Anton Çehov – Bütün Öyküler 4 (1887)

Kim var orada? Yanıt yok. Bekçi bir şey görmüyor ama rüzgarın, ağaçların uğultusu arasından yolda birinin ayak seslerini işitiyor. Bulutlu, sisli bir mart gecesi sarmış her yeri. Bekçi yerin, göğün ve düşünceler içinde kendisinin kocaman, göz gözü görmez bir karanlık içinde birleştiğini hissediyor, insan bu havada ancak el yordamıyla yürüyebilir. —Kim var orada? Kimsiniz? diye bağırıyor bir daha, karanlıkta biri fısıldayarak kıs kıs gülüyormuş gibi geliyor. Yaşlı bir adamın sesi duyuluyor: —Benim, arkadaş. —Siz kimsiniz? —Ben mi?. Buradan geçen biri. Korkusunu bağırmakla yatıştırmaya çalışan bekçi; —Kim yani? diye öfkeyle bağırıyor. Kötü ruhlar mı getirdi seni buraya? Gece vakti gömütlükte ne işin var? —Ne, gömütlük mü burası? —Başka neresi olacaktı ya! Gömütlük, görmüyor musun? Adam iç geçiriyor. —Ah, aman aman, sen bizi koru, Meryem ana! Gözlerim de bir şey seçmiyor. Karanlıktan göz gözü görmüyor ki. Nasıl bir karanlık bu? —Kimlerden oluyorsun? —Gelip geçen bir yabancıyım, arkadaş. —Yabancıymış! Gece gezgincisi sen de.


İşiniz-gücünüz şeytanlık! Yabancının iç çekmeleri, ses tonu bekçiyi rahatlatmıştı. —İnsanı günaha sokarsınız! diye sürdürüyor konuşmasını. Gündüzleri kafayı çeker, geceleri de şeytana uyarsınız. Tek başına değilsin gibime geliyor, bir-iki kişi daha varsınız buralarda. —Arkadaş, ben yalnız başımayım. Aman aman, bağışla günahımızı Tanrım! Tam o sırada bekçi yabancıyla burun buruna gelince; —Nasıl girdin buraya? diye soruyor. —Yolumu şaşırdım, arkadaş. Mitriyev’in değirmenine gidiyordum, başka yola sapmışım. —Amma da yaptın! Değirmene yol buradan mı geçer? Belli, kafan pek çalışmıyor. Mitriyev değirmenine gitmek için kentten çıkınca devlet yolundan yürüyecek, sonra sola sapacaktın. Sarhoşluğun cezası işte, boşu boşuna üç fersah yol yürüdün. Kentte kafayı çekmişsin anlaşılan. —Çektim ya… O günahı işledim. Doğruyu saklayacak değilim. Peki, bundan sonra nasıl gideceğim? —Bu gömütlük yolunun bitimine dek dümdüz yürü, karşına bir duvar gelince sola sap. Oradan da yürüyünce önüne bir kapı çıkacak.

Kapıyı açtıktan sonra hadi yolun açık olsun! Ama hendekle karşılaşacaksın, sakın düşme içine! Hep tarlalardan yürü, yürü, böylece gene devlet yoluna çıkarsın. —Allah senden razı olsun, arkadaş. Meryem anamız koruyup esirgesin. Bir iyilik daha yapıp bana biraz yol gösterseydin ya! Kapıya dek geçir beni! Bu iyiliğini unutmam! —Kendin git, benim hiç vaktim yok. —Ne olur, yardım et, arkadaş; duacın olurum. Bu karanlıkta bir şey görmüyorum. Biraz önüme düş, beyciğim! —Yol gösterecek vaktim yok, dedim! Eğer herkesin istediğini yapsak kendi işimizi göremeyiz. —İsa adına yalvarırım. Gözlerim bir şey görmüyor, ayrıca gömütlükte yalnız yürümekten korkuyorum. Belli, iyi bir insana benziyorsun. Çok korkuyorum. Bekçi içini çekiyor. —Başıma bela oldun. Hadi bakalım, gidelim! Bekçiyle yabancı yürüyorlar. Yan yana, omuzları birbirine değiyor, ikisi de susuyorlar.

İliklere işleyen nemli bir rüzgar karşıdan yüzlerine çarpıyor; hışırdayan, görünmez ağaçlardan Üzerlerine iri su damlaları dökülüyor. Yol su birikintileriyle kaplı. Uzun sessizlikten sonra bekçi; —Anlamadığım bir şey var, yolun buraya nasıl düştü? diye soruyor. Gömütlük kapısı kilitlidir. Yoksa duvardan mı atladın? Duvardan atlamak bu yaşta bir insan için yapılacak son iş. —Bilmiyorum, arkadaş, bilmiyorum. Buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum. Sapıtmış olmalıyım. Tanrım cezamı verdi. Belki de iblisin işidir bu, beni zorla yoldan çıkardı. Demek, sen gömütlük bekçisi oluyorsun? —Evet, buranın bekçisiyim. —Bütün gömütlüğe tek başına mı bakıyorsun? Şiddetli rüzgarın etkisiyle ikisi birden duruyorlar. Fırtınanın kesilmesini bekleyen bekçi; —Hayır, üç kişiyiz, diyor. Arkadaşlardan biri ateşler içinde yatıyor, kalan ikimiz sırayla nöbet tutuyoruz. —Demek öyle, arkadaş… Şu rüzgarın şiddetine bak.

Ölüler yattıkları yerden dinliyor olmalılar. Azgın bir hayvan gibi uluyor durmadan… Oh, aman aman! —Peki, sen nereden gelip nereye gidiyorsun? —Çok uzaklardan, arkadaşım. Vologdalıyım. Kutsal yerleri gezer, iyi insanlar için dua ederim. Tanrım, sen koru, esirge bizi! Bekçi piposunu yakmak için duruyor. Yabancıyı siper alıp oturarak üst üste birkaç kibrit çakıyor. Birinci kibrit yolun sağında, bir gömütün üstündeki melek heykeli ile kararmış haçı aydınlatıp sönmüştür. İkincisi, rüzgarda şimşek gibi parlayıp sönerek soldaki bir parmaklığın köşesini aydınlatıyor. Üçüncü kibrit ise yolun iki yanındaki beyaz meleği, koyu haçı, çocuk gömütünü çevreleyen parmaklığı aydınlatıyor. Yabancı derin derin iç geçiriyor. —Görüyorsun, bütün ölüler, canlarım uyuyorlar! Zenginler de züğürtler de, zekiler de aptallar da, iyiler de kötüler de bir arada yatıyorlar. Burada hepsinin değeri bir. Kıyamet borusu çalana değin uyuyacaklar. Toprakları bol olsun, Tanrım rahmet eylesin! Bekçi; —Bir gün gelecek, biz de son uykumuzu uyuyacağız, diyor. —Orası öyle… Bütün ölümlü varlıkların sonu bu.

Ah, aman aman! İşimiz-gücümüz kötülük yapmak, kurnazlık düşünmek! Durmadan günah işliyoruz! Lanetlenmiş, doymak bilmez, aç gözlü bir ruh taşıyorum ben! Ulu Tanrı’yı kızdırdım, bana ne bu dünyada, ne öbür dünyada huzur var. Solucanların toprağa gömülmesi gibi boğazıma dek günaha gömülmüşüm. —Evet, hepimizin sonu ölüm. —Öyle, bundan kurtuluş yok. —Senin gibi gezginci dervişler için ölüm bizlerden daha kolaydır, sanırım. —Dervişten dervişe fark var. Gerçek dervişler Tanrı yolunda ruhlarını yüceltirler, bir de öyleleri var ki, gömütlükte yollarını şaşırıp şeytanları bile güldürürler. İnsan böylelerinin eline düşmeyegörsün, baltayla kelleni uçururlar vallahi! —Ne diye söylüyorsun bunları? —Öyle işte… Hah, kapıya geldik, sanırım. Evet, kapı… Şunu aç bakalım, iki gözüm. Bekçi el yordamıyla kapıyı bulup açıyor, yabancıyı kolundan tutarak dışarı çıkarıyor. —Burası gömütlüğün sonu. Şimdi bir yere sapmadan tarlalardan yürü, sonunda devlet yoluna çıkacaksın. Ama sınır hendeği var, oraya düşme sakın. Devlet yoluna yürü yürü, solda değirmeni görürsün. Yabancı derin derin göğüs geçiriyor.

—Aaah! Ah! Düşünüyorum da Mitriyev’in değirmenine gidip ne yapacağım? En iyisi, beyciğim, seninle burada durayım. —Burada işin ne benimle? —Bir işim yok da birlikte neşeli olur. —Tam neşeli adamı buldun! Derviş baba, bakıyorum da şakayı pek seviyorsun! Beriki kıs kıs gülüyor. —Orası öyle, severim şakayı. Sen de dostum, çok hoş bir adamsın. Bu derviş babayı uzun süre unutmayacaksın. —Neden unutmayacak mışım? —Seni bir güzel kandırdım da ondan… Benim nerem derviş? Hiç dervişe benziyor muyum? —Kimsin öyleyse! —Bir ölü. Tabutunda az önce dirilmiş bir ölü!. Çilingir Gubarev’i tanır mısın? Hani büyük perhizde kendini asmıştı. İşte çilingir Gubarev’in ta kendisiyim. —Yalanları kıvır bakalım! Bekçi inanmaz görünürse de bütün bedenini öyle bir ürperti basar ki, yerinde duramaz, çabuk çabuk elleriyle kapıyı yoklamaya başlar. Yabancı koluna yapışır bekçinin. —Dur bakalım, nereye gidiyorsun? Ne biçim adamsın sen? Beni nasıl bırakıp gidersin? Bekçi kolunu kurtarmak için uğraşır. —Bırak, bırak beni! diye bağırır. —Dur, dedimse duracaksın! Çırpınıp durma, köpek eniği! Canını kurtarmak istiyorsan dediklerimi aynen yap.

Kan akıtmak niyetinde değilim, yoksa şimdiye dek çoktan gebertmiştim seni. Yerinden kıpırdama! Bekçinin bacakları gevşiyor. Korku içinde gözlerini kapayıp titreyerek duvara yaslanıyor. Yardım istemek için olanca gücüyle bağırsa bekçi kulübesinden işitmeyeceklerini bildiği için sesini de çıkaramıyor. Yabancı onu kolundan tutarak, konuşmadan birkaç dakika dikiliyorlar. —Biri ateşler içinde yatıyor, biri uyuyor, biri de dervişlere yol gösteriyor. Aman ne iyi bekçi bunlar! Aylık almaya gelince en başta koşarsınız. Yağma yok, arkadaş, hırsızlar her zaman sizden atik çıkmıştır! Dur, kıpırdanma, diyorum sana! Suskunluk içinde beş-on dakika kadar daha geçiyor. Derken, rüzgarda bir ıslık sesi işitiliyor. —Tamam, şimdi gidebilirsin. Hayatta kaldığın için şükret! diyor yabancı. Islığa ıslıkla karşılık veriyor, kapıdan koşarak uzaklaştıktan sonra hendeğin üzerinden atladığı duyuluyor. Titremesi hâlâ geçmeyen bekçi kötü şeyler sezerek kararsızca kapıyı açıyor, gözleri sıkı sıkı kapalı, gerisin geriye koşmaya başlıyor. Gömütlüğün ana yoluna sapmadan aceleci ayak sesleri geliyor kulaklarına. Birisi; —Timofey, sen misin? Mitka nerede? diye soruyor.

Ana yolu koşa koşa geçince karanlığın içinde ölgün bir ışık çarpıyor gözüne. Işığa yaklaştıkça korkusu artıyor, kötü şeyler olup bittiği konusundaki sezgisi güçleniyor. «Kiliseden geliyor bu ışık. Kilisede niçin ışık olsun ki? Tanrım, sen bizi koru! Tam düşündüğüm gibi!» diye geçiriyor içinden. Kırılmış pencerenin önünde bir dakika kadar dikilip korkuyla mimbere bakıyor… Hırsızların söndürmeyi unuttukları küçük bir mum alevi pencereden giren rüzgarın etkisiyle sallanıyor, yerlere saçılmış cüppelerin, devrilmiş dolabın, kürsünün ve bağış kutusunun çevresindeki çamurlu ayak izlerinin üzerine fersiz kırmızı lekeler bırakıyor… Bir süre daha geçince uluyan rüzgarın dağıttığı, gömütlüğün her yerinden duyulan aceleci, kesik kesik tehlike çan sesleri yayılıyor… EVDE —Grigoryevlerin uşağı kitap almak için geldi, ama ben, sizin evde olmadığınızı söyleyerek vermedim. Postacı gazete ile iki mektup getirdi. Şey, Yevgeni Petroviç, size önemli bir şey söyleyeceğim. Seryoja’yla biraz ilgilenseniz… Üç gün önce, bir de bugün sigara içtiğini gördüm. Kendisine öğüt vermeye kalkınca her zamanki gibi kulaklarını tıkayıp yüksek sesle şarkı söylemeye başlıyor. Bölge mahkemesi savcısı Yevgeni Petroviç Bıkovski mahkemedeki duruşmadan eve yeni dönmüştü. Çalışma odasında eldivenlerini çıkarken oğlunun özel eğiticisi kadının anlattıklarını dinledi, omuzlarını silkerek gülmeye başladı. —Siz ne diyorsunuz? Seryoja sigara mı içiyor? Bakın şu yumurcağa! Kaç yaşında bu velet? —Yedi. Belki size şaka gelebilir, ama bu yaşta sigaraya başlarsa zararını kendi çeker. Bu gibi alışkanlıklar işin ta başında önlenmelidir. —Doğru söylüyorsunuz.

Peki, tütünü nereden buluyormuş? —Sizin çekmecenizden. —Ya! Gönderin öyleyse onu buraya! Eğitmen kadın uzaklaşınca Bıkovski yazı masasının önündeki koltuğa oturdu, düşüncelere daldı. Her nedense küçük oğlunu ağzında bir arşın boyunda bir sigarayla, duman bulutu içinde gözünün önüne getirdi. Bu gülünç görüntü onu gülümsetirken eğitmen kadının kaygılı yüzü çok eskilerde kalıp yarı yarıya unutulmuş anılara alıp götürdü onu. Kendisi okula gittiği sıralar çocukların okulda ya da evde sigara içmeleri öğretmenleri, ana-babaları garip, anlaşılması zor korkulara sürüklerdi. Evet, gerçekten dehşete kapılırlardı. Çocuklara acımadan sopa çekerler, okuldan atarak geleceklerini karartırlardı. Oysa eğiticilerden, babalardan biri bile sigara içmenin nasıl bir suç olduğunu, ne gibi zararlar doğurduğunu bilmezdi. En akıllılardan birisi çıksa da çocukların bu kusuruyla mücadele etmeye kalksa, o da yapılmazdı. Yevgeni Petroviç’in lise müdürü çok kültürlü, iyi yürekli bir insan olduğu halde öğrencilerden birini sigara içerken yakalayınca eli-ayağı kesilir, korkudan beti benzi atar, hemen disiplin kurulunu toplayarak çocuğa okuldan uzaklaştırma cezası verdirirdi. Toplum yaşamının kuralları böyleydi herhalde, bir kötülüğün kökeni ne kadar anlaşılmaz olursa onunla boğuşma yöntemi de o derece katı, acımasız oluyordu. Savcı okuldan atılmış birkaç arkadaşının daha sonraki yaşamını görmüş; onların işledikleri suçtan dolayı gördükleri zararın, verilen cezanın sonucundan daha kötü olamayacağını düşünmüştü çoğu zaman. Canlı varlıkların her ortama çabucak uyum sağlama, alışma, kendini yeni durumlara uydurarak rahata erme gibi bir özelliği vardır; böyle bir özelliği olmasa insanoğlu mantıksal, düşünsel etkinliğinin çoğu kez mantık dışı sonuçlar doğuracağını hissederek rahatı kaçardı. Büyük sorumluluk isteyen eğitim, hukuk, edebiyat gibi alanlarda etkinliklerimizle amaçladığımız sonuçların güvenilirliliği çok azdır, çoğu kez tersine sonuçlar elde ederiz. Yalnızca yorgun, dinlenmekte olan beyne gelen bu gibi uçucu, dağınık düşünceler Yevgeni Petroviç’in kafasına da doluşmaya başladı.

Bu düşüncelerin nereden, niçin geldiği bilinmez; ancak fazla derine inmeden beynin yüzeyinde dolaşıp dururlar. Saatler, hatta günler boyu devlet işlerinde, resmi görevlerde aynı yönde düşünmeye alışmış insanlar için böyle özgür, evcil düşünceler bir çeşit rahatlama, hoş bir huzur sağlar. Akşam saat 9 sularıydı. Yukarıda apartmanın ikinci katında birisi bir köşeden öbürüne habire tur atıyor, üçüncü katında ise dört elle piyano çalıyorlardı. Sinirli sinirli yürümesi acı düşünceler içinde olduğunu ya da diş ağrısından kıvrandığını düşündüren adamın adım atışları ile iki kişinin tekdüze gam yapması akşam sessizliğine insanı gevşeten, uyku getirici bir hava veriyordu. Kendi dairesinin iki oda ötesinde ise kadın eğitmen ile oğlu Seryoja konuşuyorlardı: —Babam mı geldi? Ya! Ba-bam gel-miş! Ba-bam gel-miş! diyordu çocuk. Eğitmen ürkek kuşlar gibi bir çığlık attı: —Votre perè vous appelle, allez vite! [1] Size söylüyorum! «Peki, ben şimdi çocuğa ne diyeceğim?» diye düşündü Yevgeni Petroviç. Daha bir şey düşünmeye fırsat kalmadan yedi yaşındaki oğlu Seryoja girdi içeriye. Cinsiyeti ancak giyindiği şeylerden belli olan bir çocuktu bu. Çelimsiz, solgun yüzlü, sıska, sera bitkileri gibi nazik… Yalnız yapısı değil, hareketleri, kıvırcık saçları, bakışı, kadife ceketi de yumuşaklık, narinlik anlatıyordu. Babasının dizine tırmanıp boynuna bir öpücük konduran çocuk yumuşak bir sesle; —Merhaba, baba! Beni mi çağırdın? dedi. Savcı oğlanı yanından uzaklaştırdı. —Bir dakika izin verin, Sergey Yevgenyiç! Öpüşmeden önce iki adam gibi oturup ciddi ciddi konuşmalıyız. Sana kızgınım, artık sevmiyorum seni. Bundan böyle bilmelisin: Seni sevmiyorum, artık benim oğlum değilsin! Çocuk babasına dik dik baktı, sonra bakışlarını masaya kaydırdı, omuz silkti.

Gözlerini kırpıştırarak; —Sana ne yaptım ki? diye sordu. Bugün ne odana girdim, ne de bir şeyciğine elimi sürdüm. —Natalya Semyonovna az önce senden yakındı. Sigara içiyormuşsun. Doğru mu bu? —Evet, doğru söylüyor, bir kerecik içtim. Savcı güldüğünü göstermemek için suratını astı. —Gördün mü? Bir de yalan söylüyorsun! Natalya Semyonovna iki kez sigara içtiğini görmüş. Demek oluyor ki, üç yanlış hareket yapmış bulunuyorsun: Sigara içiyorsun, başkasının tütününü alıyorsun, yalan söylüyorsun. Üç suç birden!. Çocuğun gözlerinin içi güldü. —Doğru ya! İki kez sigara içtim; biri dün, biri de daha önce. —Gördün mü? İki kez sigara içmişsin. Senden hiç memnun değilim. Eskiden iyi bir çocuktun, oysa şimdi bozuldun, kötü biri oldun. Yevgeni Petroviç oğlunun gömlek yakasını düzeltirken, «Ona daha ne söylesem?» diye düşünüyordu.

—Evet, yaptıkların hiç hoşuma gitmiyor. Senden bunu beklemezdim. En başta, başkasının tütününü alma hakkına sahip değilsin. Herkes yalnız kendine ait olan şeyden yararlanmalıdır. Eğer başkasının malını alırsa kötü bir insan olur. («Ona söylemem gereken şeyler bunlar değil.» diye düşündü Yevgeni Petroviç.) Örneğin Natalya Semyonovna’nın şallarını koyduğu bir sandık var. Ne sen, ne de ben sandığa el sürmemeliyiz, çünkü bizim değil. Doğru söylemiyor muyum? Senin de oyuncak atların, resimlerin var. Onları alıyor muyum ben? Belki almak isterdim ama benim değil onlar, senin! Seryoja kaşlarını kaldırdı. —Eğer istiyorsan al, dedi. Lütfen sıkılma, baba, hepsini alabilirsin. Senin masanın üstünde duran sarı köpek benim, ama ben sesimi çıkarıyor muyum? Bırak, dursun orada. —Sana nasıl anlatsam, bilmem ki! O köpeği kendin bana armağan ettin, o şimdi benim oldu, istediğimi yapabilirim.

Oysa tütün benimdir, onu sana vermedim. («Hay, Tanrım! Çocuğa gereği gibi açıklayamıyorum! Demek istediğim bunlar değil!» diye geçirdi içinden.) Başkasının tütününü içmek istiyorsam önce ondan izin almam gerekmez mi? Tümceleri beceriksizce bir araya getirerek söyleyeceklerini çocuk diline çevirmeye çalışan Bıkovski oğluna mülkiyet kavramını açıklamaya çalıştı. Seryoja onu tüm dikkatiyle dinliyordu (babasıyla akşamları tatlı tatlı söyleşirlerdi). Çocuk sonra masanın kenarına yaslandı, miyop gözlerini kağıtlara, mürekkep hokkasına dikti. Bakışları masada gezinirken zamk şişesi üzerinde durdu. Şişeyi alıp gözlerine yaklaştırdı. —Baba, zamkı neyden yaparlar? diye sordu. Bıkovski şişeyi aldı, yerine koydu. —İkincisi şu sigara içmen… Bu da çok kötü. Eğer ben içiyorsam bundan sen de içebilirsin anlamı çıkmaz. Ben içiyorum, bunun kötü bir şey olduğunu biliyorum, bu yüzden kendimi ayıplıyorum, kendimden hiç hoşlanmıyorum. («Ah, ne kurnaz bir eğitimcisin sen!» diye düşündü.) Tütünün sağlığa büyük zararı vardır, sigara içenler içmeyenlerden daha erken ölürler. Özellikle senin gibi küçüklere çok zararı dokunur.

Senin göğsün zayıftır, tam gelişmemiştir, o yüzden tütün dumanı verem gibi hastalıklar doğurur. İgnati amcan da veremden ölmedi mi? Eğer sigara içmese bugüne dek yaşayabilirdi. Seryoja düşünceli düşünceli lambaya baktı, parmağıyla abajura dokundu, içini çekti. —İgnati amcam güzel keman çalardı. Şimdi kemanı Grigoryevlerde duruyor… Böyle diyerek masaya yaslandı, düşüncelere daldı. Soluk yüzünde babasını dikkatle dinliyormuş ya da kafasındaki düşüncelere kendini kaptırmış gibi bir anlatım donup kalmıştı. Kırpışmadan bakan iri gözlerinde hüzün, korku benzeri bir anlam vardı. Belki de bir süre önce annesini, amcası İgnati’yi onlardan alan ölümü düşünüyordu. Ölüm anneleri, amcaları öbür dünyaya götürüyor; çocuklar, kemanlar ise bu dünyada kalıyordu. Ölüler yıldızlara yakın yaşıyorlar, oradan bizlere bakıyorlardı. Bu ayrılığa dayanabiliyorlar mıydı acaba? Yevgeni Petroviç, «Ona nasıl anlatsam? Beni dinlemiyor.» diye düşündü. Davranışlarına da, benim söylediklerime de aldırdığı yok. Kafasına nasıl sokmalı bu çocuğun?» Kalktı, odasında dolaşmaya başladı. Bir yandan da şöyle düşünüyordu: «Eskiden, benim zamanımda bu gibi sorunlar kolayca çözülürdü.

Çocuğun sigara içtiği görülünce bir güzel sopa çekilirdi. Zayıf iradeliler, korkaklar sigara içmeyi hemen bırakırlar, ama gözü pekler, zeki çocuklar tütünü çoraplarının içinde saklarlar, samanlıkta filan içerlerdi. Samanlıkta içerken görülüp sopayı yerlerse bu sefer ırmak kıyısında devam ederlerdi. Büyüyünceye dek bu böyle sürer giderdi. Annem bana sigara içmeyeyim diye para, bonbon verirdi. Şimdi bu gibi yöntemler geçersiz sayılıyor, hatta ahlak bozucu görülüyor. Çağımızın eğitimcisi bugünün mantığına dayanarak çocuğun yaşamdaki yönünü korku ve baskıyla ya da aferinlerle, ödüllendirmelerle değil, kendi isteğiyle, bilinçli olarak alması için uğraşıyorlar. Savcı odada gezinip bunları düşünürken Seryoja da yandaki sandalyeye basıp masaya tırmanmış, resim yapıyordu. Temiz dosya kağıtlarını karalamasın, mürekkebe dokunmasın diye masanın ucuna onun için dörde kesilmiş kağıtlar ile bir mavi kalem konulmuştu. Küçük bir ev yapan Seryoja kaşlarını oynatarak; —Bugün aşçı kadın lahana doğrarken parmağını kesti, dedi. Öyle bir çığlık attı ki, hepimiz korkuyla mutfağa koştuk. Ne aptal kadın! Natalya Semyonovna parmağını soğuk suya sokmasını söylüyor, o ise durmadan emiyordu. Kirli parmağı nasıl ağzına sokar, bilmem ki! Bu kötü bir şey değil mi, baba? Daha sonra avluya küçük bir kız çocuğuyla birlikte bir laternacının geldiğini, laterna çalarken kızın şarkı söyleyip oynadığını anlatmaya başladı. «Kafasında kendi düşünceleri var çocuğun. Kendine göre bir dünya kurmuş; neyin önemli, neyin önemsiz olduğuna ona göre karar veriyor.

Onun dikkatini çekmek, bilincine ulaşmak için çocuk diline öykünmek (taklit etmek) yetmiyor; aynı zamanda onun tarzında düşünmek gerekiyor. Tütüne gerçekten acısam, o yüzden üzülüp ağlasam beni mükemmel anlardı herhalde. Çocuk eğitiminde annelerin yeri doldurulamaz, çünkü çocuklarla birlikte aynı şeyi hissederler, onlarla birlikte göz yaşı döküp kahkaha atarlar. Mantık yoluyla, ahlaksal öğütlerle bir yere varamazsın. Şimdi ne söyleyeceğim ben ona? Ne söyleyebilirim?» —Bir daha sigara içmemek konusunda şeref sözü ver bana! dedi. Yaptığı resmin üzerine eğilerek kalemini kağıda sertçe bastıran Seryoja oyun oynar gibi; —Şe-eref sözü! Şe-e-eref sözü-ü-ü! diye babasının söylediklerini üstelemeye başladı. Bıkovski «Çocuk şeref sözünün ne anlama geldiğini biliyor mu bakalım? Hayır, öğüt vermesini bile beceremiyorum. Eğitimcilerden ya da bizim yargıçlardan biri beynimin içini okusa oğluma karşı çok gevşek davrandığımı anlar, işi çapraşık açıklamalarla yokuşa sürdüğümü söylerdi. Ama ne olursa olsun, okulda, mahkemede bu gibi sorunlar evde olduğundan daha kolay çözülmektedir. Çünkü evde çılgıncasına sevdiğimiz kişilerledir işimiz, sevgi sorunları her zaman çetrefilleştirir. Eğer Seryoja oğlum değilde öğrencim ya da bir sanık olsa böylesine korkmazdım, düşüncelerim dağılmazdı.» diye geçirdi içinden. Yevgeni Petroviç masaya oturdu, oğlunun yaptığı resimlerden birini önüne çekti. Seryoja eğri çatılı bir ev çizmişti, duman bacadan zigzaglar çizerek kağıdın üst kıyısına dek yükseliyordu. Evin yanında göz yerine iki nokta konmuş bir asker, askerin 4 rakamı biçiminde bir süngüsü vardı.

Savcı; —İnsan evden daha büyük olur mu? Senin resminde ev askerin omzuna ancak geliyor, dedi. Çocuk resme baktı. —Ama, baba, askeri küçük çizsem gözlerini göremezdik.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir