Antoine de Saint-Exupery – Savaş Pilotu

Düş görüyorum kuşkusuz. Kolejdeyim. On beş yaşındayım. Geometri problemimi sabırla çözüyorum. Dirseklerimi o kara yazı masasına dayamışım ve pergeli, cetveli, iletkiyi doğru dürüst kullanıyorum. Çalışkanım ve sakinim. Arkadaşlar, yanı başımda alçak sesle konuşuyorlar, içlerinden biri kara tahtaya sayılar sıralıyor. Fazla ciddi olmayanlar briç oynuyorlar. Ara sıra daha derin düşlere dalıyor ve pencereden dışarıya göz atıyorum. Bir ağaç dalı güneşte hafifçe sallanıyor. Uzun süre seyrediyorum. Haylaz bir öğrenciyim ben… Şu güneşin tadına varmak, yazı masasının, tebeşirin, kara tahtanın çocuksu kokusunu içime çekmek kadar zevk veriyor bana. İyice korunmuş bu çocukluğa öyle bir sevinçle sarılıyorum ki! Çok iyi biliyorum bunu: Önce çocukluk, kolej ve arkadaşlar vardır; sonra sınavlara girilen gün gelir çatar. Bir diploma alınır. O gün, insan, yüreği burkularak büyük bir kapıdan dışarı çıkar; birden adam oluverir.


O zaman adımını, daha bir ağır basar toprağa. Yaşam yoluna çoktan girmiştir artık. Yolda ilk adımlarını atar. Sonunda, silahlarını gerçek düşmanlara karşı kullanacaktır. Cetvel, gönye, pergel ya dünyayı kurtarmaya ya da düşmanlan yenmeye kullanılacaktır artık. Oyunlar bitmiştir! Bir kolejlinin, çoğunlukla yaşamla yüz yüze gelmekten korkmadığını biliyorum. Kolejli, sabırsızlıkla vurur ayağını yere. Yetişkin bir adamın üzüntüleri, tehlikeleri, acılan kolejliyi ürkütmez. Ama ben tuhaf bir kolejliyim işte. Mutluluğunu bilen ve yaşama atılmaya pek hevesli olmayan bir kolejliyim ben… Dutertre geçiyor. Onu çağınyorum. “Şuraya otur, sana bir iskambil numarası göstereyim…” Ona, bir maça ası bulduğuma çok seviniyorum. Karşımda, benimki gibi kara bir yazı masasının üstünde Dutertre, bacaklannı aşağı sarkıtmış oturuyor. Penicot yanımıza geliyor ve kolunu omzuma koyuyor: 7 “Ne var ne yok, dostum?” Tanrım, ne sevgi ya! Bir gözetmen, (acaba gözetmen mi?) kapıyı açıp iki arkadaşı çağırıyor. Cetvellerini ve pergellerini bırakıp kalkıyorlar ve dışarı çıkıyorlar.

Bakışlarımızla izliyoruz onları. Kolej bitmiştir onlar için. Yaşama atıveriyorlar onları. Bilgileri işe yarayacak. Yetişkinler gibi, hesaplarının sonuçlarını düşmanlarının üstünde deneyecekler. Sırası gelince, herkesin çekip gittiği tuhaf bir kolej bu! Uzun uzun vedalaşma yok. Bu iki arkadaş, yüzümüze bile bakmadılar. Oysa yaşamdaki rastlantılar, onları belki Çin’den ötelere alıp götürür! Öylesine uzağa götürür ki! Kolejden sonra kader onları dağıtınca, bir daha görüşme sözü verebilirler mi birbirlerine? Kuluçka makinesinin sıcak huzurunda yaşayan bizler, hâlâ başımızı eğiyoruz. “Dinle Dutertre, bu akşam…” Ama aynı kapı ikinci kez açılıyor. Sonra yargıya benzer şu sözleri duyuyorum: “Yüzbaşı Saint-Exupery ve Teğmen Dutertre, komutanın yanma!” Kolej bitti. Yaşam başlıyor. “Sıramızın geldiğini biliyor muydun?” “Penicot bu sabah uçtu.” Bizi çağırdıklarına göre, kuşkusuz göreve gideceğiz. Mayıs sonunda, tam bir geri çekilme ve bozgun halindeyiz. Takımlar, bir orman yangınına bardakla su döker gibi kurban ediliyor.

Her şey yıkılırken, tehlikeler nasıl ölçülür ki? Tüm Fransa’da, Büyük Keşiften arta kalan elli takımız biz. Üçer kişilik elli takım; bunların üçü bizde, 2/33 Grubunda. Üç hafta içinde, yirmi üç takımdan on yedisini yitirdik. Balmumu gibi eriyip gittik. Dün: “Bunu savaştan sonra anlarız,” dediğim Teğmen Gavoille, bana şöyle söyledi: “Siz, savaştan sonra hâlâ sağ kalacağınızı mı savunuyorsunuz Yüzbaşım?” Şaka etmiyordu Gavoille. Hiçbir işe yaramasa da bizi ateşe atmaktan başka çareleri olmadığını çok iyi biliyoruz. Tüm Fransa’da elli takımız, Fransız ordusunun stratejisi bizim omuzlarımızda! Koca bir orman yanıyor ve onu söndür8 mek için gözden çıkarılacak birkaç bardak su var: Bunlar, gözden çıkarılacaktır. Doğrusu da bu! Yakınmak kimin aklına gelir? Bizde: “Peki Binbaşım. Evet Binbaşım. Sağ olun Binbaşım. Tamam Binbaşım,” dan başka karşılık verildiği duyulmuş mudur hiç? Ama bu savaş sonundaki duyguların tümüne baskın çıkan bir duygu var: Anlamsızlık duygusu. Çevremizde her şey çatırdıyor. Her şey sarsılıyor. Bu öylesine eksiksiz ki ölüm bile anlamsız görünmekte. Bu keşmekeş içinde, ölüm bile ciddilikten uzak… Binbaşı Alias’ın yanma giriyoruz.

(Bugün hâlâ Tunus’ta, 2/33 Grubu’nu yönetiyor.) “Günaydın Saint-Ex. Günaydın Dutertre. Oturun.” Oturuyoruz. Binbaşı masaya bir harita yayıyor ve emir erine dönüyor: “Git bana hava raporunu getir.” Sonra kalemiyle masaya vuruyor. Ona bakıyorum. Yüzü çekik. Uyumamış. Sır olmuş bir Genelkurmay’ı aramak için arabayla mekik dokudu. Bölüğün Kurmay Başkanı… Yedek parça vermeyen levazım ambarlarına karşı savaşmaya çalıştı. Yolda, içinden çıkılmaz trafik tıkanıklığına takıldı. Son yer değiştirmenin ve son yerleşmenin başında bulundu; çünkü acımasız bir odacının kovaladığı zavallılar sürüsü gibi durmadan yer değiştiriyoruz. Alias, her seferinde uçakları, kamyonları ve on ton malzemeyi kurtarmayı başardı.

Ama gücünün tükendiğini, sinirlerinin iyice gerildiğini anlıyoruz. “Peki, şimdi…” Hâlâ masaya vuruyor ve bize bakmıyor. “Çok can sıkıcı…” Omuzlarım silkiyor sonra. “Sıkıcı bir görev. Ama Genelkurmay çok önem veriyor… Tartıştım ama çok önem veriyorlar buna… Böyle bu işler.” Dutertre’le birlikte, pencereden kımıltısız gökyüzüne bakıyoruz. Tavukların gıdaklamasını duyuyorum, çünkü komutanın bürosu bir çiftlikte, Haberler Bürosu da bir okulda kuruldu. Yazı, olgunlaşan meyveleri, ağırlaşan civcivleri, boy atan buğdayları, böylesine yakın ölümle 9 karşılaştırmam ben. Yazın rahatlığıyla ölüm arasında ne gibi bir çelişki olabilir, ortalığın yumuşaklığı alay edebilir, anlamıyorum bunu. Ama aklıma belirsiz bir düşünce geliyor: “Yoldan çıkmış bir yaz bu. Bozulmuş bir yaz…” Yüzüstü bırakılmış biçerdöverler gördüm. Bırakılmış biçerbağlar makineleri. Yoldaki hendeklerde bozulmuş bırakılmış arabalar. Terk edilmiş köyler. Boş bir köyün çeşmesi suyunu akıtıyordu.

Temiz su bataklık haline geliyor, insanların bunca emekle akıttıkları su. Birden saçma bir görüntü çıkıyor karşıma. Durmuş duvar saatlerinin görüntüsü. Tüm saatler durmuş. Köy kilisesinin saatleri, istasyonların saatleri. Boş evlerdeki şöminelerin üstünde duran sarkaçlı saatler. Şu çökmüş saatçi dükkânında, ölü saatlerden oluşan bir mezarlık. Savaş bu… Saatler kurulmuyor artık. Şeker pancarları toplanmıyor artık. Vagonlar onarılmıyor. İçilmek için, köy kızlarının pazar günleri giyecekleri güzel dantelleri yıkamak için getirilmiş olan su, kilisenin önünde bataklık olmuş. Yaz günü insanlar ölüyor… Sanki hastayım. Şu doktor az önce gelip bana şöyle dedi: “Çok can sıkıcı…” Demek noteri düşünmeli, kalacak olanları. Aslında Dutertre’le ben, söz konusu olan görevin ölümle sonuçlanacağını anladık. “Bugünkü koşullarda, tehlikeyi hesaba katmak pek olası değil,” diyerek sözünü bitiriyor Binbaşı.

Elbette. “Pek olası değil.” Kimse haksız değil. Biz üzüntü duymakla haksız değiliz. Binbaşı rahatsız olmakla. Buyruk veren Kurmay Başkanı da. Binbaşı söyleniyor, çünkü bu buyruklar saçma. Biz de biliyoruz bunu ama Genelkurmay da biliyor. Buyruk vermesi gerektiği için veriyor buyrukları. Bir savaş sırasında, Genelkurmay buyruklar verir. Onları yakışıklı atlılara ya da daha modern olan motosikletlilere verir. Bu yakışıklı atlıların her biri, kan ter içindeki atlarından atlayıp düzensizlik ve umutsuzluğun kol gezdiği yerlere ayak basarlar. Çoban Yıldızı gibi geleceği gösterir. Bu atlı, gerçeği getirir. Buyruklar da dünyayı yeni baştan kurar.

Savaşın taslağı böyle işte. Savaşın renkli resim albümü. Savaş, savaşa benzesin diye, elinden geleni yapar herkes. 10 Hem de dindarca. Herkes kurallara göre oynamaya çabalar. Öyle olunca savaş, bir savaşa benzeyebilir belki. Takımlar, belirli bir amaç olmadan, savaşın bir savaşa benzemesi için kurban edilir. Hiç kimse de bu savaşın hiçbir şeye benzemediğini, hiçbir anlamı olmadığını, hiçbir taslağa uymadığını, büyük bir ciddiyetle çekilen iplerin kuklalara artık ulaşmadığını, kendi kendine itiraf etmez. Genelkurmaylar, hiçbir yere ulaşmayacak olan bu buyrukları, inançla postalarlar. Bizden, elde etmemiz olanaksız bilgiler istenir. Hava ordusu, savaşı Genelkurmaylara açıklamayı göze alamaz. Havacılık, gözlemleriyle varsayımları denetleyebilir. Ama ortada varsayım diye bir şey yok artık. Sayılan elliye yaklaşan takımlardan, yüzü olmayan savaşa bir yüz yapmalan istenmektedir. Bir falcılar odasına başvurur gibi başvururlar bize.

Gözlemci-falcı arkadaşım Dutertre’e bakıyorum. Dün, tümendeki bir albaya şöyle karşılık veriyordu: “Peki, yerden on metre yükseklikten ve saatte yüz otuz kilometre uçarken, mevzileri nasıl saptayabilirdim? Bakın, üstünüze atış açılınca, anlarsınız bunu! Üstünüze atış açılan yerde Almanlar vardır.” “Çok güldüm,” diyordu, Dutertre, tartışmadan sonra. Çünkü Fransız askerleri, hiç Fransız uçağı görmemişlerdir. Dunkerque’ten Alsace’a dek, binlerce uçak dağılmıştır. Ama bunların sonsuzluk içinde dağılmış olduğu da söylenebilir. Bu yüzden de bir uçak hızla geçti mi, Alman uçağıdır o. Bombalarım salıvermeden önce onu indirmek, en iyisidir. Bir homurtu duyulur duyulmaz, makineliler ve uçaklar ateşe hazır beklemeli. “Böyle bir durumda, ne işe yarar ya bizim bilgilerimiz!” diye ekliyordu Dutertre. Ama bu bilgiler de göz önüne alınır; çünkü bir savaş taslağında, bilgileri de hesaba katmak gerekir! iyi ama savaş, savaşlıktan çıkmıştı. Neyse ki bilgilerimiz göz önüne alınmayacak, bunu biliyoruz; çünkü bu bilgileri veremeyeceğiz. Yollar tıkalı olacak. Telefonlar çalışmayacak. Genelkurmay, aceleyle taşınacak.

Düşmanın durumuyla ilgili önemli bilgileri bize düşman verecek. Birkaç gün önce, Laon yakınlarında, safların olası durumunu tartışıyorduk. Generale bir irtibat teğmeni 11 gönderiyoruz. Yan yolda, generalin yeriyle bizim üs arasında, teğmenin arabası yolun ortasında duran bir kompresör merdanesiyle karşılaşır; arkasında iki zırhlı araç saklanmaktadır. Teğmen geri döner hemen; ama makineli sağanağı onu öldürür, sürücü yaralanır. Zırhlı araçlar Alman araçlandrr. Aslında Genelkurmay, yandaki odadan kendisine soru sorulan bir briç oyuncusuna benzemektedir: “Maça kızını ne yapmam gerek?” Oyunu görmeyen kişi omuzlarım silker. Oyunu görmediği için nasıl yanıtlasın? Ama bir Genelkurmay’ın omuzlarını silkmeye hakkı olamaz. Kenetlediği birkaç adamını elinde tutmak ve savaş sürdükçe, tüm kozlarını oynamak için onları harekete geçirmek zorundadır. Gözü kapalı olarak da olsa, hareket etmek, hareket ettirmek zorundadır. Oysa bir maça kızına, rastgele bir rol vermek güçtür. Önce şaşkınlıkla, sonra apaçık gördük ki olacakları önceden sezebilmişiz; ama olan olup da her şey yıkılmaya başlayınca, yapılacak iş kalmadığını anladık. Yığınla sorunun ezdiği, yenik düşmüş bir ordunun, bu durumdan kurtulmak için yaya ve topçularını, tanklarını, uçaksavarlarını sonuna kadar kullandığı sanılır… Oysa yenilgi, sorunları altüst eder. Ortada oyun diye bir şey kalmaz. Uçaklarını, tanklarını, maça kızını nasıl kullanacağını bilemez… Ona etkili bir rol bulmak için epey kafa yorduktan sonra, Maça kızı rastgele atılır masaya.

Heyecan değil can sıkıntısı vardır. Heyecana bürünen yalnızca zaferdir. Zafer düzenler, zafer yapar. Herkes de taşlarını taşırken soluk soluğa kalır. Oysa yenilgi, insanları bir tutarsızlık, bir anlamsızlık, bir boşluk içine atar, sonunda işe yaramazlık duygusuna sürükler. Çünkü bizden istenen görevler anlamsızdır. Günden güne daha da anlamsızlaşır. Ne kadar çok kan dökülürse, o kadar anlamsızlaşır. Buyruk verenler, bir dağın kaymasını önlemek için son kozlarını masanın üstüne atmaktan başka çare bulamazlar. Dutertre ile ben, bu son kozlardanız ve komutanı dinliyoruz. Öğleden sonraki programı bize anlatıyor. On bin metre yükseklikteki uzun bir uçuştan dönünce, Arras Bölgesi12 nin tank parklarının yedi yüz metreden taramaya yolluyor bizi. Sanki bize şunları söylüyormuş gibi anlatıyor: “İkinci sokağa sapar, karşınıza ilk çıkacak alanın köşesinde durursunuz. Orada bir tütüncü var; bana bir kutu kibrit alırsınız.” “Peki, Komutanm.

” Sıradan görev, sıradan sözlerle veriliyor. Kendi kendime: “Fedai görevi,” diyorum. Düşünüyorum… Pek çok şey düşünüyorum. Sağ kalırsam, gece olunca düşünürüm. Acaba sağ kalır mıyım? Görev kolaysa, üçte biri geri dönüyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir