Aziz Nesin – Böyle Gelmiş Böyle Gitmez

Sıksık sorarlar: — Nasıl bu kadar yazabiliyorsun? Derler ki, kimi sanatçıların esin perileri varmış da, bu periler onların ruhuna sanatı üfîermiş, Esin perisi denilince gözümün önüne, altı balık, üstü kız olan denizkızı gibi bir havakızı geliyor; altı kuş, üstü sırma saçlı bir dünya güzeli. Yarısı kuş, yarısı kızdan bu esin perisi, omuzuna tünediği sanatçının kulağına fısıl da fısıl bişeyler fısıldıyor. Deyin ki kopya veriyor. Esin perim yok ama, benim de esin cinim, esin cadım, esin devanam var. Benimkilerin yarısı kuş, yarısı kız değil, olsa olsa ondabiri insan da geri yanı canavar. Omuzuma tünememiş, sırtıma binmiş, ben altta iki büklüm, kanter içinde, yorgun bitkin… Hem benim esin cinim, esin cadım bir tane değil, sürü sürü… İkisi inse, üçü biniyor sırtıma. Periler eşsiz güzellikte; cadılar, cinler eşsiz çirkinlikte. Periler okşar; cinler çarpar, çimdikler, ısırır. Esin perisi omuzuna tünediği sanatçının ruhuna üflüyor ne üflüyorsa, kulağına fısıldıyor, onu esinliyor. Benim sırtıma binmiş, üstüme çullanmış otan 9 esin caddem, esin cinleri, esin canavarları durmadan buyuruyor, zorluyor, azarlıyor: — Yaz! Hadi yazsana! Durma yaz! Ne duruyorsun? Uyumaya hakkın var mı senin… Uyan! Oturma öyle… Kalk çabuk… Hasta da olamazsın… Şişşşt, kalk bakalım… Yaz! Benim esin cinlerim, cadılarım, canavarlarım: Kira isteyenlerim, para isteyenlerim, alacaklılarım, bitürlü tükenmeyen gereksinimler… Yazmam da ne yaparım? Bu yeryüzünde, bir sanatçıyı altı delinmiş bir ayakkabı kadar esinleyebilen, çalışmaya zorlayan başka hiçbişey olamaz. Elimde olsaydı, İnsan Hakları Evrensel Bildtrisi’ne şöyle bir madde ekletirdim: «Hasta olabilmek, her insanın en vazgeçilmez, elinden alınmaz tabiî ve toplumsal hakkıdır; her insan hasta olabilir.» Hasta olunca sırtüstü uzanıp yatabilen mutlu kişilere hep imrenmişimdir. Yarım yüzyıla dayanan yaşamımda, bir günük olsun hasta olabilmek hakkımı kullanamadım; esin cadılarım, esin canavarlarım bırakmıyor. Gece rüyamda, gündüz hülyamda, yani bütün dünyamda onlar. — Yaz! Yazıyorum.


— Daha yaz! Daha yazıyorum. Sabah ıslaklığındaki yemyeşil çayırlara bakarım da özlemle, içimden çayırın üstüne uzanıvermek gelir boyluboyunca. Çıplak ayakla yürüyüversem, elli yılın yorgunluğu ayaklarımdan yeryüzünün derisi altına akıverecek sanki… Bigün nasıl olsa tüm dinleneceğim, ama ne 10 yazık, o zaman da dinmekte olduğumu bilemeyeceğim… Birisi bana, — Nasıl bu kadar çok yazabiliyorsun? diye sorunca, doğrusu ya, dışa vurulmamış bir kızgınlık duyuyorum. — Keyfimizden mi yazıyoruz sanki… Zora gelmişiz, darda kalmışız işte… Amaaaaa, hiç inanmadığım bişey olsa da bir daha doğsam, yeniden gelsem bu yeryüzüne, seçeceğim başka yol yok; yine böyle, yine böyle çalışmanın mutlu yorgunluğu içinde tükenip gitmek isterim. Cok değişik türde, değişik biçimde yazıyor, değişik konular işliyorsam, bunun nedeni, sanırım, toplumumuzun değişik katlarından, değişik çevrelerinden karışık insanlarla düşüp kalkmış olmamdır, işte şimdiyedek yaptığım işlerden birkaçı; Ayaksatıcıiığı, çobanlık, askerlik, muhasebecilik, ressamlık, gazete satıcılığı, kitapçı dükkânı işletmek, özel öğretmenlik, fotoğrafçılık, yazarlık, gazetecilik, bakkallık, mapushanecilik — Bu da bir meslektir, hem de zor mesleklerdendir—, işsizlik —Bu, mesleklerin en zorudur—, kundura boyacılığı, berber dükkânı işletmek, daha da başka işler… Anılarımın büyük değil, küçük önemi bile olmadığını biliyorum: Ama İçinizden herhangi birinin yaşamı olarak, yaşadığımız toplumu ve çağı yansıtması bakımından belki ilginizi çeker umuduyla, anılarımı yalansız dolansız anlatıyorum sizlere. 11 KUR’AN, DİKİŞ MAKİNESİ VE OTURAK Dünyaya gözümü yangınla açtım. İlk anım, kapkaranlık gökyüzünü kaplamış o kıpkızıl alevlerdir. Ondan öncesini hiç ansımıyorum. Ama o ilk anı da,, bütün ayrıntılarıyla belleğime çakılıp kaldı. Annem uyandırdı. Sarı topuzlu pirinç karyolanın başucunda, duvarda asılı, içinde Kur’an bulunan sim işlemeli mavi atlas keseyi aldı, öpüp başına koydu. Sonra o keseyi boynuma geçirdi. Kızkardeşimi de salıncaktan kaptı. Perdesi açık pencereden, kıvılcımlar saçan,, yalımlar püsküren, ateş kusan, kıpkızıl bir gökyüzü görünüyordu. Tavanda, döşemede, duvarlarda, kırmızı ışıklar oynaşıyor, büyüyüp küçülerek, uzayıp kısalarak… Aynaya baktım: Yanan gökyüzü aynanın içine dolmuş… Sokak kapısı gümgüm vuruluyor.

Dışarda anlamsız bir uğultu, bağırıp çağırmalar… Arasıra bir çocuk ağlaması yada bir kadın çığlığı, uğultuyu yırtıyor. Kıvılcımların, ateşten iri böcekler gibi, pencere camına çarptığını görüyordum, çıtırçıtır sesler, yangın sesi… Sonra pencerenin camı yokoluverdi, ya eridi, ya kırıldı. Yüzüme bir harlı sıcaklık vurdu. Odanın kapısı itilerek açıldı birden. Bitakım adamlar doldu içeri… Ellerine geçirdiklerini alıp alıp gidiyorlar. Annem, bu adamları yangından eşyamızı kurtarmaya çalışan iyilikseverler sanıyormuş. Bir kucağında ben, bir kucağında kızkardeşim, annem bizi merdivenden indirdi, açık duran sokak 12 kapısının dışına çıkardı, eşiğe bıraktı, yeniden evin içine seğirtti. Sokaktaki adamlar evin içine doluşurlar, içerdekiler de yağmaladıklarıyla dışarı çıkarlarken, üstümüze başımıza basıyorlardı. Annem kucağında dikiş makinesi, öbür elinde oturakla geldi. Onsekiz yaşındaki annemin o yangından kurtarabildiği, iki çocuğuyle Kur’an, dikiş makinesi, bir de oturaktı. Dikiş makinesi, annemin elemeğiyle satın almış olduğu çeğiziydi. Kardeşimin oturağını da şaşkınlıkla yangından kurtarmış. Bütün bu olanlar, beni hiç korkutmadı; bir gece şenliğindeymişiz, bir bayram eğlencesindeymişiz gibi geldi bana, belleğimde öylece kaldı. Sokak kapısından sonra, film kopuyor. Sokak kapısıyle mezarlık arasında neler geçtiğini hiç bilmiyorum, ansımıyorum.

Ertesi sabah uyandığımda mezarlıktaydık.’ Geceyi orada açıkta geçirmişiz. Mezarlık, yangından kurtarılmış yoksul ev eşyalarıyle, şaşırmış insanlarla, ağlaşan çocuklarla doluydu. Kardeşim, mezarlıktaki iki selvi ağacı arasına ipleri- gerilmiş bir salıncakta yatıyordu. Evimizin yandığı yerin, Kasımpaşa’nın üstündeki «Yeniçeşme» denilen yer olduğunu çok sonraları öğrendim. Yıllarca konuşuldu, kiracı olarak oturduğumuz evlerde: «Yeniçeşme’de bizim de bir evimiz vardı.» Yıl, 1919, 1920 olacak… Babam yok ortalarda. O, çok daha önceleri Anadolu’ya gitmiş, bizi öyle bırakıp… Anadolu’da Kurtuluş Savaşı var. 13 ANLAMIYOR MUSUNUZ? Anababalanmız, çocukluğumuzdan bir olay; : denli çok anlatırlar ki, biz bunu dinleye dinleye o olayı ansıyormuş gibi oluruz; düşle gerçek birbirine karışır. İlk anım, bir yangın… Çocuk zihnimin duru aklığına dış dünyadan yansıyıp ilk iz bırakan yangın rengi. Ama bundan önceleri geçmiş iki olayı evimizde öyle çok anlattılar ki, şimdi o iki olayı bütün ayrıntılarıyle biliyormuşum gibi geliyor. Oysa üçbuçuk yaşımda olduğuma göre o zamanı ansımam olanaksız… Evimizin sokak kapısında bir pirinç kapı tokmağı var. Sokak kapısı çalınıyor, O gün annem kendisine yeni bir entari dikmiş. O entarinin kumaşından bir küçük parçayı bugün görsem, hemen tanırım. Bir tatlı kırmızı renkli ipekli de, üstünde beyaz yuvarlak çizgiler var.

Annem yeni entarisini giymiş, merdivenden indi. Alt katın maltataşları oğulmaktan kehribarıaşmış. Sarı maltataşlarından nemli bir serinlik esiyor. Annem kapıyı açıyor. Babam, elinde bir zembille içeri giriyor. İçerde, kapı ağzında annemi öpüyor. Ben koşup komşu kadınlara haber veriyorum: — Babam, annemi öptü! Gülüyorlar, gülüyorlar… Kadınların gülüşmelerinden, söylenmemesi gerekli bişey söylediğimi anlayıp utanıyorum, Bütün yaşamım boyunca sevgiye dayanan sağlam bir aile kurmak çabamda, belki de bu üçbuçuk yaş anımın etkisi vardır. İkinci olay da şu: 14 Konuk gittiğimiz bir evde yemekteyiz. Sofraya, tepsi içinde, fırında pişmiş balık geldi, herkesin tabağına dağıtıldı. — Çok güzel olmuş… diyorum. — İyi… diyorlar. Biraz sonra, •— Ama çok güzel olmuş… diyorum. — Evet, çok güzel olmuş… diye onaylıyorlar. Az sonra yine tekrarlıyorum: —• Çok güzel olmuş, çok sevdim… Balık güzelmiş… — Afiyet olsun. Artık dayanamayıp bağırıyorum: — Siz de hiçbişey anlamıyorsunuz… Deminden beri size balık çok güzel olmuş deyip duruyorum; tabağıma biraz daha koysanıza… Bunları gerçekten ansıyor muyum, yoksa anlatıla anlatıla yaşadığımı mı sandığımı bilemiyorum.

Bir buğulu, dumanlı kırkyedi yıl öncesi… ZEYTİNYAĞINDA ERİTİLMİŞ FARE YAVRULARI Mezarlıktan sonra, bir küçük, tek katlı evdeyiz. Bir tanıdığımızın evi mi, yoksa acıyan birisi bizi mezarlıktan evine mi almıştı? Bilmiyorum. Küçük, yoksul evinde bizi de barındıran iyiliksever aile, bir karıkoca. Adam, Kasımpaşa pazar yerinde, kırmızıbiber, karabiber, tarçın, kekik, zencefil filan gibi baharat satmakta… Kış… Bigün adam evin küçük bahçesinde odun yarıyor. Ben de onu seyrediyorum. Karısı bana, — Çekil oradan, üstüne yonga sıçrar! diyor. Az çekilip, geriden seyrediyorum yine. 15 Altta dayanak bir kütük, üstünde yardığı odun. Baltayla, odunda bir yarık açıyor önce, sonra yarığa kama gibi bir yonga sokup, baltanın küt yanıyla vuruyor kamaya, odunu çatlatıp yarıyor. Baltayı kaldırdı havaya… Keskin yüzü parlıyor baltanın. Vuruyor baltayı oduna, «hıh» diye bir ses çıkarıyor. Sıçramasın diye bir ayağıyla oduna basmış. Yine kaldırdı baltayı, bir daha vurdu… Ama oduna değil, ayağına. Kan fışkırıyor. Ayağını ikiye ayrıldığını gördüm.

Küçük evin dış tahta kaplama duvarlarındaki çivilerde şişeler asılı. Bu şişelerden birindeki yoğun sıvıyı, yarılan yere sürüp yarayı sardılar. Evlerde fare çok, fare yavruları da… Daha yeni doğmuş, kaçamayan fare yavrularını zeytinyağı doiu tur şişeye atıyorlar. Şişe, evin dış duvarına asılıyor, Güneşte dura dura fare yavruları zeytinyağı içinde kendiliğinden eriyip yoğun bir sıvı oluyor. Bu eriyik sıvı, insan vücudundaki kesikleri, yaraları, kopukları çabucak kaynatırmış. Adamın kesilen ayağı da kaynadı, iyi oldu. Konuk olduğumuz o evden, Kasımpaşa’da pis air dere kenarında, önü bostan olan, iki katlı bir •evin alt katında bitek odaya taşındık. İki basamakla evin sokak kapısına çıkılır. Sokak kapısı iki kanatlıdır. İki kanadının üstünde de, çiçek çiçek oyulmuş bir yuvarlak demir levha, bu demirin üstünde de iki halka vardır. Kapı, çok eskiden boyalıymış. Şimdi, boyadan pürtük pürtük küçük kabarıklar kalmış. Halkalardan birini, kaldırıp çat çat vurunca, içerden, — Kim ooo? diye bir ses gelir. 16 Bu, ıslak, nemli, rutubetli bir kadın sesidir, taa derinlerden gelir. Sokak kapısının nasıl açıldığını çok iyi biliyorum.

Çoğu zaman bana, — Koş kdpıyı açıver… derlerdi . Koşardım. Sokak kapısını açmak için küfeki taşından üç basamak merdiven çıkardım. Boyum, kapının demir kilit dilini açmaya elvermezdi. Ayaklarımın burnu üzerinde uzanır, kapı kilidinin dilini kaldırırdım. Kapı açılırdı. İçeri girince yüzünüze bir serinlik vurur. Kavrulan soğan kokusunu duyarsınız. Çoğu zaman pişen, kuru fasulyedir. Alt katta oturan üç kiracı birden kuru fasulye pişiriyorsa o gün, birininki helmelenmiş, birininki kaynıyor, kadınlardan biri de fasulye tenceresini yeni koyuyor ocağa. Buram buram kuru fasulye buğusu tüter. Üç basamak küfeki taşını inin. Geniş bir taşlık var. Yer, malta taşlarıyle döşeli. Malta taşları çatlaktır, kırıktır.

Kimi malta taşlarının ortası basıla basıla aşınıp çukuriaşmış. Solda bizim oturduğumuz oda. Beş basamak tahta merdivenle bizim odaya çıkılır. Sağda .bahçeye açılan kapı var. Bahçeye çıkmadan bir oda da orda var, Hasan amcam’la karısı Havva teyze otururlar orda. Taşlığın tam karşısı mutfak. Mutfağın sağında Zehra’nım teyzem oturuyor. Ev sahipleri üst katta- oturur. Ev sahibimiz hamal kâhyası. Karısı zenci. Odamızın bir duvarında iki pencere var. İkisi de incecikten akan dereye bakar. Derenin arkası bostan. Bostanı, paslı tenekelerden duvarla çevirmişler.

Odamızın bir duvarından bir duvarına kardeşimin salıncak ipi gerili. Kardeşimin salıncağı odayı 17 ikiye bölüyor. Pencerelerin olduğu duvardö, boydar boya kerevet var. Kerevetin üstüne çıkıp pencereden dışarısını seyrediyorum. Karşı duvarda da büyük yüklük var. İçinde gündüzleri yataklarımız duruyor. Annem, dikiş makinesini alçak bir tahta sandık üstüne koyup, önüne mindere oturuyor. Tıkır cc tıkır dikiş dikiyor. Sağ yanından Amerikan bezleri makineye giriyor, sol yanından uzun paçalı erkek donları çıkıyor. Bunlar asker donları. Annemin asker donu dikerek kazandığı parayla geçinemiyoruz. Karanlık basınca, ama iyice karanlık basınca beş numara gaz lambasını yakıyor annem Sonra yük.- lükten şilteleri çıkarıp yere seriyor. Ayaklarımı, yüzümü yıkayıp beni yatırıyor. Öpüyor beni.

— Haydi oğlum uyu… diyor. Kendisi dikiş makinesinin başına geçiyor, makinenin kolunu hiç durmadan eliyle çeviriyor. Salıncaktaki kardeşim, mızıldamrsa, ipini çekip salıncağı sallıyor. — Uyu kızım… diyor. Ben yorganı başıma çekiyorum. Kardeşim uyuyor. Annem mırıldanarak içli bir türkü söylüyor. Annem dikiş makinesinde, Amerikan bezinden asker çamaşırı dikip, kazandığı parayla bizi bes: – yor. Sonra dantel örmeye, o zamanki kadınların başlarına örttükleri yemenilerin, başörtülerin kenarlarım süsleyen «oya» işlemeye de başladı. «İdare lambası» denilen petrol kandilinde geceleri gözü iyi görmediği için, gündüzleri dantel örer, oya işler, geceleri de makinede çamaşır dikerdi. Yatağım:: dikiş makinesinin tıkırtıları içinde uyuyakalırdım. O yemeni oyalarından şimdilerde hiç yok ortc-13 lorda. Renk renk iplik kukalarından işlenen oyalar, bugün antika değerinde sayılır. Onsek.izindeki annem o oyalan, renkli kuka ipliklerinden değil de, gözyaşjarmdan, gözünün ışığından örer, işler sanırdım.

Anamın elinden çıkmış o oyalardan bir tekine şimdi bütün kitaplarımı, bundan sonra yazacaklarımı da verirdim. Bizim odanın karşısındaki odada oturan Havva Teyze’nin kocası Tersane’de bahçıvanlık eden Karadenizli Hasan amca. Emzikte çocukları vardı. Oturdukları tek odanın bir duvarından bir duvarına, bizim odadaki gibi salıncak ipi gerilmiş. Salıncak küçük odayı ikiye bölüyor. Havva’mın Teyze, — Salıncağı sallar mısın!., derdi. Sallardım. O da yemek pişirirdi. O zaman «Kulhuvaüâhbyî ezberletmişlerdi bana. Ninni söylemek hoşuma gitmezdi de, odada kimse olmazsa, bağırarak «Kulhuvallâhi» okuya oküya, salıncağı sallardım. Çocuk uyuyunca Havva’nım Teyze, bana, üstüne çökelek sürülmüş bir dilim ekmek verirdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir