Baris Bicakci – Aramizdaki En Kisa Mesafe

Babamın nerede olduğunu bilmiyorum. Annemin nerede olduğunu biliyorum, annem hastanede. “Hayır,” diyor ağabeyim, “Hastane değil orası, doğumevi 1* Babamın nerede olduğunu o da bilmiyor. Sakasını kafesinden çıkarıp okşuyor. O zaman ben ağlamaya başlıyorum. Dikiş makinesinin durduğu odaya koşuyorum. Kapıyı kapatıyorum. Aynanın karşısında ağlıyorum. Ağzım çarpılıyor. Burnum akıyor. Gözlerim kırmızı oluyor. İsketem pencereden uçtu gitü. Pencereyi ben açtım. Teyzem burnumu siliyor. Adana’dan geldi.


“Ağlama artık,” diyor. “Kim bilir, belki de bahçedeki ağaçların birinde-dir.” Burnumu siliyor. “Üstelik isketenin yerine küçücük bir kardeş getirecek annen sana.” Pencereden dışan bakıyorum. Kedi görünce ağlıyorum. Ağabeyim, “Çoktan yemiştir onu kediler,” dedi. Benim suçlu olduğumu söyledi. Kalbim acıyor. Civcivler öldüğünde de böyle oldu. Çok ağladım. Neden öldüklerini anlamadım. Ağabeyim de anlamadı. Tahtalardan yaptığımız bahçeyi bozdu. Tahtaları yatağının arltma koydu.

Gazetenin üzerinde yan yatan civcivleri ne yapacağımızı sorduk. “Çöpe atacağız!* dedi babam. Annemle babam tartıştı. Babam sesini yükseltti.- Annem üzüldü. Bir akşam babam saka ile isketeyi getirdi. Saka ağabeyimin oldu, iskete benim. İskete biraz küçüktü. Ağabeyim ona iyi bakmam gerektiğini söyledi. Babam bize kuşlarımızı nasıl besleyeceğimizi, sularım nasıl koyacağımızı anlattı. “isterseniz kafeslerinden çıkarıp evin içinde uçurabilirsiniz, ama pencereleri kapalı tutun,” dedi. Bir sabah kafesin kapısını açtım. İlk defa. Sonra da koltuğa* çıkıp pencereyi açtım. Annem mutfaktaydı.

Ağabeyim okula gitmişti. İsketem kapıyı açtığımı gördü. Kafesin içinde oradan oraya uçtu. Sonra kafesten çıktı. Zıplayıp çıktı. Hemen pencerenin kenarına kondu. Bir kere öttü, tülün altında kayboldu. Annem salona geldi, “Ne oldu nereye bakıyorsun?” dedi. Omuzlarımdan tutup koltuğa oturttu. Su içirdi. Kolonya döktü… Annem hastanede. Teyzem annemi ve küçük kardeşimizi almaya gideceğimizi söylüyor. Otobüse binecekmişiz. Biletçiye parayı ben verecekmişim. Dönerken taksiyle gelecekmişiz.

Kalbim çarpıyor. Ağabeyim daha önce de taksiye bindiğimizi söylüyor. Ben bilmiyorum. “Sen o zaman çok küçüktün,” diyor ağabeyim. Otobüsten inince teyzem elimden tutuyor. Ağabeyim önümüzde yürüyor. Bazen dönüp bize bakıyor. – Bir caddeye geliyoruz. Karşıya geçmek için bekliyoruz. Teyzem ağabeyimin de elinden tutuyor, çünkü çok araba var. Bir bahçeye giriyoruz. Ağaçların altında insanlar duruyor. Bekliyorlar. Teyzem, “Bakın, anneniz işte orada!” diyor. Kalbim çarpıyor.

Gösterdiği yere bakıyoruz, yukarıya. Annem pencerede, bize el sallıyor. Gülüyor. Mavi elbise giymiş. Biraz sonra kucağında kardeşimle geliyor. Eğilip onu bize gösteriyor. Ağabeyim ve ben bakıyoruz, “Daha küçücük, kuş kadar,” diyor annem. Ağabeyimin konuşmasını bekliyorum. Konuşmuyor. Teyzemin elindeki çantalardan birini alıyor. Bir çanta da ben alıyorum. Yürürken dizlerim çantaya vuruyor. Teyzem el sallıyor. Bir taksi duruyor. Annem “Gerek yoktu,” diyor.

Taksinin arka koltuğuna annemle biz oturuyoruz. Teyzem öne oturuyor. Taksi gitmeye başlayınca kardeşim annemin kucağında kıpırdanıyor, yüzünü buruşturuyor. Ağzını açıyor, bir ses çıkarıyor. Başımı şoförün omzuna dayayıp, “Camı kapat!” diyorum. Teyzem bağırmamamı, kibar konuşmamı söylüyor. Annem başımı okşarken, “Camı kapatır mısınız lütfen,” diyorum. Şarkı Bitmeden Her yerde şarkı çalıyor. Havuzun kenarında. Ağabeyim ağaçlardaki hoparlörleri gösteriyor. Ben göremiyorum. Havuzda renkli ışıklar var. “Köprünün ışıklan suya vuruyor,” diyor annem. Köprüye bakıyorum. Köprünün ışıklan çizgi çizgi.

Mor, san, sonra mavi, kırmızı, yeşil. Dizilmişler. Lunaparka doğru. Önce yukarı çıkıyorlar çıkıyorlar, sonra aşağıya iniyorlar karşı tarafa. Havuzda başka ışıklar da var. Hareket ediyorlar. “Lunaparkın ışıklan,” diyor ağabeyim. Parmağıyla ışıkları gösterip sayıyor: “Dönme dolap, atlı karınca, zincirli salıncak, bugi bugi.” Hepsine binmek istiyorum. Kırmızı ışığa bakıyorum, sonra turuncuya, yeşile, beyaza… Beyaz hiç yerinde durmuyor. Oradan oraya koşuyor. Öteki renklere dokunup kaçıyor. Bazen üzerlerine basıyor. Yaramazlık yapıyor. “Yaramazlık yapma seni havuzdan çıkarırım!” Korkmuyor.

Renklerin arasında koşmaya devam ediyor. “Tıkırdayan tenekeye veririm seni!” Şimdi korkuyor işte. Çünkü tıkırdayan teneke çok korkunç. Beni korkutuyor. Geceleri. Ağabeyim uyuyor. Kardeşim uyuyor. Ben uyumuyorum. Annem ve babam ölecek mi diye düşünüyorum. Uyumuyorum. O zaman tıkırdayan teneke geliyor. Önce bir tıkırdıyor, “Ben geldim, tık tık tık, ben geldim!” diyor. Sonra tıkır tıkır… Ben de annemin babamın yanma gidiyorum. Ölecekler diye korkuyorum. Onları uyandırıyorum.

“Ben korkuyorum, uyuyamıyorum,” diyorum. Annem terastaki eşyaların rüzgârda ses çıkardığını söylüyor. Biliyorum. Babam, “Gel gidip bakalım,” diyor. Terasa çıkıyoruz. Babam karanlık köşeye gidiyor. Boş bir tenekeyi kaldırıp bana gösteriyor. Eliyle tenekeye vuruyor. Yere koyup üstüne çıkıyor. Bana uzatıyor, “Sen de tut!” Yüzüne bakıyorum. Gülüyor. Ama hemen kızabilir. Tenekeyi tutuyorum. Teneke kokuyor. Annem, “Seni götürdükleri gece…” diye bir şeyler anlatıyor babamın kulağına.

Başımı başka tarafa çeviriyorum. Babamı götürdüler. Gece. Bizim odamızın da ışığını yaktılar. Ağabeyimle ben uyandık. Ama ben gözlerimi açamadım, beyaz beyaz ışıklar gördüm. Sonra annem geldi. Sesini duydum. “Çocukları uyandıracaksınız!” dedi onlara. Kardeşim ağlamaya başladı. Annem onu kucağına aldı. Sabah olunca annem evi topladı. Yerdeki kitapları kaldırdı. Babamın arkadaşları geldi. Bize çikolata verdiler.

Çikolata yedik. Babam geri döndü. Bıyığı yoktu. “Askere mi gittin sen?” diye sordum ona. Güldü. Beni kucağına aldı. “Amma da büyümüşsün!” dedi, “Kocaman olmuşsun!” Büyüdüm tabii ben. Babamla bizim odanın kapısına gittik. Babam boyumu işaretledi. Dönüp baktım… Ama babam yok, annem yok, ağabeyim yok, ağabeyimin ittiği kardeşimin arabası yok. Nereye gittiler? Beni bıraktılar ve gittiler. Havuzdaki ışıkların hepsi şimdi yuvarlak oluyor. Bir adam neden ağladığımı soruyor. Ben de ona annemi ve babamı soruyorum. “Gel benimle gidip bulalım onları,” diyor.

Elimden tutuyor, “Şu hoparlörleri görüyor musun?” diyor ağaçlan gösterip, “Annenle babanı onlarla çağıracaklar.” Yürürken herkes bana bakıyor. Ağladığım için. Ağaçların altından yürüyoruz. Işıklı bir yere giriyoruz. Adam elimi bırakıyor. Bir kadınla konuşuyor. Kadın adımı soruyor. “Soyadını da biliyor musun?” Biliyorum tabii. Sonra annemin ve babamın adım soruyor. Saçları uzun. Saçlan-nı okşamak istiyorum. “Şimdi annenle babam buraya çağıracağız/’ diyor. Yanındaki mikrofona eğilip annemin ve babamın admı söylüyor. Onları çağırıyor.

Gelmelerini istiyor. Sonra bir şarkı çalıyor. “Ağabeyimle kardeşim de gelsin!” diyorum. “Gelirler,” diyor, “ağlama sen, şu şarkı bitmeden gelirler.” Meltem Sakızı Babaannem bize geldiğinde çantasını dizlerinin üzerine koyar ve ağabeyimle bana para verir. Ağabeyime daha fazla verir. Geçen gelişinde babaannemin verdiği parayla plastik top alacaktım. Büyük, mavi plastik top. Çizgileri siyah. Evdeki-lere de söylemiştim. “Büyük plastik toplardan alacağım!” Ama bakkala gidince kararımı değiştirmiştim. Her şeyi istiyordum. Her şeyi alabilirdim. Kaymaklı bisküvi, gofret, çikolata, şeker, sakız, gazoz, meyve suyu. Bakkal dopdoluydu.

Renkli renkliydi. Bakkalda alabileceğim bir sürü şey vardı. Eve döndüğümde babam topu sormuştu… Babaannem bu gelişinde de bize para verdi. Çantasının üzerinde iki küçük şan bilye var. Bilyeleri parmaklarıyla birbirine doğru ittiğinde çantası açılıyor. Babaannem bilyeleri itip çantasını açtı ve ağabeyimle bana para verdi. Ağabeyim beni odaya çağırdı. Elimdeki parayı gösterip, “Geçen sefer babam ne kadar kızdı biliyorsun P dedi. “Evet,” dedim, “top almadım diye.,. Şimdi top mu alayım?” “Hayır!” dedi ağabeyim, “Bence daha yararlı bir şey yap.” Düşündüm. Bir kutu Meltem Sakızı almaya karar verdim. Sakızları satacaktım. Biri söylemişti.

Kutuyla almca ucuz oluyordu. Para kazanacaktım. Çok heyecanlandım. Bir kutu Meltem Sakızı aldım. Kutusu tenekedendi. Maviydi. Pırıl pırıldı. Kapağında bir kuğu vardı. Kocaman bir kuğu. Bembeyaz. Gölde yüzüyordu. Gölün kıyısı sazlıktı. Sazlıkta küçük kuşlar vardı. Uçuyorlardı. Bembeyaz kuğu tek başına, mavi sularda yüzüyordu.

Kutunun kapağını açınca güzel bir koku geliyordu. Sakızlar üst üste. Yan yana. Çok güzel görünüyorlardı. Kare biçimindeydiler. Hepsinin üzerinde de yine o beyaz kuğu. Yalnız başına yüzen kuğu. “Tam kırk tane,” dedi ağabeyim. Kâğıt kalemle hesap yaptı. Tanesini kaça satacağımı söyledi. Sakızları kutudan teker teker çıkarıp yeniden dizdim. Elimi kokladım. “Bir tane çiğnesem!” “Ama yalnızca bir tane!” dedi ağabeyim. Resimli kâğıdı yırtmadan çıkardım. Yaldızlı kâğıdı açtım.

Sakızı ortasındaki çizgiden kırdım, iki parçayı da ağzıma attım… Ertesi sabah erkenden caddenin karşısındaki boş arsaya gittim. Orada bir minibüs var. Hep orada. Kırmızı minibüs. Minibüse yaslandım. Kutumun kapağım açtım. Geçenler görsün. Sonra o geldi yanıma. Yüksel. Boyu benimkinden uzun. Yüksel’i sevmiyordum. Tırnaklarını boynuma batırıyordu. Bir gün bir kutu vermişti, “Aç bak içinde ne var!” demişti. Açmıştım. Kutunun içinde çişi vardı.

Kutunun içine işemîşti. Seymiyordum onu. “Sakız mı satıyorsun?” “Alacak mısın?” diye sordum. Yine boynuma tırnaklarını batıracak diye korkuyordum. “Param yok ki!” dedi. “Sabah buradan kimse geçmez. Niye burada duruyorsun, çocuk bahçesinin oraya gitsene.” Cevap vermedim. “Sakız, sakız, diye bağırmazsan satamazsın!” dedi. Bağırmadım. O da minibüse yaslandı. Bekledi. Ayağıyla toprağı eşeledi. Toz kaldırdı. Kimse sakız almadı.

Öğle olunca karnım acıktı. Yemek yemek için eve gitmeye karar verdim. Öğleden sonra gelip yine duracaktım. “Kutunu niye boşu boşuna götürüyorsun, minibüsün altına saklasana. Nasıl olsa yine geleceksin,” dedi. Eğilip minibüsün akma koydum kutumu. Ağlayacak gibi oldum. Eve giderken ağlamaya başladım. –

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir