Asuman Ercan – Dolunay Yansımaları

kaostan doğan yeryüzü karanlığı gece, binlerce yıl sonra bir gün, zamandan lacivert rengini alırken ay’ı fark etti. ay, nedense ona ansızın, yeraltı karanlığıyla birleşmelerinden doğan gün’ü ve esir’i hatırlatmış, ışığıyla içini kamaştırmış, heyecandan gözlerini yaşanmıştı, onu hemen sol kanadının altına, kalbinin tam üstüne çağırdı, ay büyüyerek geceye geldi, böylece ay’m kalbiyle gecenin kalbi, sabaha değin birlikte attılar. gece, koyu derinliğini ay’ın parlaklığına sunarken; ay, gecenin karanlığını yaldızlayarak kutsadı. birbirlerindeki yansımalarıyla ve bu yeni varoluşun tadıyla hem onlar, hem bu zevkin seyrine kapılan kader tanrıçaları kendilerinden geçtiler ve bu üç tanrıça, geceyle ay’ın kaçamak aşkını geri dönülmez kılmada söz birliği ettiler. o günden sonra, belli zamanlarda hep:… …gece ne zaman ay’a özel davransa; ay, ne zaman gecenin sol kanadının altına bütün varlığıyla sokulup bir büyücü küresi gibi parlayıp geceyi baştan çıkarsa, yeryüzü uykusuz kalır, canlılar öteki benlikleriyle tali İr, sarhoş olurlar, insanoğlunun karanlık kuytularında uyuttuğu yabani öz uyanır, hayata hayat, yıkıma yıkım katarak, sızıncaya kadar devinir durur. ertesi gün, törelerin hâlâ hükmünü sürdürdüğü ülkelerde, gecede saklı kalamayıp ipucu veren her şey, çoğu kez sahte bir özürle anılır; içten içe bir suç ortaklığı içeren samimi bir arzuyla bağışlanır: “…dolunay vardı!” O 12 2 yıldızlar Samanyolu tanık ki; o gece soğuk deniz’de ateş ardı, fırtınalar okyanusu’nda fırtına! çobanyıldızı tanık ki; bulut denizi buluttan, yağrnır denizi yağmurdan, nem denizi sisten görünmez lmuştu. güneş, yer ve ay yan yana uzanmışlardı, din adamlarıyla ölüme yakın yaşlılara göre, bu hiç de ‘hayra alamet’ değildi, çünkü salyangozlar, istiridyeler, denizyıldızları, yosunlar ve mercanlar; bir de şiirleri mercan rengi kadınlarla erkekler sırf bu yüzden çıldırmışlardı. berenike’in saçları da tanık ki; o gün, gece dolu, ay dolunaydı. O 13 3 sular gün boyu ve gece, sular yükselmeye devam etti. kumlar, suları emip denize dönüşüyorlardı, kumsal boyunca yürüyüş yapanların birbirine karışmış ayak izleri, seni seviyorum ve kumdan kalelerin çoğu sular altında kalmıştı, gecenin ilerleyen saatlerinde, güneşlenenlerin bedenlerinden artakalan izler de sular tarafından yutuldu, plaj şemsiyelerinin altlıklarını sular örttü, kuytularına küçük balıklar sokulup susam aradılar. ay’ın sulara düşen ikizinin yuvarlağı, gümüşten bir denizanası gibi dalgalana dalgalana unutulmuş bir söze doğru yüzüyordu, unutulmuş söz, kumsalın kayalara en yakın tarafında, çizgili olduğu hâlâ seçilebilen şezlongun hemen kıyısında duruyordu, fısıltı gibi bir şeydi. O 14 4 ağaç fi’ ya ilkyazın ilk günleri ya da son yazın son günleriydi, gece ansızın inivermişti. ay, turuncu kâğıttan bir japon feneri gibi, ağacın çıplak dallarından birinde duruyordu, ağaç, bir şehri bir şehre bağlayan tekdüze yollardan birine epey uzakta, tek başınaydı, o yüzden, otomobilin yan penceresinde uzun süre kaldı, otomobil ilerledikçe, fener, o daldan öteki dala, öteki daldan bir ötekine geçip durdu. sonra ay ve ağaç ayrıldılar, ağaç hızla uzağa ve karanlığa karıştı, ay tepelerle, tünellerle kesintiye uğrasa da, solana değin yolcuya eşlik etti. yolcu, yoluna düştüğü şehre ulaştığında, gittiği evin insanlarına yalnızca, ay’ı, turuncu bir kâğıttan japon feneri gibi dalından dalına gezdirip, sonra gökyüzüne takan ağaçtan söz etti.


‘ ona, “sana ıhlamur yaptık, yatağın da hazır… yol yorgunusundur, onu iç, sonra biraz uzan istersen!?” dediler. O 15 5 . ev ev, bir kıyı şehrinin biraz dışında, öteki evlerden genişçe bir bahçe, alçak bir bahçe duvarı, iki taraftan iki toprak yolla ayrılmış, denize, bir akşam yürüyüşü kadar uzaklıkta, sarı otlarla kaplanmış bahçede, kepenkleri kapalı ve rengi solmuş sarı badanasıyla öylece duruyor. eskiden bütün kış yazı beklerdi, yazı ve yazı orada geçirmeye gelen sahiplerini, sahiplerinin arabasının anayoldan toprak yola kıvrılışını, kalkan altın renkli toz bulutunu, güneş ışınlarının bir ayna gibi parlatıp içinde ağaç dallarının ve gökyüzünün yansıdığı ön camda, hayal meyal o iki yüzün sevinçli anlatımlarını görmeyi beklerdi. komşulardan bazıları onları hemen fark eder, el sallarlardı, ev, onların hiç kimseye takılmadan bir an önce içeri gelmelerini isterdi, aynı şeyi sahiplerinin de istediğini bilir, pek tedirgin olmazdı, çünkü ikisi de eşyaları bile indirmeden, hemen onun kepenklerini, kapılarını, pencerelerini açarlardı, sonra tek tek odaları dolaşır, etrafa, eşyalara özlemle bakarlar, onların eski yüzlerinde saklı duran anıların sıcaklığıyla 16 birdenbire hiç gitmemiş, hep buradaymış gibi olurlarİı. kadın, oturup biraz soluklanıp bir şeyler atıştırlalarından önce, ortalığın tozunu almaya; adam, dış kapıların ve açık duracak pencerelerin sinekliklerini |akmaya koyulurdu, ev için de, onlar sanki hiç gitmeliş, hep buradalarmış gibi olurdu. sonra günler bir kalp gibi atmaya başlardı, yavaş favaş bahçedeki kurumuş sarı otlardan temizlerlerdi ş>nu. toprağı kabartırlar, ağaçlara su verirler, çiçekleri yenilerlerdi. adam, geçen yılki çatlaklara taktığı kibrit çöpleriİhin düşüp düşmediklerini kontrol ederdi, kadın, o yıl {çocukların gelip gelemeyeceklerini düşünür, onların [özlemleriyle gözleri dolar, bazen gizli gizli ağlardı, adam onu görse de görmezlikten gelir, zamanın geçişine alt dudağını ısırarak, ellerini arkasına kavuşturarak bakardı. geceleri yemeklerden sonra yürüyüşe çıkarlardı. f ev, onların kumsala kadar gidip rüzgâr varsa hemen, “gece sakinse biraz oturup döneceklerini bilirdi, merak etmezdi. bazı akşamlarsa yemeklerden sonra tavla atarlar, evin içini pul şakırtılarıyla doldururlardı, ev, onların çocuklar gibi çekişmelerine şaşırır kalırdı, bazen de adam, televizyonda söylenen sevdiği bir şarkıya eşlik eder; kadın, kendini “mümkün mü unutmak güzelim!.” diyen gevrek sesteki anılara kaptırırdı. önce adamın uykusu gelirdi, kadının da uykusu gelinceye kadar koltuğunda uyuklamayı tercih eder, sonra birlikte uyumaya giderlerdi, kocaman, eski yatakta ikisinin de bedenlerinin çukuru vardı, oralara Dolunay Yansımaları 17/2 yerleşip ayaklarını birbirlerininkine dokundurup uyurlardı. ev, onların iki sihirbaz gibi küçük, gösterişsiz dokunuşlarla birbirlerini ve kendisini; geldikleri zaman da çocuklarını nasıl çekici, temiz ve mutlu kıldıklarını düşünür, onları bütün kötü şeylerden korumak isterdi.

günlerin kalp gibi atan ritmi, bir güz başı son buldu, ama aylar boyunca ev, bunun her zamanki yaz sonu gidişi olmadığını aklına bile getirmedi, ne zamanki bütün kış beklediği yaz geldi, o zaman olağandışılığın tedirginliği, gelip yüreğine oturdu, ama o, yaz sonuna kadar umudunu yitirmemeye çalıştı, tanıdık bir ses bekledi; bir araba homurtusu, bir ayak sesi… sonunda güz geldi, rüzgârın sesi panjur aralıklarında ıslıklar çalmaya başlayıp insan sesleri neredeyse duyulmaz olduğunda, ev, artık her şeyin değişmiş olduğunu hissetti, yine de bunu kendisinden saklamaya çalıştı, çünkü ev, acılara öylesine uzak ve hazırlıksızdı ki, korkuyordu. ama güzün ilk dolunay gecesinde birdenbire çözülüverdi. kibrit takılı çatlaklarından yaşlar sızmaya başladı, içi yanıyordu, onların her zamanki gibi olan o son toparlanışları gözlerinin önünden gitmiyordu, yola çıkmalarından bir gün önce paslanmayı önleyici cila sürmeleri, mola verecekleri yerleri konuşuşları, evden ayrılırlarken vanaları, tüp musluklarını tekrar tekrar kontrol edişleri… adam bej montunu giymişti o gün. kadının kulağında altın top küpeler vardı, adam arabaya gaz verdiğinde, kadın eve bakıp el sallamış, sonra kocasına dönüp “hadi iyi yolculuklar canım!” demişti, ev, en son 18 bunu duymuştu, sonra da arabanın, sarı kurşuni bir sabah serinliğinde toprak yoldan anayola çıkışını görmüştü, toz kalkmamıştı, toprak nemliydi. ev, bunları düşündükçe kepenklerinin kırılıp döküleceğini, camlarının patlayacağını, duvarlarının çatlaklarından ayrılıp yıkılacağını, onulmaz bir yıkıntıya dönüşeceğini sandı, sandı ki gürültüyü duyanlar, koşup geldiklerinde, dolunayın sakınımsız ışığında masal harabelerini andıran bedenini görecekler, bütün eşyalar ortalığa dağılmış olacak, yabancı gözler ve eller onlara dokunacak, yorumlu bakışlarıyla, onların herhangiliğine gizlenmiş ince anıları kıracaklar, böyle sandı. ama hiçbiri olmadı, ev, dolunayın çekimiyle hava kabarcıkları gibi su yüzüne çıkan güzel anıların verdiği dayanma gücüyle dayandı, orada, öyle, sabaha kadar dikildi durdu. O 19 6 ses bu sesi duyduğunu kimse öne sürmez, tersine, bu sesi duyduğunu kimse belli bile etmez, teni inci ürettiği söylenen bazı kadınlar, bu sesi duydukIarmTyalr nizcasırdaşlarına fısıldarlar, bu sırdaşlardan bazılarının ihaneti ise, sesin kulaktan kulağa yayılmasına neden olur. bu, çağıran bir sestir, sözcüksüz, ama çağıran! tıpkı hayvanlardaki gibi. renginden, tonlamasından ve biçiminden, çağrısı hemen anlaşılan; puslu, parlak, nemli bir ses! bu, tuhaf bir sestir, halka halka yaklaşan, kulakmemesine konup bütün bedene yayılan bir kamaşmaya neden olan ve bir girdap gibi duyanı usul usul, karşı konulmaz bir şekilde kendine doğru çeken, tuhaf bir ses! işte bu ses, ay’ın sesidir. ay, ejder ayına kurban etmek üzere avlanırken bu sesi kullanır, avını kurban ederek kendini ve güneşi korur, bu sesin etkisi onun bütünlüğünün, parlaklığının gücüne ve kurbanının yalnızlığına bağlıdır. teni inci üreten kadınların, üretmeyenlere göre daha yalnız olmadıkları, ama nedense kendilerini hep 20 daha yalnız hissettikleri söylenir, bu yüzden, bu sese hep onlar yakalanır ve onlar kaybolurlar. O 21 7 rüzgâr bozkırların ve tepelerin göz alabildiğine uzandığı, eteklerine toprak ya da nar çiçeği damların kümelendiği, sonra fundalıkların, ormanların başladığı ya da kayaların, derin yarların denizle kucaklaştığı yerlere, gece, dolunayla birlikte inmişse, rüzgâr ve şiir aynı anda duyulur. bu rüzgâr, ne kış gecelerinin karayeline, ne yaz gecelerinin meltemine, ne de nemli lodosa, buzlu poyraza, kum sarısı samyeline benzer, gölgelerle ışıkların yer değiştirmesinden oluşan bu rüzgâr, yeryüzünün dokunuşu en hafif, gri inci renkli tek rüzgârıdır, ve yeryüzünün en solgun, dokunaklı şiirini taşır, bu rüzgârı ve şiiri ancak, kalp solungaçları hayata sonuna kadar açık biri duyabilir, o zaman, duyan için her şey susar, gökyüzü, su yüzü ve mızıkalar!., duyanın kendi kalp sesi dışında her şey. şiir, işte bu sesi bütün boyutlarıyla duyuştur, kalbin, kalbini dinlemesi, bazen, başka bir kalbin kalbini, kendi kalbi sanıp dinlemesi.

ilki dokunaklılığını, kalbin mutlak yalnızlığından, yalnızlığın gölge kalkanından alır. öteki ise ezeli 22 yanılsamasından, yanılsama, gölge kalkanı parçalamış ve duyan, kalbini dolunay altında atarken bulmuştur, kimileri bu rüzgârın, mutlak yalnızlığa dayanamayan kalbin, yanılsamaya tutulduğu sırada oluştuğuna inanırlar ya da yanılsamaya dayanamayıp mutlak yalnızlığını kabul ettiği sırada, ve bu rüzgâra eskilerin, ‘bedir muzlim yeli’ dediklerini söylerler.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir