Anne Provoost – Nuhun Gemisi

Topraklarımızı geride bıraktık; çünkü eskiden balık tuttuğumuz bataklıkları su bastı. Gelgit çizgisi, üzerinde yakaladığımız balıkları kuruttuğumuz bayırlara her geçen gün daha da yaklaşıyordu. Biz de gelgitlere uyarak yıllarca hep yükseklere taşındık; ama sonunda bu, imkânsız bir hâl aldı. Sular evlerimizi tehdit etti; çocuklar boğuldu; hasatlar ve balıklar çürüdü. Gitmeye, doğuya doğru yol almaya karar verdik: gezgin Rrattika’nın dediğine göre tüm zamanların en büyük gemisini inşa eden gemi inşaatçılarının yaşadığı ve yeni işçiler aradıkları yere. Bir eşek ve hayvan postundan yapılma bir çadır satın aldık. Büyük zorluklarla çadırla nasıl başa çıkacağımızı öğrendik. Sonra iç kesimlere doğru ilerledik: nesillerdir yaşadığımız bataklıklardan, ördek göletlerinden uzağa. Babam, kardeşleri ve kuzenlerinden yolculuğumuz için ışık sağlamalarını istedi. Yaptığı pek çok tekneye son bir kez göz gezdirdi. Hepsi yan yana dizilmiş, suyun kenarında yatıyordu. Biz ayrılırken babam şarkı söyledi; ama dikkatle dinlenildiğinde aslında lanetler yağdırdığını duyabiliyorduk. İlk tepeden geriye baktığımızda, arkamızda meşalelerin yandığını gördük. Herkes kendi evine çekilip ortadan kayboluyordu. Hamaklarının etrafında birbirlerine ne dediklerini biliyordum; Canaan’ı terk edişimizin esas nedeninin yükselen sular olmadığını, babamın, annemin arzusuna karşı gelemediğini ve mevsim dönmeden hüzünlü bir hâlde geri geleceğimizi konuşuyorlardı.


Benim meşalelere ya da iyi veda dileklerine ihtiyacım yoktu. Hatta kimse fark etmeden gitmeyi daha çok tercih ederdim. Fakat o tepenin üstünde birden haykırdım: “Orada iyi olacağız. Burada olduğumuzdan çok daha iyi! Şarkılar ve öykülerde bizden bahsedecekler!” Sesim çatladı. Son birkaç gündür çok çalıştığım için sesim kısılmıştı. Kendimi o kadar zorluyordum ki, boynumda asılı olan kavanozlar sallanıp birbirlerine çarptüar. Başka bir şey daha haykıracaktım ama kelimelerimi kendime sakladım; çünkü kapı aralığında bir ışık gördüğümü sandım. Biri dışarı çıkıp bizi geri döndürmek için yeni bir bahane mi uyduracaktı? Bohçamın bir ucunu yere yasladım. Daha henüz tek bir bayır çıkmıştık ve ben şimdiden dinlenme ihtiyacı hissediyordum. Kimse dışarı çıkmadı. Gün ışığının beklentisiyle, meşalelerin ateşinden küçük gaz lambaları yandı ve meşaleler söndürüldü. Babam, “Bu şekilde bağırma da eşyalarına sahip çık, Re Jana. Herkes bize karşıyken kendi hayırlı geleceğini bile bile tehlikeye atma,” dedi. Bohçamı alıp yürümeye devam ettim. Tehlikeye atılacak hiçbir hayırlı gelecek yoktu; bunu babam da biliyordu.

Sadece annemin planından kaynaklanan düşüncesizce gelişmiş bir yorgunluk ve çabalama vardı. Tuhaf bir kafile oluşturmuştuk. Bizimle akrabalığı olmayan ama bize yol göstermek için bizimle gelen pejmürde bir takipçiydi başımızdaki Alem. O bir Rrattika idi. Tüm Rrattikalar gibi onun da giysileri yırtık pırtıktı; elleriyle yemek yerdi ve bize selam verdiğinde hâl ve hatırımızı sormazdı. Ona “pejmürde” diyorduk çünkü uzun bir bıyığı, sarkık omuzları vardı ve giysilerinin rengi, içinde kıyafetlerini yıkadığı çamur suyunun rengi gibi griydi. Bizim süründüğümüz kokulu yağlar gibi değil de domuz yağı gibi kokardı. Babamın onu yanımıza alma sebebi, sahip olduğu yetenekti: Yerde bulunan en ufak bîr ayrıntıdan ve dikenli çalılara takılmış neredeyse görünmez hayvan tüylerinden, takip ettiğimiz hayvanların hangi yöne gittiklerini söyleyebilirdi. Bize “yan bakmayı” öğretti. Sadece baktığınız sürece tüm gördüğünüz şey yağmurun kumda açmış olduğu küçük çukurcuklardı. Göz bebeğinizi hemen diğer yöne çevfirip ya da kirpiklerinizin allından şaşı bakıp gözünüzün kenarıyla yarı bakarak, kaybetmiş olduğunuz izin çizgisini yüzeyde görebilirdiniz. Alem’in yanında oğlu da vardı: Put adında, yaşı benim yarı yaşım kadar bile olmayan, küçük bir çocuk. Çocuk benim kadar karaydı. Bu yüzden yolda karşılaştığımız bir Rrattika bile onun bizden biri olduğunu düşündü. Dalgın bir çocuktu.

Babası, onun, yere ve ufka bakarak dikkatini manzaradaki, suyun ve taşların olduğuna işaret eden küçük kıvrımlara yöneltmesini istiyordu. Ama çocuğun bu tip şeylere karşı hevesi yoktu. Onun yerine, dikkatini bize veriyordu. Birinin tırnağının altında yara çıkmaya başladığında ya da güneş, vücudumuzun belirli bir kısmını yaktığında bunu fark eden ilk kişi hep o oluyordu. Sonra, “Baba, bir köpek gibi yoruldum,” diye seslenirdi; ancak kendi, biz dinlenirken ya da hatta biz uyuduktan sonra bile durmadan bir ileri bir geri koşmaya devam ederdi. Alem’in arkasından eşek geliyordu. Gün boyunca dinç ve çok istekliydi ama gece rüyasında, etrafı, kırbaç ve vuruş darbeleriyle o denli sanlıydı ki sürekli anırıyor ve bizi de uyutmuyordu. Yaralanmasını önlemek için sırtı battaniyelerle örtülüydü. Üzerinde annemin yattığı kamıştan yapılma sedyeyi çekiyordu. Sedye, bir destek aracılığıyla eşeğin böğrüne bağlanmıştı. Sedyenin diğer ucu düzdü ve yerde sürünerek geliyordu. Peşimizden gelmek isteyen biri varsa yapması gereken tek şey, vücut ağırlığından dolayı annemin yerde bırakmış olduğu derin izleri takip etmekti. Annem de eşeğinki gibi kuru, içi ot dolu battaniyelerle sarılıydı. Sedye pek de işe yaramıyordu: Yola çıktıktan yalnızca birkaç gün sonra annemin sırtı, çarpma ve sürtünme yüzünden morarmıştı ve başının arkası kel kalmıştı. Su içmek için durduğumuzdan daha çok, annemin yatış şeklini değiştirmek için mola veriyorduk.

Ve ben, Re Jana. Büyüme yaşlarımın sonuna yaklaşmıştım. Kol ve bacaklarımın uzaması artık yavaşlamıştı. Boyum neredeyse babam kadardı ve bohçam için de babamın kendine yapmış olduğu ipleri kullanabiliyordum. Ben, yağ ve koku kavanozlarını taşıyordum. Tökezlediğim zaman tüm kavanozlar birbirine çarpıyor ve gürültücü küçük bir bando gibi ses çıkarıyorlardı. Vücuduma yakın, omuzlarımın üstünde kendi suyumu taşıyordum. Karada yaşamaya alışmak için testiler dolusu su içiyordum. Alem bunun yardımcı olacağı konusunda ısrar etmişti: Tıpkı kuru bir ekmeğin teknedeyken mide bulantısını geçirmesi gibi, kamımdaki sıvı da beni, karada olmanın getirdiği endişe ve sıkıntıdan koruyacaktı. Alem’in ağzından çıkan her kelimeyi doğru kabul ettim. O bir gezgindi; dünyayı görmüştü! Onun gibilerine duyduğum hayranlığı, hiçbir zaman tam olarak gizleyemedim: Onun insanlarının sürüyle çocuklarına, sabah kalkarken üzerinde yatmış oldukları giysileri, tüylerini sallayan kuşlar gibi silkelemelerine, bir dakika içinde tüm eşyalarını toplayıp hayvanlarının arkalarına yüklemelerine, çocuklarını kucaklarına almalarına ve bir anda ortadan kaybolmalarına duyduğum hayranlığı. Sayısız gün boyunca hiç yemekleri olmadan yolda ilerleyebilirlerdi. Daha çocukken açlık hissiyle savaşmayı öğreniyorlardı. Yokluk onlar için sorun değüdi. En son olarak babam geliyordu.

O, Rratrika’nın nadiren haklı olabileceğini düşünüyordu ve bunun da bedelini ödedi: Isıtılmamış içecekleri içmeyi reddediyordu ve genelde akşam olmadan içtiği tek şey, böğürtlen çiçeklerinde birikmiş ve güneş tarafmdan ısıtılmış olan birkaç damla suydu. Ve böylece kara onu hasta etti. Bastonuyla yere, sanki dayanmak için değil de kürek çeker gibi vuruyordu. Uzun süre yürümeye alışık değildi. Tüm hayatı boyunca, balıkçı teknesinin uzunluğunun birkaç katı kadar yoldan daha uzun bir yolu nadiren yürümüştü. Kollan çok güçlüydü ama bacakları dayanıksızdı. Fakat asla tökezlemedi ve engebeli yüzeye olan dikkati asla azalmadı. Dengesi önemliydi; çünkü yolculuk için özel tasarlanmış olan ipek böceği kafesini o taşıyordu. Dut ağacının küçük kökleri sudadır. Bu yüzden ipek böcekleri devamlı boğulma tehlikesi altındaydı. Babam ayrıca, açlık ve soğuktan korunmaya yarayan parıltılı bir kaçış gibi gördüğü mangalı da yüklenmişti. Ama hepsinin ötesinde annemin hayalini gerçekleştiriyordu: Annemi sudan uzaklaştı-nyordu. Sözünü tutuyor ve sinir bozucu gelgitleri olan bataklıklardan uzakta başka bir iş ve yaşayacak başka bir yer bulmak için taşlı çölde yaşam savaşı veriyordu. Haftalarca yürüdük. Bildiğimiz topraklan geride bıraktık.

Dere yataklarını geçip su testilerimizi doldurduk ve toprağın ince katmanında kendini gösteren kireç taşlarıyla kaplı kuru yerlere doğru yöneldik. Dikenli otlarla bürülü çayırları, çarpık çurpuk akasya ağaçlarını, meyvesi olmayan incir ağaçlarını geçtik ve geceleri pütürlü ağaç kabuklan ve kuş tüyü kadar yumuşak yapraklan olan ılgın ağaçlarının altında geçirdik. Babam, geçen her gün için kuşağına bir ilik açtı. Sonunda kuşak o kadar kısaldı ki, ince beline artık uymaz oldu. Yüzü gri renkteydi. Boşluk, aşınmış kaya parçaları, sazlıkların ve sivrisineklerin eksikliği babamı perişan ediyordu. Her akşamüstü, sakladığı suyla annemi yıkadı. Suyu annemin vücut sıcaklığına göre ısıttı. Sadece yola devam edebilecek kadar su ayırıyordu kendine. Gemi inşaatçılarına kadar tüm yolculuk boyunca su içmesi için ona yalvardık. Ancak arkasından çekiç seslerini duyabildiğimiz kayalığı geçip yapımı hakkmda söylentilerini duyduğumuz devasa gemiyi gördüğünde, tek kelime etmeden omzumdaki su testisini aldı ve küçük bir çocuk gibi açgözlülükle içti; ta ki testi boşalana ve esneyip tersane manzarasını kapayana dek. Gezgin Rrattika yalan söylememişti: Ufak yükseltilerin arkasmda, hiçbir şey beklemeyeceğiniz ya da en fazla küçük bir yerleşim alanı göreceğinizi umduğunuz bir yerde bir tersane kurulmuştu ve bir göl gibi etrafa uzanıyordu. Çaldıklarla çevrili, insanların devamlı gelip gittiği bir gölet haricinde, alan toz kadar kuru ve taşlarla kaplıydı. Sizi ilk karşılayan şey zift kokuşuydu. Sonra sesler.

Hava, çekiç ve rendeleme sesleriyle kaynıyordu. Matkapların tıkırtı ve gıcırdamaları tepe üstünden bile size ulaşıyordu. Sonra tepeye ulaştığınızda karşınıza, sanki bir şehir kuruluyormuş gibi bir manzara çıkıyordu. Çok az orman olan bu yerde bu kadar çok kereste yığınını görmek çok şaşırtıcıydı. Talaşlar etrafta rüzgârdaki toz gibi uçuşuyordu. Her uygun noktaya, karınca kadar meşgul bir hâlde etrafta koşturan sayısız işçilerin kaldıkları çadırlar, taştan evler ve barakalar inşa edilmişti. En çok dikkat çeken, tüm yolların ona çıktığı, tepenin yamacına kurulmuş olan çadırdı. Bu çadır kırmızı renkteydi; sanki öküz kanına batırılmış gibiydi. Çadırın girişi vadiye, doğ rudan tersanenin kalbine, ağzımızı toz gibi kurutan noktaya bakıyordu. Geniş bir çukurun üzerinde, zemine dayalı bir hâlde, çevresi dikey ve yatay ağlarla örülmüş gemi şeklinde yapısı olan devasa bir iskele duruyordu. Bataklıktaki insanların güldüğü şey buydu: taşlı çöldeki gemi. Henüz çok yüksek değildi. Hâlen sadece zemin planı gözüküyordu. Gelecekti boyutu belliydi; ama tasarımı, inşaatçıların bu işe duydukları güvenin azlığını ortaya koyuyordu. Fakat her taraftaki kereste ve zift yığınla n, bunu yapan kişinin hırsını gösteriyordu.

Bu, iş arayan bizim gibi insanların buraya gelip de hissettiği ilk duyguydu: Buradaki proje çok büyük bir güç tarafından yürütülüyordu ve bu plan sadece bir hayal olmanın da ötesine geçmişti, babam büyük bir ihtimalle bu yüzden bu denli susamış bir hâlde su testisine sarılmıştı. iniş Güneş, arkamızdaki bir açıdan vuruyordu. Kadınların üstünde yemek pişirdikleri ateşi onlardan daha iyi idare edebilirdik. Yüklerimizi indirdik: Babam kafesi ve mangalı, Put süs ve kabukların bulunduğu kutuyu, ben bohçayı ve Alem çadırı oluşturan postu yere koydu. Bitmiş bir halde yere çöktüm. Beni en çok rüzgâr yormuştu. Saçımı sürekli çekmesi, yüzüme vuran toz ve kulağıma gelen fısıltı beni rahatsız etmişti. Yere yakın durmak iyi geliyordu. Sonra rüzgâr seni unutur gibi oluyor, kendini atacak başka yer bulmak için arayışa geçmiş gibi üzerinden esiyordu. Eşeğin yönünü değiştirdim. Böylece kısa bacakları üstündeki geniş gövdesi kısmen de olsa annemi gölgede bıraktı. Eşek doğru yerde durduğunda, annem sol gözünü hızla kırptı ve küçük Put hemen annemin sarılı olduğu pelerini çözdü. Onu yağ ile yıkamanın zamanının geldiğini biliyordum. Zaten her zamankinden daha geçe bile kalmıştı. Yemek yiyip benim kollarımda biraz doğru oturması gerekiyordu.

Etrafımızda duran odunlardan birkaçını toplayıp su kaynatmak ve vadideki hareketi izlemek için cadın kurmak istedim. Herkes yolculukta iniş Güneş, arkamızdaki bir açıdan vuruyordu. Kadınların üstünde yemek pişirdikleri ateşi onlardan daha iyi idare edebilirdik. Yüklerimizi indirdik: Babam kafesi ve mangalı, Put süs ve kabukların bulunduğu kutuyu, ben bohçayı ve Alem çadırı oluşturan postu yere koydu. Bitmiş bir hâlde yere çöktüm. Beni en çok rüzgâr yormuştu. Saçımı sürekli çekmesi, yüzüme vuran toz ve kulağıma gelen fısıltı beni rahatsız etmişti. Yere yakın durmak iyi geliyordu. Sonra rüzgâr seni unutur gibi oluyor, kendini atacak başka yer bulmak için arayışa geçmiş gibi üzerinden esiyordu. Eşeğin yönünü değiştirdim. Böylece kısa bacakları üstündeki geniş gövdesi kısmen de olsa annemi gölgede bıraktı. Eşek doğru yerde durduğunda, annem sol gözünü hızla kırptı ve küçük Put hemen annemin sarılı olduğu pelerini çözdü. Onu yağ ile yıkamanın zamanının geldiğini biliyordum. Zaten her zamankinden daha geçe bile kalmıştı. Yemek yiyip benim kollarımda biraz doğru oturması gerekiyordu.

Etrafımızda duran odunlardan birkaçını toplayıp su kaynatmak ve vadideki hareketi izlemek için çadırı kurmak istedim. Herkes yolculukta çok yorulmuştu ve artık vardığımıza göre dinlenmeyi hak etmiştik. Fakat babam uzun adımlarla sabırsızca aşağı yukarı yürümeye devam etti. Birkaç ot biçici yukan tırmanıyordu. Ellerinde oraklar ve sırtlarında sepetler vardı. Onlar geçip yol boşalınca, babam dik patikanın kenarında durdu. Yol çok genişti. Daha önceden takip ettiğimiz keçi patikasından çok daha genişti ve sık kullanımından ötürü patika üzerinde merdiven şeklinde yükseltiler oluşmuştu. “Eşyalarını topla/’ dedi babam. “Henüz varmadık.” Iç geçirdim. Put, pelerini çekmeyi bıraktı. Babamın kelimeleri bizi şaşırtmamıştı. Onu tanıyor, yapıya ve inşaatçılara ulaşmaktaki telaşını arılıyorduk. Sadece pejmürde Alem babamın bu emrini duymamışa benziyordu.

Alem, ot biçicileri çaldıklara doğru takip etti. Onlara benim anlayamadığım sorular sordu ve onlar da nefessiz bir hâlde cevap verdiler. Babam bir kez daha seslendi: “Henüz varmadık. Acele et, Alem.” Sesi şimdi biraz daha yüksek, keskin ve su testisi sayesinde daha az çatlak çıktı. Ne yaptığını tahmin edebiliyordum: Gelişini kutluyordu. Yolculuk onu çok yormuştu ve amacına ulaştığını, sefaletin bittiğini ona gösterecek tek şey, diğerlerini susturup tereddütsüz ve sesli bir şekilde konuşmak, emirlerinin yerine getirildiğini görmekti. Alem, sakin bir şekilde çalılıkların üstünden başını bize doğru çevirdi. Babamın sözünü dinlemek için bakmamıştı bize. Daha çok amaçsızca havlayan bir köpeğin sesi gibi önemsiz bir sese tepki göstermiş gibiydi. Ancak babam göğsünü doğrultup gerçek bir sığır çobanı gibi çenesini dışarı çıkarmış olduğundan, Alem yavaşça bize doğru geldi. Başka yöne bakmadan, parmaklarını bir kez şaklatıp ağzının kenarından havayı keskin bir şekilde emerek oğlunu yanına çağırdı. Put hemen babasının emrine itaat etti. Dizleri küçük tuniğinin altında hızla hareket ediyordu. Çocuk onun yanına geldiğinde, Alem elini tuttu ve çocuğu kendine çekti.

Put, boy olarak Alem’in dirseğini bile geçmiyordu; ama birbirlerine bu kadar yakın durunca biri diğerinin küçük bir kopyası olan iki erkek kardeşe benzemişlerdi. Daha şimdiden Alem tersaneye bakma zahmetine girmiyordu. Gözlerinin kenarlarından, üzerinde durduğumuz araziye bakıyordu. Göz bebeklerinin hızla kaydığını gördüm ve anladım: Onun için bu iş bitmişti. Başka bir şey için hazırlanıyordu. Babam da bu bakışı fark etmişti. Gereğinden fazla toz çıkartarak baba ve oğlun yanma gitti. Alem daha babamla yüz yüze gelmeden konuşmaya başlamıştı: “Beni burada bırakm, efendim. Bataklıklara geri dönmeme izin verin.” Rüzgâr, kapüşonunu uçurdu. Babam saçlarını kısa kestirirdi ve üstünde giysi yoktu. Rüzgârın kulaklanndaki fısıltısından çok, gezginin peştemali ve tuniğinden rahatsız olmuştu. Bu, her zaman küçümsediği türden bir giysiydi. Benim gibi o da neden insanın bu tür şeyler giydiğini anlamıyordu. “Bu kadar çabuk mu, Alem?” diye sordu.

“Daha tersaneyi yakından görmedin bile.” “Yeteri kadarını gördüm, efendim. Canaan’da bizi bekliyorlar. Biz dönmeden kampı terk etmeyecekler.” Kimsenin duyamayacağı kadar zayıf bir sesle iç geçirdim. Sonra Pufun dikkatini çekmek için bir kez daha derin bir nefes aldım; ama o, Alem’in kolu altında, sanki oraya sıkışmış gibi hareketsizce durdu. Babamın sırtı parladı. Gittiğimizden beri ilk kez arkası ince bir tabaka ter kaplıydı. “Gün bitmek üzere. Gece olmasına az kaldı!” dedi. Bir dal, ayağımın altoda kırıldı. Üçü de bana baktılar. Bakışları beni şaşırttı çünkü hareket etmiş olduğumun farkında değildim. Alem hemen bakışlarını üzerimden çekti. Konuşmadan önce yutkunması gerekmiş gibiydi: “Gece, sadece renklerin kayboluşudur.

Sizi amacınıza ulaştırdım. Bizi karanlıktan ayıran birkaç saati iyi kullanacağım.” Elini babama doğru uzattı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir