Alenka Zupancic – Gerçeğin Etiği – Kant, Lacan

Günümüzün etik-politik tartışmalarında Immanuel Kant’tan bahsedildiğinde şüphesiz ilk çağrışım, – Hannah Arendt’den Jurgen Habermas’a; Luc Ferry ve John Ravvls gibi neoliberallerden Ulrich Beck gibi “ikinci modernité” teorisyenlerine kadar tüm farklı versiyonlarında – “Kant’a dönüş”ün post-Komünist liberal müdafaasıdır. Bununla birlikte, Lacan’ın “Sade ile Kant”mm temel iddiası, bir başka, çok daha anlaşılmaz bir Kant’ın gerçekleştirdiği etik devrimin fikirler tarihinde Freudçu bilinçdışının keşfine giden başlangıç noktası oluşturduğunu iddia ettiği bir Kant’ın mevcudiyetidir: Kant, “zevk ilkesinin ötesinde” boyutunu ilk betimleyendi. Lacan’a belli belirsiz âşinâ birinin ilk çağrışımı, muhtemelen “Hah işte, Kartezyen ve Kantçı transsenclental* cogitoya karşı öznenin merkezsizleştirilmesini ortaya koyan adam”dır… Burada, resim zaten kusurlu hâle gelmektedir. Lacan’m tezi, Freudcu bilinçdışının “merkezsizleştirilmiş” öznesinin, Kantçı transsendental öznede biraz daha radikalleşmiş Kartezyen cogito’dan başkası olmadığıdır – bu nasıl olabilir? Bu dillere düşmüş Freudcu “merkezsizleştirme” nedir? Görünürde Hegel’in doğa felsefesinden ayrıksı duran bir tanım (bir bitkinin, bağırsakları gövdesinin dışında bir hayvan olarak tanımı), belki de öznenin “merkezsizleştirilmesinin” ne anlama geldiğinin en özlü belirlenimini sunmaktadır. Buna, Wotan’in, yüce tanrının, (karısı Fricka tarafından savunulan) kutsal evlilik bağına saygısı ve (sevgili âsi kızı Brünnhilde tarafından savunulan) özgür aşkın gücüne duyduğu hayranlık arasında bölündüğü Wagner’in Walküre’sinde yaklaşalım. Cesur Siegmund, zalim Hunding’in karısı güzel Sieglinde ile kaçtıktan sonra bir düelloda Hunding’le karşılaşmak zorunda kaldığında, Brünnhilde Wotan’in açık emrini (Siegmund’un çatışmada öldürülmesine izin verilmesini) ihlâl eder. İtaatsizliğini savunurken Siegmund’a yardım etmeye çalışarak savunan Brünnhilde, aslında Wotan’in kendi inkâr ettiği gerçek iradesini fiilen gerçekleştirmiş olduğunu iddia eder – bir açıdan, kendisi Wotan’in bu “bastırılmış” parçasından, Fricka’nın baskısına boyun eğmeye karar verince feragât etmek zorunda kaldığı parçasından başka bir şey değildir. Jungcu bir okuma, burada Fricka ve Brünnhilde’nin (Wotan’i çevreleyen diğer daha alt seviyedeki tanrıların yanı sıra) sadece Wotan’in kişiliğinin farklı libidinal bileşenlerini dışsallaştırdığını iddia edecektir: Fricka, düzenli aile yaşamının savunucusu olarak Wotan’m üstbenliğini temsil ederken, Brünnhilde özgür aşkın tutkulu savunuculuğuyla Wotan’in gem vurulmamış aşk tutkusunu temsil eder… Bununla birlikte Lacan’a göre, Fricka ve Brünnhilde’nin Wotan’in tininin (psyche, -ç.n.) farklı bileşenlerini “dışsallaştırdığını” söylemek zaten gereğinden çok şey söylemektir: Öznenin “merkezsizleştirilmesi” orijinal ve kurucudur; “Ben” en başından beri “kendimin dışındayım”, dışsal bileşenlerin bir brikolcıjıyvm. Hegel’in bir bitkinin bağırsakları toprağa gömülü kök kılığında vücudunun dışında yer alan bir hayvan olduğu iddiasıyla aynı şekilde, Wotan da üstbenliğini Fricka’da sadece “yansıtmaz”, Fricka kendi üstbenl iğidir.1 1 Bu Hegelci formül aynı zamanda – ve özellikle – sembolik düzen, insan hayvanın Kendi dışındaki bir tür ruhanî bağırsakları için de geçerlidir: Varlığımın ruhanî Özü, ruhsal gıdamı aldığım kökler, merkezsizleştirilmiş sembolik düzene gömülü olarak kendimin dışındadır. O hâlde, ruhanî olarak insanın dışsal bir özde köklenmiş bir hayvan olduğunu söylemenin cazibesine kapılınabilinir – imkânsız Yeni Çağ rüyalarından biri, tam da insanı kendisi dışında özlü köklere ihtiyaç duymadan ruhanî uzayda serbestçe süzülen ruhanî bir hayvana dönüştürmektir.


Woody Allen, Mia Farrow’dan skandal ayrılığının ardından basının karşısında üst üste boy gösterdiğinde, “gerçek hayatta” tamamen filmlerindeki nörotik ve güvensiz erkek karakterler gibi hareket etti. Öyleyse “kendisini filmlerine koyduğu”, filmlerindeki ana erkek karakterlerin Woody Allen’ ın yarı-örtülü oto-portresi olduğu sonucuna mı varmalıyız? Hayır; buradan çıkarılacak sonuç tam aksidir: Gerçek yaşamında, Woody Allen filmlerinde ayrıntılandırdığı belirli bir modeli kopyalamış ve o modelle özdeşleşmiştir – yani, sanatta en saf hâlleriyle ifade edilen sembolik kalıpları taklit eden “gerçek hayattır”. O zaman bu, Lacan’ın öznenin merkezsizleştirilnıesiyle kastettiği şeydir ve bu merkezsizleştirilmiş özneyle Kantçı transsendental özne arasındaki bağlantıyı algılamak zor değildir: Her ikisini birleştiren anahtar özellik, her ikisinin de boş, herhangi özlü bir içerikten yoksun olmasıdır. Saf Aklın Eleştirisinde Kant, en saf hâlinde bu cogito paradoksunu özetler: “Kendimin saf düşüncesinde ben varlığın kendisiyim [ich bin das Wesen selbst], ancak bu varlığın hiçbir parçası bu suretle düşüncelerim için bana verilmiş değildir”. Öyleyse, varlık ve düşünce arasındaki kesişme noktası olarak cogitonun özgün yerinde varlığın yanı sıra düşünceyi de kaybederim: Düşünceyi, çünkü tüm ve her içerik kaybolmuştur; varlığı, çünkü tüm belirli-nesnel varlık saf düşüncede buharlaşır – ve, Lacan’a göre, bu boşluk Freudçu arzu öznesidir. Alenka Zupancic’in kitabı, etik özü ve İyilik alanı arasında radikal bir ayrıma kadar varan bu modern öznellik savının beklen medik etik sonuçları üzerine odaklanmaktadır. Burada Lacan, standart Hıristiyan etiğin yanı sıra faydacı etiğe karşı da Kant’ın yanında yer almaktadır: Etiği, bazı zevk ya da kazanç hesaplarına dayandırmaya (uzun vadede ahlâklı davranmak yarar getirir ve alışkanlıkların zorlamasıyla bu faydacı karar “ikinci doğa”mıza dönüşür ve böylece artık arkasındaki zevk hesaplarından habersiz kendiliğinden ahlâklı davranabiliriz) ya da bu hesabı Tanrı’nm Kendisiyle alışverişimizi kapsayacak şekilde genişletmeye çalışmak yanlıştır (bu dünyada ahlâklı olmak bize cefa çektiriyor olsa bile ölümümüzden sonra bunun için uygun bir şekilde ödüllendirileceğimizden ahlâklı olmak yarar getirir). Freud için olduğu gibi Lacan’a göre de, insan öznesi sadece bildiğinden daha az ahlâklı değil, aynı zamanda olduğuna inandığından çok daha ahlâklıdır: (Yanlış biçimde) Gelecekte alacağımız bir tür ödüle göz dikerek bazı faydacı hesaplar adına yaptığımızı düşünsek bile, ahlâkî eylemleri görev adına tamamlarız. Jon Elster, analitik rasyonel seçim teorisi problematiğinden yola çıkarak aynı “bilinmeyen artık olguya” varmıştır: insanların dürtüleri kendi çıkarlarıyla ve katıldıkları normlarla belirlenir. Normlar da kısmen insanların kendi çıkarlarıyla belirlenir, çünkü insanlar sıklıkla kendilerini kayıran normlara bağlanırlar. Fakat normlar tamamıyla insanların kendi çıkarlarına indirgenemezler, en azından bu tikel mekanizmayla değil. Bilinmeyen artık, zalim bir olgudur, en azından şimdilik.2 Kısacası, faydacı çevre – etik normlara uyuşumun sadece bencilce hesaplara değil tüm insanlığın yararına katkıda bulunacağımın farkındalığının getirdiği tatmine de dayalı olduğu en rafinesi bile – asla kesirsiz değildir; sürekli olarak jt’in, yani hiç şüphesiz Lacancı objet peîit a nın,* arzunun nesne-nedeni olan “bilinmeyen artığın” eklenmesi gerekir. Bu kesin anlamda, Lacan’a göre, etik mutlak biçimde arzu etiğidir – yani, Kantçı ahlâk yasası arzunun buyruğudur. Diğer bir deyişle, Kantçı projenin içkin bir şekilde radikalleştirilmesiyle Lacan’ın başardığı şey, bir tür “saf arzunun eleştirisi”dir: Arzu kapasitemizin tamamıyla “patolojik”olduğunu düşünen Kant’a (tekrar tekrar vurguladığı gibi, ampirik bir nesne ve bu nesnenin öznede doğurduğu zevk arasında hiçbir a priori bağlantı yoktur) tezat biçimde Lacan, bir “saf arzu yetisi” olduğunu iddia etmektedir, çünkü arzunun patolojik olmayan, öncül bir nesne-nedeni vardır – bu nesne, şüphesiz, Lacan’m objet petit a dediği şeydir. En egoistçe yapılmış çıkar alışverişleri bile bu koşullarda açıklanamayacak bir ilk hamleye, temel oluşturan bir verme hareketine, gelecekteki çıkarlara göre açıklanamayacak ezelî bir hediyeye dayanır. Bu anahtar önemdeki ilerlemenin daha başka bir sonucu da etik edim özünün, üst-benlikten, müstehcen ekinden olduğu kadar Ego-îdeal’den de (kamu Yararı Yasası) ayırt edilmesi gerektiğidir.

Lacan’a göre üstbenlik ahlâk failliği değildir, çünkü özneye dayattığı suçluluk kesinlikle öznenin arzusunu tâkip etmek için “görevini tehlikeye attığının” şaşmaz işaretidir. Eğer politikadan – belki de beklenmedik – bir örnek verirsek: Ego-İdeal ile üstbenlik arasındaki bölünme, eski Yugoslavya’nın özyönetim Sosyalizminin temel paradoksunda izlenebilir: Resmî ideoloji, her zaman insanları özyönetim sürecine aktif olarak katılmaları, hayatlarının koşullarıyla “yabancılaşmış” Parti’nin ve devlet yapılarının dışında baş etmeleri için cesaretlendirdi; resmî medya insanların ilgisizliklerine, özel yaşama kaçışlarına ve benzer şeylere esef etti – bununla birlikte, rejimin en çok korktuğu şey tam da böylesi bir durum, halkın çıkarlarının gerçek bir özyönetimli ifadesi ve örgütlenmesiydi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir