Askin Gungor – Ates Sarkilari

Rüzgârın yetim bıraktığı sararmış çocuklar vurdular camlara, sessiz çığlıkları duyuldu. Bulutlar hızla kapattılar akşamüstü göğünü. Gölgeler büyüdü. Güneş boğuldu bağırarak. Kuru ağaç dallarında pinekleyen kuşlar tercüme ettiler güneşin çığlığını, bağrışarak havalandılar, uçup gittiler kiremitli alçak çatıların üzerinde. Evlerin ışıkları yandı. Gözkapakları örtündü pencerelerin; içlerinde soluklanan ışıkların pervazlardan zıplayıp sokağa taşmasını engellediler. Ara sokaklar ötelerde bir yerlerde yaşayan ana caddenin ve bulvarın boğucu sesini kıskandılar, çaresizce arttırdılar suskunluklarını. Yaklaşan yağmura yakalanmamak için aceleyle yürüyen ayaklar fâni tıkırtılarla tükettiler kaldırımları, ait oldukları bedenleri evlerine yetiştirdiler. Sararmış son çocukları aldı rüzgâr kuru ağaç dallarından. Yağmur başladı. Ağaçlar üşüdüler. Çatıları, asfalt yolları, kaldırımları, ağaçların kel başlarını, antenleri, içleri tıka basa dolu çöp bidonlarını, sandalları, gemileri, denizi… kullanarak asırlardır ürettiği şarkıyı yineledi yağmur. Rüzgâr vokal yaptı besteye. Islanmış sokak köpekleri en tiz ulumaları ile orkestraya eşlik ettiler.


Yağmur söyledi, rüzgâr söyledi, köpekler söyledi… Şehir dinledi, sahil dinledi, zaman dinledi… Đnsanlar mahremiyetlerine çekildiler. Titreşerek yandı sokak lambaları. Asfaltın sevmediği gölcükler ve ince ırmaklar karanlığa başkaldırıp ışıldadılar. Güz yağmuruydu bu, ne kadar süreceği belli değildi; çünkü yağmur, güzün fazlaca severdi yerlerde uyuklayan sarı yaprakları yıkamayı, teselli edebilmek için ağaç gövdelerine konmayı… ve güzün bulutlar fazlaca severlerdi denizinden mahrum kalmış geçkin denizkızları gibi hıçkırarak ağlamayı. Rüzgâr sürüklendi, nüfuz edeceği bir kuytu aradı inatla, koştu, hiç dinlenmedi, caddeleri aştı, duvarlara çarptı, ara sokaklara girdi, ilerledi, ilerledi… ve sonunda, daracık sokaklardan birinin orta yerinde, dört katlı bir apartmanın giriş katında, kanatları pervasızca iki yana açılmış korunmasız bir pencere buldu, daldı içeri. Đnce beyaz tüller kornişlerden kurtulmak istercesine çırpındılar, çiçek desenli perdeleri de kandırdılar. Bir kaç ölü yaprak atladı içeri, ince mavi çizgili gri koltuğun üzerine oturdular. Küçük oda soğudu. Đhtiyar adam dizlerinden destek alarak kalktı televizyonun karşısındaki tek kişilik koltuğundan, ağır adımlarla ezdi yumuşak halıyı, pencereye yöneldi. Televizyondaki donuk bakışlı güzel genç kadın ekranın göbeğine bakarak Yunanistan’ın Türk karasularını yine ihlal ettiğini, Ekonomi Bakanı’nın enflasyon canavarının gelecek bir kaç ayda mutlaka yenileceğini belirttiğini, Sivas-Ankara karayolunda bir tuğla kamyonunun bir yolcu otobüsünü on altı kişinin hayatı bahasına biçtiğini, Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı yine yendiğini, Balkanlardan gelen soğuk hava dalgasının özellikle Marmara Bölgesi’nde önemli ısı düşüşlerine neden olacağını… yavan bir sesle söylüyordu. Yeşil damarlı eliyle kapattı ihtiyar adam pencereyi, tülleri düzeltti, perdeleri örttü; spiker kadının sesi taşamayacaktı yağmur sokağına. Terliklerini halıya sürüyerek koltuğuna döndü, dirsek dayanaklarından destek alarak oturdu yerine. Uzaktan kumandayı aldı küçük sehpanın üzerindeki yarı yarıya boşalmış Samsun paketi ile içinde vasati kırk çöp bulunan Kav kibrit kutusunun yanından. Düğmelere dokundu: Donuk bakışlı güzel genç kadın, elindeki tabancayı yaşlı ve şişman kadının başına dayayan kalın kemikli iriyarı adama bıraktı ekranı; kadının gerçekte “Help!” diye bağıran dudaklarından dökülen “Đmdat!” nidalarını önemsemedi ihtiyar adam, görüntüyü değiştirdi: Tom, onlarca yıldır bıkmadan sürdürdüğü kovalamacaya devam ediyor, peşine takıldığı Jerry’nin kendisini şöyle ya da böyle alt edeceğini bile bile çabalıyordu. Koca bir ütüyü indirdi Jerry, odanın köşesini henüz dönen hınzır kedinin kalın kafasına.

Gülümsedi ihtiyar adam ve yüzündeki gülücüğü bir an bile yitirmeden sonuna dek izledi yeryüzünün en sevimli, en zararsız kavgasını. Sigaranın zararlarını anlatan seyrek saçlı bir adam üzerindeki ıvır zıvırlar özenle düzenlenmiş vernikli koca bir masanın ardında ahkâm kesmeye başlayınca, bir sigara çıkardı paketten, dudağına yerleştirdi, tutuşturdu kibritle, kanalı değiştirdi: Daracık kırmızı tişörtündeki beyaz Amerikan kelimelerini üzerinde gururla taşıyan sarışın VJ. kızı sevemedi bir türlü; bir kez daha dokundu kumandanın düğmelerine: Şimdi renklerini yitiren ekranda Frank Sinatra, yüzündeki siyah-beyaz aşk mimiklerini, karşısındaki uzun parlak saçlı kadına aktarmaya çalışıyordu… Bu iyiydi. Bu kanalda kalınıp, koltukta pineklenebilirdi. Eskiyi buruk bir mutlulukla hatırlatan film, tam da kendisi gibi, görünmeyen bir merdivenle gerisin geri geçmişe inebilmeyi hayal eden ihtiyarlara göreydi. Geçmişin dolu dolu yaşanmış, bir can-sevgiliyle paylaşılmış günlerini getiriyordu usa: Münevver’le bu filmi seyretmişlerdi, yıllar önce. Atlas’ta mıydı, Konak’ta mı? Ne önemi var?… Kaç koltuğa sahip olursa olsun, sevdiğinle yan yana oturduğunda iki kişilik sıcak ve karanlık bir dünyaya dönüşüveren bir sinemaydı işte… Film arasında bir kesekâğıdı patlamış mısır yemişlerdi. Gazoz istememişti Münevver; gaz nedeniyle midesi ağrıyordu sonra. O içmeyince kendisi de istememişti… “Cemil,” demişti Münevver, kolunu sıkmıştı, yutkunmuş, gözlerini kırpıştırmış, susmuştu. Sessiz bir dileyişti bu. Aslında ne çok şey söylemişti genç kız… Işıklar sönmüştü ansızın. Filmin ikinci yarısı başlamış, insanlar susmuştu. Arada bir çıtırdayan kesekâğıtlarının, dişler arasında gevelenen mısır patlaklarının sesi kalmıştı tek tük. Genç Cemil usulca eğilmiş, koltuğunun altındaki genç Münevver’in titrek dudaklarını harlı dudaklarıyla bulmuş, kalbinin çırpıntısını küçük bir serçenin kanat çırpmalarına benzeterek ve aynı çırpıntıyı Münevver’in göğüs kafesindeki bir serçenin de yinelediğini hissederek, o taze dudakları sevgiyle, sevgiyle, sevgiyle öpmüştü. Frank Sinatra, tutkuyla öptü kolları arasına aldığı uzun parlak saçlı kadını… Cemil Bey, bu öpüşün ortak serçeler barındırmadığını adı gibi biliyordu.

Filmi kendi hâline bırakarak kalktı koltuğundan. Ayakları ve kenarları usta işi oymalarla süslenmiş beyaz masanın başına geçti. Dayanmacında elips bir delik olan tahta sandalyeyi çekti altına, oturdu. Örtüsüz masa üzerindeki mürekkep hokkasını, diviti, kurutma tozunu, mektup kâğıdı destesini, kül tablasını, şeffaf bant rulosunu, içi su dolu cam sürahiyi ve bardağı süzdü. Öksürdü. Damlalar cama vuruyorlardı. Usulca uğulduyordu rüzgâr. Akşamın ışıksız gözleri pencerenin ardından, perdelerin cılız aralığından izliyordu içeriyi. Duvardaki büyük saat, içinde konaklayan cansız guguk kuşunu bıraktı dışarı: Gu-guk, gu-guk… Akşamın yedisi. Kafesteki beyaz güvercin, belli belirsiz ‘kuu’ladı; zamanın tutsak kuşuna yanıt verdi kendince. Bu yağmur altında, bu ıslanan Đstanbul’un bir yerlerinde, saçlarında kan kırmızı bir karanfil büyüten güzeller güzeli bir çingene, ellerini iki yana açmış dans ediyor muydu damlalara eşlik etmek istercesine? Yoksa sadece, kimsesiz evindeki güçsüz bir ihtiyarın yorgun zihnindeki sanrılardan mıydı bu? Mektup kâğıtlarından birini önüne çekti Cemil Bey. Diviti batırdı hokkanın içine, mürekkebin fazlasını silkeledi. Kollarını masaya yaslayıp düşündü kısa bir an. Kâğıdın üzerine eğildi. “Yaşamın neresine dokunsam ellerim kesildi, kanadı,” cümlesiyle başlayan bir mektup yazmaya koyuldu.

Birkaç cümle sonra kalktı yerinden. Ağır adımlarla vardı televizyonun karşısındaki koltuğunun kıyısına. Sehpa üzerindeki sigara paketi ile kibrit kutusunu aldı. Mektubun başına döndü tekrar. Sigara yaktı. Yazmaya devam etti. “Đnsan önce umutlarını yitiriyor,” cümlesini kâğıda geçirdikten sonra tuhaf bir burukluk duyumsadı. Đçinden, ta derinlerden, midesinin oralardan bir yerden, bir şey (aslında alışık olduğu, ama mahiyetini bilmediği bir şey) yukarı doğru yükseldi. Burnu sızladı. Gözpınarlarındaki damlalar taştı kirpiklerinden. Yanakları ıslandı. Gri yeleğinin cebindeki beyaz kumaş mendille sildi gözlerini, burnunu. Kızdı kendine; iyice çocuklaşıyordu. Mektuba devam etti. Bir sigara daha, bir tane daha… Nihayet yazmayı bitirdiğinde geriye doğru esnetti vücudunu.

Sırtına çöreklenen şu ağrı… Sandalyeden kalktı. Küçük kapısından dışarı fırladı guguk kuşu, ince ince bağırdı. Koca bir saatin (yalnız ömrünün yine yalnız bir saatinin) nasıl böylesi çabuk geçiverdiğini anlayamadı Cemil Bey, çok da umursamadı. Güvercin ‘kuu’ladı. An geçtikçe güçleniyordu rüzgâr; uğuldadı, uğuldadı… Bitişikteki mutfağın duvarına dayanmış olan AEG buzdolabı bağırarak paydos etti. Çalışırken farkına varılmayan uğultu, buzdolabı gürültüyle durduktan sonra garip bir biçimde hissettirdi yokluğunu. Sessizlik büyüdü, Frank Sinatra’nın final şarkısına rağmen, sessizlik büyüdü. Yağmur sürüyordu. Đnce uzun parmaklar bir kez daha çevirdiler kanalı, kumandanın düğmelerini kullanarak. Ekranı kaplayan görüntülerle pek de ilgilenmedi Cemil Bey. Şöyle dumanı tüten, tavşan kanı bir bardak çay çekti canı. Kim demleyecekti şimdi?. Çay demleyebilmek için ya genç olmalı, ya yaşamdan keyif almalı, ya da o bir bardak çayın sıcaklığını paylaşacağı bir dosta yakın durmalıydı insan. Bugüne dek yaşam sevincinin üzerine içmişti çayı –Münevver’in, onlarca yıllık hayat arkadaşının, Biricik’in, Sevgili’nin demlediği çayı. Şimdi tavşan kanı demli çay yoktu; çünkü şimdi elindeki metal tepsi içinde dolu bardaklar, demlik, süzgeç, şeker kavanozu taşıyarak usul usul yanaşan, tepsiyi sehpaya bırakıp yanı başına oturduktan sonra servis yapan Münevver yoktu.

Ve böylece en kutsal günlerin, gecelerin bile içlerinde, artık, yaşam sevinci yoktu, gülücükler yoktu, konuşmalar, tartışmalar, “şu kör olası romatizmalı bacaklar”dan dert yanmalar, Eylül’lerini o uzak şehre götüren gamsız damadın neden küçük Özge’yi ne idüğü belirsiz bir kreşe emanet ettiğini karşılıklı sorgulamalar, gelecek bayram yine gelmeyeceklerine (”Hayır baba, gelmiyoruz değil, gelemiyoruz! Đşte, Arda’nın büro, benim işim, sonra Özge…”) karşılıklı emin olmalar, yan yana oturup Kartal Tibet’li, Ayhan Işık’lı, Zeki Müren’li, Sadri Alışık’lı, Göksel Arsoy’lu, Cüneyt Arkın’lı (”Asıl adı neydi bunun, Münevver Hanım? Fahrettin miydi? Cürekli-bi’şey…”), Đzzet Günay’lı, Yılmaz Güney’li, Ediz Hun’lu, Ekrem Bora’lı, Hülya Koçyiğit’li, Türkan Şoray’lı, Belgin Doruk’lu, Filiz Akın’lı, Fatma Girik’li, Adile Naşit’li, Münir Özkul’lu, Hulusi Kentmen’li, Erol Taş’lı, Kadir Savun’lu, Ahmet Tarık Tekçe’li, Önder Somer’li, Suzan Avcı’lı, Çolpan Đlhan’lı… siyah-beyaz filmler izlemeler, duygulanmalar, neşelenmeler yoktu. Yalnızlık vardı şimdi, kopkoyu yalnızlık vardı… Rüzgâr dindi. Son tıpırtıları duyuldu damlaların; yağmur kesildi. Hızla kaçıştılar kara gökteki gri bulutlar. Yıldızlar milyar yıllık tabloyu oluşturdular koşarak. Cemil Bey kalktı koltuğundan, masaya sokuldu. Yazdığı mektubu aldı titrek ellerle, defalarca katladı, minicik etti. Uzunca bir parça kopardı bant rulosundan, ucunu denk getirip yapıştırdı katlanmış mektubun bir yanına. Yatak odası kapısının yanındaki dolabın üzerinde duran kafese yöneldi. Güvercin ‘kuu’ladı. Hemen ardından guguk kuşu endamını gösterdi yine: Guguk… “Saat dokuz mu oldu, hı?” Kafesin kapısını açtı Cemil Bey. Ürkütmemeye çalışarak aldı güvercini eline. Hayvan çaresizce kurtulmaya uğraştı bir an, sonra kara gözleriyle izledi şeffaf bant yardımıyla bileğine bağlanan katlanmış kâğıdı. Gümbürdedi yüreciği. “Korkma, küçüğüm!” Güvercinin küçük gagasını öptü Cemil Bey, ak tüylü sırtı yanağına sürdü.

Đki avucu arasında dünyanın en sevimli postacısını tutuyordu. Pencereye yöneldi ağır ağır. Perdeleri açtı, tülü açtı, mandalı çevirip pencere kanadını açtı. Uysal bir esinti doldu içeri, gri yelek ile çizgili pijama takımı altındaki ince bedeni yalayıp, odanın en gizli köşelerini keşfetmek için ilerledi. “Yolunu bul,” diye fısıldadı Cemil Bey. “Bulutlar yol versin sana! Melekler kanatlarını ödünç versin! Uç! Götür mektubumu!” Açtı avuçlarını. Güvercin kısacık bir an kıpırdamadı, merakla sağa sola çevirdi boynunu. Rüzgâr yoktu. Yağmurun şarkısı susmuştu. Köpekler havlamıyordu… Çırptı kanatlarını güvercin, havalandı, bir kaç korkmuş tüy bıraktı geride, uçtu, uçtu… ıradı. Yıldız olmuş kuşlardan biriydi şimdi uzakta; ihtiyar gözlerin seçemeyeceği, ışığı yüreğinde saklı bir küçücük yıldızdı. “Güle güle küçüğüm, yolun açık olsun!” Pencere kapandı. Kısa bir süre sokağa taşma keyfini yaşayan oda ışığı tutsak oldu perdelerin ardında.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir