Henry James – Kisa Romanlar, Uzun Oykuler

Henry James (1843-1916) dünya edebiyatındaki büyük ününü daha çok romanlarıyla kazandı, ama o aynı zamanda çok iyi bir öykü ustasıdır. Aslında, yazarlık hayatına tanınmış Amerikan ve İngiliz dergilerinde çıkan öykülerle başladı. İlk öyküsü “The Story of a Year”ı 1865’te yayımladı; bundan sonra ilk romanı Roderick Hudson (1876) yayımlanıncaya kadar otuza yakın öykü daha yazdı ve ömrünün sonuna kadar da öykü yazmaya devam etti. Öykülerinin toplam sayısı yüz ondan fazladır; bunlar arasında, “Erdemin Öyküsü” benzeri kısa sayılabilecek öyküler bulunduğu gibi, “Madam de Mauves” ile “Daisy Miller”den uzunları da vardır. Çok sevdiği bu tür uzun öykülerine James “nouvelle” ya da “kısa roman” diyordu. Bunlar arasında sanatsal açıdan en iyi “uzun” romanlarıyla boy ölçüşebilecek değerde olanlar vardır. İlk öyküsü ile ilk romanı arasında geçen on bir yıllık sürede yazdığı öykülerin önemli bir bölümünde James, daha sonraki öykü ve romanlarında da işlediği “Avrupa’daki Amerikalılar” konusunu ele aldı; bunlarda değişik anlatım yöntemleri deneyerek, kendi sanat anlayışına uygun bir yöntem geliştirmeye çalıştı. James’in Avrupa’nın eski kültür ve uygarlığına yakın bir ilgi duyması doğaldı. Babasının ailesi Amerika’ya İrlanda’dan, annesininki İskoçya’dan göçmüştü. Büyükbabası William James Amerika’da çalışıp zengin olmuş ve oğluna yüklüce bir servet bırakmıştı. James’in babası Henry James (baba James ilk oğluna babasının adını, ikinci oğluna kendi adını vermişti), Amerika’nın Emerson ve Thoreau gibi önde gelen düşünür ve yazarları arasında yakın dostları bulunan, okumuş, aydın bir insandı. Evi, yeni düşüncelerin, felsefenin, kitapların konuşulduğu, tartışıldığı ilerici bir kültür merkezi niteliğindeydi. Oğulları Henry ile sonradan ünlü bir psikolog ve filozof olan William, işte evlerindeki bu sağlam edebiyat ve kültür ortamında büyüdüler. Baba Henry James, Avrupa’nın eski kültür ve uygarlığının modern Amerika için büyük önem taşıdığına inanan bir adamdı. Bu yüzden çocuklarıyla birlikte değişik Avrupa ülkelerinde uzun seyahatlere çıktı; 1855’te James on iki yaşındayken, üç yıl İsviçre, Fransa ve İngiltere’de kaldılar, iki oğluna özel öğretmenler tuttu, onları buralarda okullara yazdırdı.


Amerika’ya dönüşlerinden bir yıl sonra yeniden İsviçre’ye gittiler; James önce Cenevre’de, sonra Almanya’nın Bonn kentinde öğrenimine devam etti. Üniversite çağına gelince Harvard’da hukuk fakültesine yazıldı, ama çağdaş Amerikan, İngiliz, özellikle de Fransız romanlarını okuyarak büyüyen genç James’in asıl ilgi duyduğu alan edebiyattı. İlk öyküsünü yirmi bir yaşında yayımladı. Babası gibi o da Avrupa’nın büyüsüne kapılmış gibiydi. 1869’da Avrupa’ya ilk kez tek başına gitti; uzun süre Paris, Roma ve Londra’da kaldı; zamanın önde gelen İngiliz yazarlarıyla tanıştı. Daha sonraki yıllarda Avrupa gezilerine devam etti; Roderick Hudson’ı Roma’da yazdı; 1876’da sürekli İngiltere’de yaşamaya başladı. Bu ilk yıllarda edindiği deneyimlerin genç James’in yazar olarak tutacağı yolu seçebilmesine önemli katkıları oldu. Çünkü gezileri bir yandan, kendi deyişiyle, “sevgili yaşlı Avrupa” ülkelerinin köklü kültürü ve yaşam biçimleri hakkındaki bilgilerini artırmış, bir yandan da buralarda karşılaştığı Amerikalı yurttaşlarının tutum ve davranışlarını yakından görmesine olanak sağlamıştı. Şimdi önünde, öykü ve romanlarında yetkiyle ele alabileceği bir konu vardı; Avrupa ülkelerinin tarihi yerlerini, kültür merkezlerini gezmeye gelen ya da bu ülkelerde yerleşip kalan Amerikalıların başından geçenler yoluyla Avrupa ile Amerika arasında bir karşılaştırma yapabilirdi. James’in çocukluk ve gençlik yıllarının Amerika’sı, hayranlık duyduğu Avrupa ile hemen her alanda boy ölçüşmeye, kendini sürekli onunla karşılaştırarak özgüven kazanmaya ya da kimliğini bulmaya çalışan genç bir Amerika’dır. Bu genç ülkenin insanları genellikle saf, içten, dürüst, servet sahibi ama bir parça görgüsüz, incelikten yoksun kimselerdi. Avrupa ise tarihi, köklü kültür ve sanatı, toplumsal gelenekleri, göz alıcı güzellikleriyle, parlak bir yaşama biçimi sürdüren insanların ülkesiydi. James, Avrupa ülkelerine gelen Amerikalı kişilerini bu temel çerçeve içinde ele alır, ama hayatın acımasızlığının, insan doğasının derinliklerinde yatan kötülüklerin bilincinde bir yazar olarak, böyle bir genellemenin doğruluğundan kuşkuludur. Bu yüzden Avrupa’yla Amerikalıları bir arada ele alan öykü ve romanlarında, ak ile kara gibi kesin ve yalın ayrımlar yoktur elbette; bu kişileri içine soktuğu karmaşık, çok yönlü ilişkiler yoluyla, sanat değeri üstün insanlık dramları yaratma çabasındadır o. Avrupa-Amerika çatışması James’in öykü ve romanlarında ele aldığı dört temel konudan biridir.

Öteki konular: Doğaüstü olay ve durumlar (Yürek Burgusu [1898], The Sacred Fount [1901]); sanat ve sanatçılar (Roderick Hudson, “The Aspen Papers” [1888]); yaşanmamış hayatlar (The Ambassadors [1903], “Ormandaki Canavar” ve daha ufak çapta olmak üzere “Erdemin Öyküsü”). Tüm bu konuları kendi roman anlayışına uygun bir biçimde ele alabilmek için James, yazarlık yaşamının ilk yıllarından başlayarak, sanat düzeyi yüksek, ciddi, saygın bir öykü ve roman türü yaratmaya çalıştı. Onun bu alandaki çabalarının esin kaynağının da Avrupa’dan geldiğini söyleyebiliriz; çünkü James bir yıl kaldığı Paris’te (1875) Turgenyev’le yakın bir dostluk kurmuştu; onun aracılığıyla Flaubert, Zola, Daudet, Maupassant gibi roman ve öykü ustalarının çevresine girdi, bu yazarların sanatlarına ne büyük bir önem verdiklerine tanık oldu. Fransız romanı onun ilk gençlik yıllarından beri büyük ilgi duyduğu bir konuydu; Mérimée ve Alfred de Musset’den İngilizce’ye çeviriler yapmıştı; sonraki yıllarda Flaubert, Zola ve Maupassant hakkında yazdığı kapsamlı eleştiri yazıları bu derin ilginin ürünleridir. James’in kendi anlayışına uygun yeni bir öykü ve roman türü yaratmak amacıyla giriştiği yöntem arayışı, Roderick Hudson’dan önce yazdığı öykülerde açıkça bellidir. Bu kitapta çevirileri sunulan “Madam de Mauves” (1874) ile “Daisy Miller”in (1878) daha iyi anlaşılmalarına yardım edeceği için, bu sürecin başlıca aşamalarına kısaca bakmak yararlı olacaktır. James, “The Story of a Year” (1865), “A Day of Days” (1866), “Poor Richard” (1867), “The Story of a Masterpiece” (1868) gibi ilk birkaç öyküsünü, kişileri hakkında her şeyi bilen, geleneksel türden anlatıcılar kullanarak yazdı. Ama, öyküdeki olay ve kişileri dışarıdan yazarın kendisinin yönlendirdiği izlenimini uyandıran bu yöntemin, çok önemsediği gerçeklik duygusunu yaratmaya pek uygun olmadığını gördü. O, yaşamı tüm çelişkileri, belirsizlikleri ve karmaşıklığıyla yansıtmaya elverişli bir yöntem arıyordu. Bu amaçla, “A Landscape Painter” (l866) ve “A Light Man” (1869) gibi öykülerde olayları, kişilerin tuttukları günlükler yoluyla kendilerine anlattırmayı denedi. Günlükler insanlara en gizli duygu ve düşüncelerini çekinmeden dile getirebilme olanağı verdiği için, günlük yoluyla anlatım James’in roman anlayışına uygun sayılabilecek bir yöntemdi; ama yazara getirdiği belli sınırlamalar yüzünden sonraki yıllarda James bu yöntemi kullanmadı. “Travelling Companions” (1870) ile “Guest’s Confession” (1872) adlı iki öyküde, anlatım görevini, bu kez özyaşamöyküsü biçiminde, gene olayları yaşayan kişilerin kendilerine bırakmayı denedi. Günlük yoluyla anlatımın bir başka biçimi olan özyaşamöyküsü de, hem gerçeklik duygusu yaratmaya hem de yazarın kendi varlığını gizlemeye olanak veren bir yöntemdi, ama günlük gibi, onun uygulama alanı da sınırlıydı; ayrıca James bu yöntemin özellikle uzun öykü ve romanlarda (bir örneği Dickens’ın David Copperfield’inde görüldüğü gibi) konunun dağılmasına yol açacağı düşüncesindedir. “A Passionate Pilgrim” (1871) ile “The Madonna of the Future” (1873) adlı öykülerinde olayları bir görgü tanığına anlattıran James’in, yöntem arayışında önemli bir aşamaya ulaştığı görülür. Her iki öykü de Avrupa’da geçer; “Daisy Miller”de olduğu gibi, burada da baş kişiler Amerikalı’dır.

“A Passionate Pilgrim”de İngiltere’ye yeni gelen bir Amerikalı’nın başından geçenler, uzun süredir bu ülkede yaşayan başka bir Amerikalı tarafından anlatılır; “The Madonna of the Future”da ise Floransa’da yaşayan Amerikalı bir ressamın öyküsü, Avrupa gezisi sırasında onunla tanışıp dost olan bir Amerikalı tarafından. Bu öykülerdeki anlatıcılar, görgü tanığı (ya da gözlemci) durumundadırlar. Kendileri de az çok olaylara karıştıkları için, bu tür anlatıcılar öyküde ikinci bir ilgi odağı da yaratabilmektedirler. Bu ilginin derecesi, görgü tanığı anlatıcının gözlem ve anlayış gücüyle doğru orantılıdır. “A Passionate Pilgrim” ile “The Madonna of the Future”daki anlatıcılarla James, ileride pek çok öykü ve romanında kullanacağı anlatım yöntemine artık iyice yaklaşmıştı. Bir sonraki adım, öyküyü görgü tanığının ağzından değil de, onun gözünden, onun zihninden anlatmak oldu. Bu yeni uygulamada olaylar yazar-anlatıcı tarafından ama bir görgü tanığının algıladığı biçimde aktarılır; anlatıcı görgü tanığının bilincinin sınırları dışına çıkmamaya özen gösterir. İşte “Madam de Mauves” ile “Daisy Miller”, James’in büyük ölçüde bu yeni yöntemle yazdığı ilk öykülerdir; “Daisy Miller”den yirmi beş yıl sonra yayımladığı “Ormandaki Canavar”da (1903) ise bu yöntem en gelişmiş düzeyine erişir. Bu öyküde görgü tanığının yerini, anlattıklarını gene öykünün baş kişisinin bilinç sınırları içinde tutmaya çaba gösteren bir yazar-anlatıcı almıştır. *** James, Amerika-Avrupa ilişkileri konusunu da belirgin biçimde ilk kez “Madam de Mauves”da ele aldı. Öykü, yazar-anlatıcının görgü tanığı konumundaki Longmore hakkında verdiği kısa bilgilerle başlar. Altı aydır Paris’te bulunan bu Amerikalı genç, uzun zamandır Fransa’da yaşayan yurttaşı Euphemia de Mauves’la tanışır; Euphemia’nın soylu bir Fransız’la evli olduğunu, ama kocasıyla pek geçinemediğini öğrenir; mutsuz genç kadın, dışarıya karşı bir şey belli etmemek amacıyla genellikle insanlardan uzak durmaya çalışmaktadır. Euphemia’yı böylece ilk kez bir görgü tanığının gözünden tanıttıktan sonra, yazar-anlatıcı geriye dönüp, onun Paris’teki okul yıllarından Baron de Mauves’la evlenmesine kadar geçen sürede olup bitenleri anlatır; Euphemia ile kocası hakkında, sonraki gelişmelere ışık tutacak temel bilgiler verir. Buna göre, Euphemia, soylu bir aileden gelen erkeklerin nazik, iyi yürekli kimseler olduklarına inandığı için böyle biriyle evlenebilme hayalleri kuran saf ve romantik bir genç kızdır. Baron de Mauves ile kız kardeşinin hazırladıkları tuzağa kolayca düşmesi, bu romantik yaradılışı yüzündendir.

Amerikalı genç kadının evlendiği Baron ise, pahalı zevklerine para yetiştirebilmek uğruna çocukken sahip olduğu tüm iyiliği ve cömertliği yitirmiş, peşinde koştuğu kadınları kullanılıp atılacak eşya gibi gören, bencil ama son derece nazik tavırlı bir adamdır. Yazar-anlatıcı bu bilgileri verdikten sonra, öykü yeniden Longmore’un bakış açısına döner ve bundan sonraki gelişmeler hep onun gözünden ve zihninden gösterilir. Euphemia’yla uzun saatler geçirmeye başlayan genç adam, onun mutlu olmadığını bildiğinden, hem bu mutsuzluğun nedenini, hem de dışarıya karşı takındığı güler yüzün gerisinde neler hissettiğini öğrenmek ister. James’in olayları Longmore’un gözünden anlatmasındaki temel amaç da budur. Çünkü “Madam de Mauves”da önemli olan, yalnızca Euphemia’nın kişiliği ve içine düştüğü durumda ortaya koyacağı davranış biçimi değildir. Aslında yazar-anlatıcının verdiği bilgiler, özellikle de Baron’un büyükannesinin öğütleri, genç kadının karakteri ile ileride kocasına karşı izleyeceği tutumu belirlemeye yetecek niteliktedir. Ancak, Longmore bu bilgilerden yoksun olduğundan, Euphemia’nın gerçek duygularını anlamaya çalışırken birtakım tahminlerde bulunur, varsayımlar ileri sürer. Bu tahmin ve varsayımlar, aslında James’in “Madam de Mauves”u yalın bir öykü olmaktan çıkarmak için özellikle tasarladığı “dramatik” yöntemin temelini oluşturur. Dramatik yöntemde yazar-anlatıcının varlığı ortadan kalkmıştır, öykü ya da romandaki her şey bir tiyatro sahnesindeymiş gibi, okuyucunun gözleri önünde geçer. Görgü tanığı yöntemi, işte anlatılan ile “anlatanı” birlikte sahnede gösterdiği için dramatiktir. En büyük yararı, yazara öykü ya da romanında iç içe iki ayrı ilgi alanı yaratabilme olanağı sağlamasıdır. Adından anlaşıldığı gibi, “Madam de Mauves”da anlatılan, Euphemia’nın mutsuz evlilik öyküsüdür; ikinci ilgi odağı ise, olaylara gözünden ve zihninden baktığımız Longmore’un ona ilişkin duygu ve düşünceleridir. Euphemia’nın başından geçenler kadar önemli olan bu ek ilgi alanı, doğrusu ve yanlışıyla Longmore’un, başta Euphemia, öyküdeki tüm kişilerle olayları algılayış ve değerlendiriş biçiminden kaynaklanır. Yazar-anlatıcı Longmore’u “aklı başında ve hayal gücü işlek” bir genç diye tanıtmıştır. Bunlar, öyküdeki her şeye, ama özellikle kadın kahramana bakışımızı yönlendiren bir kişi için son derece önemli niteliklerdir.

Gerçekten de bu nitelikleri nedeniyle, “Madam de Mauves” büyük ölçüde, romantik hayal gücünün etkisi altında Longmore’un önce Euphemia’yı zihninde yüceltmesinin, sonra da akıl yoluyla gerçekleri görmesinin öyküsüdür. Başlarda Longmore hayalinde erdemli bir Euphemia de Mauves imgesi yaratır. Ona göre genç kadın, haksızlığa uğradığı halde cömert ve soylu davranabilen, içine düştüğü acı duruma metanetle katlanan, hiçbir koşulda doğruluktan sapmayan, kendisi kadar ruhu da güzel, üstün bir insandır. Kocasının onu aldattığını anlayınca, bu inancı büsbütün pekişir. Bir süre sonra da Euphemia’ya olan büyük hayranlığı aşka dönüşmeye başlar. Longmore’un Euphemia’yı yüce bir erdemlilik örneği saymasının temel nedeni, onun yüksek ahlak anlayışını kendisinin de benimsemiş olmasıdır. Bu ahlak anlayışı, İngiltere ile Amerika’da “püriten (puritan)” adı verilen köklü bir düşünce geleneğinin ürünüdür. Püritenlik, Katolik Kilisesi’nin yüzyıllar boyu İncil’den ayrı olarak geliştirdiği dinsel kurumlara, ilkelere, ayin biçimlerine karşı İngiltere’de aşağı yukarı Shakespeare’in çağında, başlayan bir akımdı. Amacı, Hıristiyanlığı yeniden Kutsal Kitap’taki özüne döndürerek “arıtmaktır”; adını da bu arıtma kavramından alır. İlk yıllarda İngiltere’de gördükleri baskıdan kaçmak isteyen pek çok püriten, öteki Avrupa ülkelerine, özellikle de Amerika’ya göç etti. Katı ahlak anlayışları, sanat eserleri dahil dünya zevklerine karşı düşmanca tutumları yüzünden, zamanla “püriten” kelimesi, dar görüşlülük anlamına gelmeye başladı. Bireylerden davranışlarını sıkı bir özdenetim altına almalarını, görev duygusunu her şeyden üstün tutmalarını isteyen püriten düşüncenin Amerikan toplumsal yaşamında derin etkileri oldu. Henry James’in babası, İsveçli din adamı ve filozof Emanuel Swedenborg’un “iyi insan” kavramını benimseyerek bu konuda kendi görüş ve düşüncelerini anlatan kitaplar yazmış, konferanslar vermişti. James, her şey gibi erdemin de aşırıya kaçabileceğine inanan babasının püritenliğin katı ve dar ahlak anlayışına şiddetle karşı çıktığını, özellikle kendilerini başkalarından üstün gören, doğru bildiklerinden şaşmayan kimselerden çok korktuğunu belirtir. Babasının bu görüşlerine onun da yürekten katıldığı bellidir.

James, Amerika-Avrupa karşılaştırmasını yaptığı öykü ve romanlarında taraf tutmamaya büyük özen gösteren bir yazardır. Baron de Mauves ile kız kardeşini ahlak duygusundan yoksun, kötülük simgesi kişiler diye şiddetle yargılayan o değil, Longmore’dur. Yazar-anlatıcının bakış açısından anlatılan bölümde, Baron ile kız kardeşi katıksız kötü insanlar olarak gösterilmezler; onlar aslında Fransa’da yüzyıllardır geçerli bir soylular geleneğinin temsilcisidirler. Ayrıca, bu bölümde özellikle Baron hakkında “hafifletici nedenler” sayılacak bilgiler de vardır. Büyükanneleri ise, genç Euphemia’yı korumaya çalışan iyi yürekli bir kadın olarak sunulmuştur. Oysa Longmore iki kardeşe karşı da önyargılıdır; bu yüzden hem kıskandığı Baron’u, hem itici bulduğu kız kardeşini genellikle olduklarından çok daha kötü görmektedir. Genç adamın bu tutumu, başlarda Euphemia’yla paylaştığı püriten hoşgörüsüzlüğünün bir sonucudur. Aslında öykü olarak “Madam de Mauves”un gücü, bir ölçüde, Longmore ile Euphemia’nın katı ahlak anlayışları ile Baron’la kız kardeşinin temsil ettikleri kültür ve yaşam biçimi arasında James’in düzenlediği çatışmaya dayanır

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir