Handan Koc – Muhafazakarliga Karsi Feminizm

Aşkın maddi ve manevi koşulları erkeklerle kadınlar için farklıdır. Ne romantik aşk ne de onun cinsel özgürlükçü versiyonları kadınları özgürleştirebilir. Ama Türkiye’de kadınların önemli bir kısmı aşkı yaşama özgürlüğüne de sahip değildir. Bir kadının evlenmeden önce, yani “kızken” bir erkekle sevgili olması, diyelim el ele tutuşması, baş başa kalması, öpüşmesi nüfusun çoğunluğu için yasaktır. Öte yandan tüm kadınlar aşkın önemli olduğu bir kültürün içinde doğar büyür, aşka özendirilirler. Aşkı yaşama hakkına sahip olan genç “kızlar” için de sahip olmayan genç “kızlar” için de aşk çok önemlidir. Bir erkeği güzelliğiyle kendine âşık etmek ve imkân varsa onun eşi olmak “her genç kızın” hayalidir. Yani aşk bir yandan yasaktır ama aynı şekilde aşk uğruna hiçleşme hem kadınların istediği şey, hem de onlardan beklenendir. Aşkta toplumsal baskıları kırmaya çalışan kadınlar eğer ekonomik bir güce sahip değillerse tekinsiz bir hayata adım atacaklardır. Çünkü ailelerin sosyal desteği arkalarında olmayacaktır. O yüzden genç kadınların çoğu, sosyal yasayı çiğnemeden görücü usulü bir aşkı kabullenerek geleceklerini garantilemek isterler. Aşk hakkında politik-toplumsal bir gerçeklik olarak konuşulması, entelektüel ortamlarda gerilim yaratır. Herkes ister ki ömrümüzün bu en ince, en narin bağı düzyazıya dökülmesin. Bir ada gibi toplumsal-ekonomik bağlardan azade kalsın. Bunun sonucu olarak kadınla erkek arasındaki Aşk’ın sorunları popüler kültürün, cinsiyetçi ve çürümüş kalıpları içine çok kolay terk edilir.


Edebiyat, müzik, resim, belki psikiyatri, elbette psikoloji, biraz sosyoloji aşk hakkında disipliner bir hak iddia etme hakkına sahiptir de feminist teoriye ve siyasete bu hak verilmek istenmez. Halbuki aşk feminist siyasetin en önemli konularından biri olmak durumundadır. Bence feminist teori açısından soru şudur: Yeni cinsiyetçi-aşk-ahlàkını yıkmanın yolu nedir? Öte yandan geleneksel-muhafazakâr-cinsiyetçi ahlàkla hesaplaşmak da feministler için bir zorunluluktur. Çünkü geleneksel-dinsel ahlàk yeryüzünde ve ülkemizde ortadan kalkmış değildir. Aşkın Düşmanı Feminizm Mi? Ülkemizde aşk konusu devrimci düşünce düşmanlarının belki de en çok yararlandığı saldırı alanıdır. Toplumsal bir devrimi savunanlar düzenin geleneği savunan güçleri tarafından aşk vesilesiyle çok kolay yargılanırlar. “Devrimci düşüncelerin ahlàksızlığı ve maddeciliği, ruhun bütün güzelliklerine ve güzellik arayışlarına karşı değil midir madem? ”Vurun kahpeye!” misali atılır tutulur rahat rahat. Komünistlerin “karılarını paylaşan adamlar” olarak karalanması gibi, feministler de “aşkın değil seksin peşinde koşan çirkin lezbiyen sapıklar” diye tanıtılmıştır kulaktan kulağa. Karşıtlarına göre feminizm kadını aşksız bırakma hareketidir adeta… Çok okunan sağcı bir kalem olarak Nuh Gönültaş, internet sitesinde şöyle yazmıştı ki bu ve benzeri ifadelere çok sık rastlanır. Benzer düşünce sahipleri için adeta sürekli işlenen bir kalıptır bu: “Feminizm ve Sol’un cinsel devrimci kurtuluş veya özgürleşme programı, kadını aşksız, sevgisiz ve toplumda yalnız bir seks objesi olarak bıraktı. Zincirini kırmış kadın, artık aşk diye farklı seks arıyordu. Şunu bilmek gerekir, Batılılar Doğululaştıkları ölçüde gerçek aşka yaklaşırlar. Doğulular Batılılaştıkları zaman ise aşkta hüsran başlar. Doğu için kalp esastır, Batı için ise akıl. Kalp aşk ister, akıl ise para.

” Aşkla ilgili kirlenmenin günümüz dünyasına Batı’dan saçıldığı büyük ölçüde doğrudur. Muhafazakâr yazarlar için özgürlüğünü arayan kadınlara yönelik ahlàki yargılamalar ve Batı düşmanlığı hep el eledir. Onların gözünde Batılı işadamları hayranlık duyulacak insanlar olabilir ama aynı dünyanın kadınları ahlàksızdır. Lilith Mi Havva Mı? Özgürlüğü ve eşitliği arayan kadınlara karşı yapılan en geleneksel suçlama, onların erkekleşmiş kadınlar olduklarıdır. Peyami Safa ki faşist ya da İslamcı diyemeyiz, kalan özellikleri bir yana döneminin anti-komünist, modern gelenekçi bir yazarı olarak tanımlayabiliriz, 1937 yılında şöyle yazmıştır: “Hazreti Âdem’in Havva’dan evvel bir karısı olduğunu biliyor muydunuz?… İsrail ananesine inanmak lazım gelirse, Hazreti Âdem’in birinci karısının adı Lilith’tir. Ve kocası gibi kıpkırmızı balçıktan yaratılmıştır. Aynı çamurdan gelmiş olmanın verdiği cesaretle bu kadın, kocasıyla müsavat (eşitlik) iddia ettiği için geçinememiş ve Hazreti Âdem kendisine daha kıvrak ve uysal bir kadın vermesini Allah’tan dilemiş. İşte bundan sonradır ki, feminist, isyankâr ve geçimsiz Lilith, köpük gibi havada sönerek ebediyete karışır. (…) Kâinatta hiçbir zerre kaybolmaz, Lilith’in zerreleri de. (…) Nihayet, bugün, bir sürü feminist ve komünist kadının aralarındaki sistem farkına rağmen müşterek zekâ bünyelerinin eczasına karışmaya muvaffak olmuş. (…) Erkekle erkek olmak isteyen kalın sesli, elleri ve ayakları şişkin, kıllı çenesi gergin, çaçaron ve kavgacı Lilith’in kızlarını Havva’nın yumuşak ve kıvrak, tatlı ve kolay intibakların cevheriyle dolu, sokulgan ve güler yüzlü kızlarından ayırmak için bu sorgu yetişir: Lilith misin, Havva mı?” Feministlerin aşkı hak etmeyen çirkin kadınlar olduğu iddiası bugün artık herkes için komiktir. Ama erkeklerin aşkını kazanmak için bizden hâlâ eşitlikçi Lilith’in değil, yumuşak başlı Havva’nın yolundan gitmemiz isteniyor. Aksi yollar kadınlıktan çıkış olarak yorumlanabiliyor. Günümüz gelenekçi – İslamcı yazarlarından Dücane Cündioğlu aşk konusu etrafında kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle der: “Kadınların kadınlıklarından dolayı karşılaştıkları ve aşmak zorunda oldukları sorunlar, kimi yönlerden kadına özgü farklılıklar arz etse de bunlar esasa ilişkin değildir. Kadının en temel sorunu evinden olmasıdır; artık evine dönemeyecek bir menzilde karar kılmasıdır.

Kadın evinden atılmamalıydı; asla sokağa düşmemeliydi. Evin yerini sokak, mutfağın yerini büro, anneliğin yerini sekreterlik, mahremiyetin yerini teşhir aldıkça kadının erkekleşmesi kaçınılmazdır.” Kadınlara çalışmak için bile sokağı çok gören bu anlayışıyla 2000’lerin saygın muhafazakârı Cündioğlu, Peyami Safa’nın çok gerisindedir. Güzel Kadın, Yani Fitne Son yirmi beş yılda yeniden güçlenen egemen Sünni İslamcı düşünce kadınlardan mümkünse evde oturmalarını ve sokağa çıkınca da görünmez olmalarını istemektedir. Bu kültürde kadınlar erkekler için âşık olarak veya âşık olunan olarak korkulan yabancı varlıklardır. Müslümanlıkta bu açıdan kilit kavram “fitne”dir. Eski Türk Toplumunun Cinsiyet Kültürü isimli kitabında Mualla Türköne, ”Divanü Lügat-it Türk’te,” birçok romantik ve tutkulu aşk dizesine rastlıyoruz” diye yazar. “Bu dizelerde yer alan sevgili (kadın) zalim ve vefasızdır. Âşık, bir işaretiyle bağlandığı sevgilisini zalim bir avcı, kendisini ise av veya tutsak olarak tanımlar. Bu av-avcı ilişkisine dayalı aşkta ‘Gönlüm onun güzelliğiyle avlanır, gözüm onun ayağının tozuyla ilaçlanır’ türünden mazoşist eğilimlere de rastlanır. Sevgili veya bütün güzel kızlar, her zaman önce avlar, tutsak eder, sonra kaçarlar. Bu yüzden olsa gerek, çoğu dizelerde sevgiliden ‘konuk’ diye söz edilir. ‘Tuzak’ sözcüğü aynı zamanda, sevgili karşılığı da kullanılır. Demek ki usta bir avcı olan sevgili aynı zamanda bir tuzaktır. Ama tuzak olmak için onu kullanan bir başka gücün, bir üçüncü şahsın olması gerekir.

Bu eğer avcı, yani kadının kendisi değilse, ortaçağ anlayışına uygun bir yorumla dünya veya şeytandır. Gerek ortaçağ Hıristiyanlığında, gerek Doğu İslam dünyasında yaygın kabule sahip olan bu anlayışta, kadın fitnedir. İpleri şeytanın elinde olan, bir dünya fitnesi. Böylece kadın, hayran olunan bu güzellik melek yüzlü bir şeytana, avlayan, kaçan, zulmeden tehlikeli bir canavara dönüşür. Av durumundaki âşık, günden güne sararıp solar, yüreği yarılır, parçalanır, hasta olur, yorgun düşer.” Fitne TDK sözlüğüne göre geçimsizlik, karışıklık ve kargaşa demektir. Osmanlıca sözlükler biraz daha açıklayıcıdır: Fitne karşılığı sayılan anlamlar şunlardır: 1. Bela, 2. Ayartma, 3. Fesat, 4. Dinsizlik, 5. Ceza ve 6. Güzel yüz, güzel göz, güzel kadındır. Batı’nın kadını aşağı, akılsız ve güçsüz gören yaklaşımının aksine, İslam’da kadının kötülüğe dönüşebilecek bir gücü olduğuna inanılır. Bu güç hep denetim altında tutulmalıdır ki zarar vermesin.

Dolayısıyla Müslümanlık erkeklere kadının cinsel gücünün, çekiciliğinin karşısında konumlanmalar önerir. Dolayısıyla egemen İslam düşüncesinde genellikle erkeğe, kadından korkmak telkin edilmektedir. Peygamber bir hàdisinde şöyle demiştir: “(…) Benden sonra ümmetim için kadınlardan daha büyük bir fitne ve fesat kaynağı olmayacaktır.” (1) Şeriatçı Beyan dergisi ise 2005 Temmuz sayısında şöyle yazmıştır: “Feminizm, İslam’a aykırı batıl ve fıtrata aykırı bir ideolojidir. Saliha kadınları tenzih ederek söylüyorum: Çağımızın en büyük fitnesi kötü kadınlardır. İslam’da kadın; anne, nine, teyze, bacıdır. İslam, kadını ve kızı bir seks aracı, bir şehvet aleti olarak görmez.” Zina Korkusu Türkiye’de gelenekçi düşünen kafalar için, Cemil Çiçek’in feministlere karşı söylediği ve hiçbir zaman tam olarak inkâr etmediği “Flörtün fahişelikten ne farkı var?” sözü bir ağırlık taşımaktadır. Daha da fenası Türkiye’de sevişmeyle devam eden kuraldışı bir aşkın cezası, kolaylıkla ölüm olabilmektedir. Gelenekçi sessiz ama güçlü patriarklar bu cezayı da haklı görebilmektedir. Erkeklerin cinayetlerine karşı feministlerin 1980’lerde başlattığı mücadele yirmi yıl içinde meşruiyetini kazanmıştır. Töre ve namus cinayetleri Avrupa Birliği sürecinin de etkisiyle parlamentoda bir sorun olarak tanınabilmiştir. Ama âşık olduğu için veya baştan çıkarıldığı için kadınların ölümle cezalandırılmasını mesela, Türkiye’de mualiflerin bir zamanlar anti-Kemalizm uğruna ittifak yaptıkları İslamcı yazar Ali Bulaç zina korkusu fikriyle yorumlayabilmektedir. Bulaç bu ölümlerle, yani töre cinayetlerine karşı girişilen kampanyalarla ilgili şöyle yazmıştır: “Asıl verilmek istenen mesaj, töre cinayetleri gibi suç teşkil eden fiilleri öne sürüp, gündelik hayatta zinanın serbest olmasını sağlamak, kızlara ve kadınlara bedenlerini istedikleri gibi kullanabilecekleri, bu konuda din, aile, ahlàk ve toplumun hiçbir söz ve hak sahibi olamayacağı telkininde bulunmaktır.”(2) Müslüman Kerem İle Ermeni Aslı Aşk günümüzde muhafazakâr âlemlerin yeniden baş tacı ettikleri Divan Edebiyatı’nın baş konusudur.

Bu dalın uzmanlarından olan İskender Pala, “Divan Edebiyatı…” der. “Baştan sona aşkın beyanıyla doludur.” Yazar birçok şair ve şiirden örnekler verir. Aşkın beyanından bahseder ama şunu beyan etmez: Bu şiirin fiziksel aşkı da yaşayan sevgilileri, peşinde koşulan güzelleri en az kadınlar kadar erkeklerdir. Osmanlı Sarayı etrafında oluşan bu edebiyat, bir ölçüde erkeklerin, diğer erkeklere duydukları aşkın ifadelerini içerir. Merkezi egemen yasaya göre Müslüman kadınlar ulaşılmaz, görülmez olmalıdır. Aşk en fazla gayrimüslim bir kadınla bütün anlamlarıyla yaşanabilir. Müslüman kadınlar o kadar ulaşılmazdır ki bazı yazarlar o yüzden bizde heteroseksüel-cinsel aşkın tarihinin, eşcinsel aşkınkinden çok daha kısa olduğunu söylerler. Gerçi geleneksel aşk hikâyelerimizin bazıları, Karacaoğlan’ın gayet müsamahalı bir aşk hayatını yansıtan şiirleri, egemen Sünni tarikatların dışındaki mezheplerde kadın ve erkeğin birbirini görmesine ve sevmesine verilen iznin yansımaları olan birçok aşk hikâyesi bu topraklarda aşkın farklı beyanlarını da yansıtır. Geniş Anadolu coğrafyasında yüzyıllardır en çok anlatılan aşk hikâyelerinden biri “Kerem ile Aslı”dır. Malum bu iki âşık farklı dinlere mensuptur. Bu hikâyenin Müslüman versiyonunda Kerem ile Aslı’nın arasına Aslı’nın babası Ermeni keşişinin dini taassubu dikilmiştir; Ermeni versiyonunda ise Aslı’nın Müslüman olan babasının taassubu. Hikâyenin sonunda her iki âşık da murat almadan ölmüştür. Üstelik Kerem keramet sahibi bir ermiştir. Bu kahramanlar aşklarının hakkını veren, efendi ve dünyevi karakterler olarak herkes tarafından sevilmiş, sayılmıştır.

Pertev Naili Boratav şöyle yazar: “Halk hikâyelerimizde sevgililerin arada bir, birbirleriyle buluşup görüşmeleri, konuşmaları, hatta sevişmeleri, İslam dininin, kadınla erkeği nikâhtan evvel birbirlerini görmekten bile men eden kanunlarıyla telif olunamaz. Hikâyelerde, dini baskının dışına bu çıkış, hayatta da rastlanan bir olaydır.”(3) Bugünden bakıp şöyle denebilir, Aslı babasına rağmen, Kerem’e değil kendine güvenerek bir adım atabilse hem düğmeler çözülecek, hem vuslat olacak, belki de âşıklar yanmayacaktır. Faşist Muhafazakârlık Bugün aşk tekelci-tüketim toplumunun kullanıp kullanıp içini boşalttığı, yolunu kaybetmiş bir duygu, bir ihtiyaç maddesi olarak ortalıkta dolanmaktadır. Uluslararası reklam, fuhuş, uyuşturucu, porno ve medya endüstrisi aşkın kirleticileri olarak hem Doğu’da hem de Batı’da işbaşındadır. Bu sektörlerin Batılı ve yerli patriarklarına karşı sesini çıkarmayan Türkiyeli Sünni-egemen muhafazakârlar, çareyi kadınları gönüllü “ev kölesi” olarak tutmakta görüyorlar. Korkutucu olan gelişmelerden biri bu geleneksel düşüncenin çok kolay kadın düşmanlığı yaratan etkisiyle beslenen yeni faşist düşüncelerdir. Bakın “İsyankâr Erkek” isimli bir internet sitesi kendini nasıl tanıtıyor: “Sitemiz namussuzlukla (aşk veya flört), ahlàksızlıkla, dejenerasyonla, fuhuşla, sübyancılıkla, pornografiyle, homoseksüellikle, küçücük çocuklara iyilik doğruluk yerine prezervatifin ne olduğunu öğretenlerle mücadelesine devam edecektir. Biz tekeşliliği, sadakati, namus kavramını ve aile kurumunun güçlendirilmesi gerektiğini savunuyoruz ve bunları hedef alan her türlü akımla da mücadele edeceğiz.” Türkiye’de her zaman ilginç olan, kadınların hem aşka, hem sokağa, hem de eve yönelik özgürlük arayışlarının hiç kesilmemesidir. Bu da kurtuluşçu fikirler için ümit vericidir. (1) Kitab al-Cami al-Sahih, Al-Buhari, Leyden, Hollanda, 1868, s. 419, K:67, B:18. Aktaran: Fatima Mernissi, Peçenin Ötesi, Yayınevi Yayıncılık (2) Aktaran: Muhittin Sirer, Aktüel, Ocak 2006 (3) Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliği, Adam Yayınları “Bedenimiz Bizimdir!” Demek Ve İslamcılar Türkiyeli feministler olarak yıllar önce “Bedenimiz bizimdir!” diyerek sokaklara döküldüğümüzde hiç kimse yüzümüze karşı geçip de “Hayır, bedeniniz sizin değildir!” ya da “Ne münasebetsiz bir başlık bu, tabii ki bedeniniz sizindir…” dememişti. Kadınların bedenlerinin erkeklerinkinden farklı bir toplumsal muameleye uğradığını sanki herkes biliyordu.

Bu kampanya ve hele hele onun sembollerinden biri olan “Mor İğne” ile erkekler pek alay etmişti. Oysa kadınlar feminizmle veya herhangi bir izm’le hayatları arasında bir ilgi kurmayan kadınlar bile bu tepesine mor bir boncuk takılmış çuvaldızları ve onun aracılığıyla algıladıkları mesajı sevmişlerdi. Kadınları Mor İğnenin peşine düşmekten alıkoyan tek kaygıları olabilirdi. Bunun özgür bir cinsel hayat istemek anlamına geleceği korkusu. Çünkü kampanyayı yürüten kadınlar ne anlatılarsa anlatsınlar, ne savunurlarsa savunsunlar kulakları tıkalı, gözleri kör anti-feministler korosu aynı uyduruk kalıbı tekrarlıyorlardı: Bunlar “açık saçık gezip, sevişip durmak isteyen” bencil, sorumsuz, çirkin kadınlardır. Evet, istediğimiz zaman istediğimiz insanlarla sevişmek istiyorduk. Ama bu mu ahlàksızlıktır yoksa istemediğin bir erkeğe gelin verilmek mi? Bu soru hepimizin. İlk kampanyamızı, kadınların evde yediği dayağa karşı yürütmüştük; modayı da, medyayı da, kadınların alınıp satılmasını da, tüketim toplumunu da eleştiriyorduk ama ne fayda. Erkek egemen ahlàkın ikiyüzlülüğünü ortaya döküp reddediyorduk ya, o halde ahlàksızdık.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir