadar… Ama gene de hepimiz onun için öleceğiz, hepimiz… Hemen Baltık garına git. On beş gündür yerlerde sürünen üç bin kadar asker kaçağı göreceksin, konuş onlarla, Sovyet iktidarı lehinde propaganda yap… Onlara de ki: Petrograd’ın ekmeğe ihtiyacı var, bizimse muhariplere ihtiyacımız var, de… Rublef’in gözlerinde bir kuruluk belirmişti.

Köyünüze dönüp ocağın üzerinde yatarak, bütün gününü kaşına kaşına geçirdiğin takdirde, köpek yavruları gibi öleceksiniz. Devrim getirecek aklınızı başınıza, de… Kafalarına sok bunu!. Sovyetler iktidara gelmedikçe Rusya’yı da, Devrim’i de kimse kurtaramayacak… Anladın mı? Bugün yeryüzünde Devrimimizden daha önemli bir şey yok… *** Telegin, buz tutmuş zindan gibi karanlık merdivenlerden dairesine, beşinci kata çıktı. El yordamıyla kapıyı buldu. Arka arkaya üç defa, sonra dördüncü defa vurdu. İçerden ayak sesleri yaklaştı. Bir sessizlikten sonra Telegin karısının alçak sesle; — Kim o? diye sorduğunu duydu. — Benim, Daşa, benim. Kapının ardında Daşa’nın içini çektiği duyuldu. Emniyet zinciri şangırdadı. Kanca uzun süre açılmadı. Daşa: “Of! Allahım! Allahım!” diye mırıldanıyordu. Sonunda açabildi. Kapıyı açar açmaz koridorda uzaklaştı, karanlıkta bir yere oturdu. Telegin kapıyı iyice kapadı, bütün sürgüleri sürdü, bütün kancaları taktı.

Lastik çizmelerini çıkardı. Kibrit aradı… Hay aksi şeytan! Kibrit her zamanki yerinde değildi. Soyunmadan, başında kürk bonesiyle, ellerini ön tarafa uzatarak Daşa’nın gittiği yöne doğruldu. — Ne o, gene mi başladı, cereyan yok mu? dedi. Ne feci şey karanlıkta kalmak. Neredesin Daşa? Bir süre sessizlikten sonra Daşa, sesini yükseltmeden, Telegin’in çalışma odasından: — Elektrikler yanmıştı, diye karşılık verdi, ama sonra gene söndü. Telegin çalışma odasına girdi. Evin en sıcak odası orasıydı; ama o gün orası da serindi. İvan İliç karanlığa alışmak için boşuna çabalıyordu. Karanlıkta hiçbir şey göremiyordu. Hatta Daşa’nın nefes alıp verişini dahi duymuyordu. Çok acıkmıştı, canı da çok çay içmek istiyordu. Ama Daşa’nın hiçbir şey hazırlamadığını da tahmin ediyordu. Pardesüsünün yakasını indirdi, divanın yanındaki koltuğa oturdu, pencereye doğru bakmaya başladı. Dışarda belli belirsiz bir ışık, karla dolu karanlıkların içinde dolaşıyordu.

Kronstad taraflarında, ya da daha yakın bir yerde bir projektör göğü yalıyordu. İvan İliç: “Küçük sobayı yaksaydım, çok iyi olurdu,” diye geçirdi aklından. “Ama Daşa kibriti nereye koydu acaba?” Daşa’ya sormaya cesaret edemiyordu. Daşa ne yapıyordu? Ağlıyor muydu? Uyumuş muydu? Hiç sesi çıkmıyordu. Evin içinde bir çöl sükûtu vardı. Sadece uzaklardan boğuk silah sesleri geliyordu. Birden avizenin altı ampulünün telleri karanlığın içinde beliriverdi: Kırmızımtırak bir ışık odayı hafifçe aydınlattı. Daşa masaya oturmuştu. Giyinik olduğu halde sırtına bir de palto örtmüştü. Biraz yana uzattığı ayaklarında fötr çizmeler vardı. Başını masanın üzerine koymuş, yanağını kurutma kâğıdının üzerine dayamıştı. Küçücük, çok zayıftı; acı çektiği belliydi. Bir gözünü kapamamıştı. Daşa çok rahatsız, tabii olmayan bir durumda, gelişi güzel oturmuştu. Hatta gözlerini bile kapamamıştı… Telegin boğuk bir sesle: — Daşenka, dedi, böyle kalamazsın, doğru değil ama.

Dayanılmaz bir acıma duygusu sardı benliğini, masaya sokuldu; ama ampullerin telleri titreşti ve söndü. Işık bir iki saniye sürmüştü. Telegin, Daşa’nın arkasında durdu, eğildi nefesini tutarak. Bir şey söylemeden ellerini karısının saçlarının altına sokmaktan daha basit ne vardı ki!. Ama, Daşa, cansız bir vücut gibi ne duygulanıyor, ne de kocasının yakınlaşmasına karşılık veriyordu. — Üzülmen neye yarar Daşa?. İki ay önce Daşa bir erkek çocuk doğurmuş, ama çocuk iki gün sonra ölmüştü. Doğum, korkunç bir olayın etkisiyle vaktinden önce olmuştu. Gece karanlığında, Eğitim Alanında, büründükleri beyaz kefenler havada uçuşan orta boylu iki kişi, Daşa’ya saldırmışlardı. Bu iki kişi, Petrograd’ın o değişik döneminde bütün şehre dehşet salan, ayakkabılarının altlarına yay koyan “atlayıcı”lardan olmalıydı. Dişlerini gıcırdatıp ıslık çalıyorlardı. Daşa yere düşmüştü. Daşa’nın üzerinden mantosunu söküp almışlar, Kuğular köprüsüne doğru zıplaya zıplaya kaçmışlardı. Daşa bir süre yerde yatıp kalmıştı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur bütün vücudunu kamçılıyordu.

Yaz bahçesinin yaprakları dökülmüş ıhlamurları vahşi sesler çıkarıyordu. Fontaka yönünden uzun bir haykırış yükseldi: “İmdat!” Çocuk küçücük ayağıyla Daşa’nın karnına vurup duruyordu; o da bu dünyaya gelmek istiyordu. Çocuk diretiyordu. Daşa kalktı. Trinite köprüsüne girdi. Rüzgâr köprünün demir korkuluklarına doğru Daşa’yı itip sıkıştırıyordu. Islanmış elbisesi bacaklarına yapışıyordu. Ne bir ışık, ne bir geçen vardı. Aşağıda, Neva ırmağının koyu karanlık, gürültülü suyu dalga dalga akıyordu. Daşa köprüyü geçince ilk sancıları hissetmeye başladı. Yardım görmeden eve kadar gidemeyeceğini anladı. Biricik arzusu, en yakın ağaca kadar gidebilmek, sırtını dayamak, rüzgârdan korunmaktı. İlerde, Kızıl Sabahlar sokağından geçen bir devriye seslendi. Elinde tüfeği ile bir er sokulup Daşa’ya doğru eğildi: Daşa’nın rengi, ölmek üzere olan bir insanınki gibi uçup gitmişti. — Soymuşlar kadını: Ah! Reziller! Hey, bak hele, orta katta kiracı var.

Daşa’yı evine kadar götürdü, beşinci kata çıkardı. Tüfeğinin dipçiği ile kapıya vurdu. Telegin kapıyı açtığı zaman asker: — İnsan karısını gecenin bu saatinde sokakta yalnız bırakır mı? diye gürledi. Az daha sokakta doğuracaktı… Hey, ne bakıyorsun alık alık… Hey kafasız burjuva bozuntusu…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir