Bediuzzaman Said Nursi – Hasir Risalesi

Bir Hatırlatma: Bu risaledeki hakikatleri hikâye şeklinde, teşbih ve temsillerle yazmamın sebebi, hem okuyana kolaylık sağlamak hem de İslam esaslarının ne kadar akla uygun, sağlam, birbiriyle uyumlu ve birbirini destekleyen hakikatler olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdedir; temsiller, üstü kapalı bir şekilde o hakikatlere işaret eder. Demek, bunlar hayalî hikâyeler değil, hakikatin ta kendisidir. ِن ِ ال َّر ِحیم ٰ ِه ال َّر ْحم ِم ال ّلٰ ِس ب ــــــ ْ ِدی ٌر1 ى َعل ِّ ُكل ْ ٍء َشي قَ ٰ ُو َوھ ال َ َمو ْ ى ْ ت ْي ُح َمل ٰ ِ ذ ٰ ِن إ لِ َك َمو ۤا َّ الأ بَ ْعَد ْ تِھَ ْ یُ ْحي َ ْرض َ ّͿ َكْی َف ِ ٰ َة ْم َرح ا ِ ا ِ ٰ ثَار نظ ِل إ ٰۤى ِ ُر فَاْ ْ Ey kardeş, haşrin, yani ölümden sonra diriltilip mahşerde toplanmanın ve ahiretin basit, herkesin anlayacağı bir dille, açık bir şekilde izahını istersen şu temsilî hikâyeyi nefsimle beraber dinle: Bir zaman iki adam, cennet gibi güzel bir memlekete (bu dünyaya işarettir) giderler. Bakarlar ki, herkes ev ve dükkânlarının kapılarını açık bırakmış, kimse onların korunmasına dikkat etmiyor. Mal ve paraların meydanda sahipsiz olduğunu görürler. O iki adamdan biri, her istediği şeye elini uzatıp ya çalar ya da gasp eder. Hevesine uyup her türlü fenalığı ve yasak şeyi yapar. Kimse de ona pek ilişmez. Arkadaşı, “Ne yapıyorsun? Cezalandırılacaksın, benim de başımı belâya sokacaksın. Bunlar devlet malıdır. Buradaki herkes, çoluk çocuğuyla padişahın askeri veya memurudur. Şu işlerde sivil olarak çalıştırılıyor, onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat bu memlekette düzen çok sıkıdır. Padişahın her yerde telefonu, memurları bulunur.


Çabuk git, onun himayesine gir.” deyince o sersem inat edip, “Hayır, bunlar devlet malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes bunlardan istediği gibi faydalanabilir. Bu güzel şeylere el sürmemek için hiçbir sebep göremiyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım.” diye karşılık verir ve pek çok felsefî safsata anlatır. İki adam arasında ciddi bir münazara başlar. Önce o sersem der ki: “Padişah kimdir? Tanımam.” Arkadaşı cevap verir: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız, sahipsiz; bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Şu son derece düzenli memleket nasıl hükümdarsız olabilir? Buraya her saat, âdeta gaipten yollanan, kıymetli, sanatlı mallarla dolu bir tren 2 HAŞİYE geliyor, içindekileri döküp gidiyor. Bu kadar çok servet, her yerde görünen şu ilanlar, fermanlar, her malın üstündeki imzalar, damgalar ve her köşede sallanan bayraklar nasıl sahipsiz olur? Anlaşılan, sen biraz firengi 3 okumuşsun; bu İslam yazılarını okuyamıyor, bilene de sormuyorsun. O zaman gel, sana en büyük fermanı okuyacağım.” O sersem de dönüp, “Haydi, diyelim ki padişah var, fakat benim şu servetten azıcık faydalanmam ona ne zarar verir, hazinesinden neyi eksiltir? Hem burada hapis falan da yok, ceza görünmüyor.” der.

Arkadaşı ona, “Yahu, şu gördüğün memleket herkesin gelip geçtiği bir meydandır. Bir sultanın hayret verici sanatlarının sergilendiği yerdir. Geçici, temelsiz bir misafirhanedir. Her gün bir kafilenin gelip bir başkasının gittiğini, kaybolduğunu görmüyor musun? Devamlı dolup boşalan şu memleket, bir zaman sonra tamamen değiştirilecek. Burada yaşayanlar başka ve daimî bir yere nakledilecek. Orada herkes hizmetine karşılık ya ceza ya da mükâfat görecek.” diye cevap verir. O hain sersem yine inat edip der ki: “İnanmam! Bu memleketin harap edilmesi ve içinde yaşayanların başka bir memlekete göç etmesi hiç mümkün müdür?” Bunun üzerine emin, güvenilir arkadaşı şöyle cevap verir: “Madem bu kadar inat edip direniyorsun. Gel, haddi hesabı olmayan deliller içinden on iki ‘suret’ ile sana göstereceğim ki, her gün biraz boşalan bu memleket, bir gün tamamen boşaltılıp harap edilecek. Büyük bir mahkeme kurulacak. Lütuf görülen bir mükâfat yurdu ve ceza çekilen bir zindan var, oraya gidilecek.” 1 “İşte bak, Allah’ın rahmetinin eserlerine, ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor! İşte bunları yapan kim ise ölüleri de O diriltecektir. O, her şeye hakkıyla kadirdir.” (Rûm sûresi, 30/50). 2 HAŞİYE Seneye işarettir.

Evet, her bahar, içinde rızıkların, nimetlerin bulunduğu bir vagondur, gaipten gelir. 3 Firengi okumak: Latin harflerini öğrenip Kur’an’ı okuyamamak gibi Batı felsefesi nazarıyla kainattaki ilahî hikmeti tanıyamamak. [On İki Suret] Birinci Suret Hiç mümkün müdür ki, bir saltanatın, hele böyle muhteşem bir saltanatın, güzelce hizmet eden itaatkârlara mükâfatı ve isyan edenlere cezası bulunmasın? Burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde büyük bir mahkeme var. İkinci Suret Şu memleketin nasıl idare edildiğine bak! En fakirden, en zayıftan başlayarak herkese mükemmelce hazırlanmış rızıkları nasıl da veriliyor! Kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem burada gayet leziz ve benzersiz yiyecekler, şahane kaplar, kıymetli taşlarla bezenmiş nişanlar, süslü elbiseler, muhteşem ziyafet sofraları var. İşte bak! Senin gibi sersemlerden başka herkes vazifesine çok dikkat ediyor. Kimse haddini zerrece aşmıyor. En büyük şahıs, kusursuz bir itaatle, tevazu içinde bir korkuyla, o saltanatın heybetini hissederek hizmet ediyor. Demek ki, şu saltanat sahibinin sınırsız cömertliği, pek geniş bir merhameti, pek büyük bir izzeti, pek yüce bir haysiyeti ve namusu var. Cömertlik, nimet vermek ister. Merhamet, lütufsuz olamaz. İzzet, gayret ister. Haysiyet ve namus ise edepsizlerin terbiye edilmesini gerektirir. Halbuki şu memlekette o vasıflara lâyık işlerin binde biri bile yapılmıyor.

Zalim izzetiyle, mazlum zilletiyle buradan göçüp gidiyor. Demek, büyük bir mahkemeye bırakılıyor. Üçüncü Suret Bak, şu memleket ne kadar yüce bir hikmet ve kusursuz bir düzenle idare ediliyor. İşler tam bir adalet ve dengeyle görülüyor. Hükümetin hikmeti, saltanatının himayesine sığınanların lütuf görmesini gerektirir. Adalet ise idare altındakilerin hukukunun gözetilmesini ister ki, hükümetin haysiyeti ve saltanatın haşmeti korunsun. Halbuki şu memlekette o hikmete, o adalete lâyık icraatın binde biri bile yerine getirilmiyor. Senin gibi sersemlerin çoğu buradan ceza görmeden göçüp gidiyor. Demek, büyük bir mahkemeye bırakılıyor. Dördüncü Suret Bak, şu had ve hesaba gelmez sergilerdeki eşsiz mücevherler ve sofralardaki benzersiz yiyecekler, bu memleketin padişahının sınırsız cömertliğini, sonsuz hazinelerini gösteriyor. Böyle bir cömertlik ve böyle tükenmez hazineler, içinde her şeyin bulunduğu, daimî bir ziyafet yurdu ister. Hem ister ki, o ziyafetten lezzet alanlar orada kalmaya devam etsin, yokluk ve ayrılık ile elem çekmesinler. Çünkü elemin bitmesi lezzet olduğu gibi, lezzetin sona ermesi de elemdir. Şu sergilere bak, ilanlara dikkat et ve ilancılara kulak ver; hepsi, mucize sahibi bir padişahın benzersiz sanatlarıdır. O’nun kusursuzluğunu gösteriyor, benzersiz manevî cemâlini anlatıyor, gizli güzelliklerinin inceliklerinden bahsediyorlar.

Demek ki o padişahın pek mühim, hayret verici, kusursuz vasıfları ve manevî bir güzelliği vardır. Gizli, kusursuz vasıflar, kendisini takdir edenlerin, beğenip “maşallah” diyerek seyredenlerin karşısında sergilenmek ister. Gizli, eşsiz bir güzellik ise görünmek ve görmek ister. Yani, kendi güzelliğini iki şekilde görmeyi arzu eder: Çeşitli aynalarda bizzat seyrederek ve onu arzulayan seyircilerin, hayranlık duyup beğenenlerin gözüyle… O sonsuz güzellik, hem görmek hem görünmek hem daimî bir seyir hem de ebedî şahitler ister. Kendisini arzulayan ve takdir eden seyircilerin varlıklarının devamını diler. Çünkü daimî bir güzellik, âşıklarının geçiciliğine, yokluğa gitmesine razı olamaz. Zira dönmemek üzere yokluğa mahkûm olanın sevgisi, yokluk düşüncesiyle düşmanlığa döner; hayreti ve hürmeti, hor görmeye meyleder. Çünkü insan, bilmediği ve elinin yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki herkes şu misafirhanede biraz durup sonra hemen kayboluyor. O mükemmelliğin ve güzelliğin bir ışığına, belki zayıf bir gölgesine bir an bakıp doymadan gidiyor. Demek, daimî bir seyir yerine gidiliyor. Beşinci Suret Bak, her şeyde o benzersiz Zât’ın pek büyük şefkati görünüyor. Çünkü O, musibete uğrayan herkesin imdadına yetişiyor, her isteğe ve ihtiyaca cevap veriyor. Hatta idaresi altındakilerin en küçüğünün en basit bir ihtiyacını görse şefkatle yardım ediyor. 4 Bir çobanın koyununun ayağı incinse şifa gönderiyor.

Şimdi gel, gidelim, şu adada büyük bir kalabalık var, oraya bakalım. Memleketin bütün ileri gelenleri toplanmış. Bak! Padişahın pek büyük bir nişan taşıyan yaver-i ekremi, en yüksek memuru bir nutuk okuyor, şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahali de, “Evet, evet biz de istiyoruz.” diyerek onu tasdik ediyor, doğruluyor. Şimdi dinle, padişahın o en sevgili memuru: “Ey bizi nimetleriyle donatan Sultanımız! Bize burada numunelerini ve gölgelerini gösterdiğin nimetlerin asıllarını, kaynaklarını göster. Bizi saltanatının makamına eriştir. Bu çöllerde mahvettirme, huzuruna al. Bize merhamet et. Burada tattırdığın leziz nimetleri orada yedir. Yoklukla, rahmetinden uzaklaştırmakla bize azap etme. Sana arzu duyan, şükreden, itaatkâr kullarını başıboş bırakıp yokluğa atma.” diyor ve çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun. Hiç mümkün müdür ki, bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, en basit bir adamın en küçük isteğini itina ile yerine getirsin de, o en sevgili, en büyük memurunun en güzel dileğini karşılıksız bıraksın? Halbuki o sevgilinin dileği, herkesin dileğidir; hem padişahın hoşnutluğunu kazanma vesilesi hem de O’nun merhamet ve adaletinin gereğidir.

Hem o isteği yerine getirmek, padişah için çok kolaydır. O’na bu misafirhanedeki geçici seyir yerlerini hazırlamak kadar bile ağır gelmez. Madem nimetlerinin numunelerini göstermek için şu memleketi kurdu, beş-altı günlük şu misafirhaneye bu kadar masraf ediyor. Elbette hakiki hazinelerini, kusursuz eserlerini ve hünerlerini saltanat makamında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyir yerleri açacaktır ki, akılları hayrette bırakacaktır. Demek, bu imtihan meydanındakiler başıboş değil. Saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyor. Altıncı Suret İşte bak, şu muhteşem trenler, uçaklar, teçhizat, depolar, sergiler ve icraat gösteriyor ki, perde arkasında hükmeden pek muhteşem bir saltanat var. 5 HAŞİYE Böyle bir saltanat, idaresi altında, kendisine lâyık kimseler ister. Halbuki görüyorsun, herkes bu misafirhanede toplanmış. Misafirhane ise her gün dolar, boşalır. Herkes tecrübe edilmek için bu imtihan meydanında bulunuyor. Meydan her saat değiştiriliyor. Bütün bu insanlar, padişahın kıymetli lütuflarının numunelerini ve harika sanatının benzersiz örneklerini şu sergide sadece birkaç dakika durup seyrediyor. Sergi ise her dakika yenileniyor. Gelen gider, giden gelmez.

İşte bu vaziyet kesin bir şekilde gösteriyor ki, şu misafirhanenin, imtihan meydanının ve sergilerin arkasında ebedî saraylar, daimî meskenler, örnekleri ve suretleri görülen şu nimetlerin hâlis, benzersiz asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır. Demek, buradaki çabalar orası içindir. O padişah burada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin hazırlığına göre orada bir saadeti olacaktır. Yedinci Suret Gel, biraz gezelim. Şu medenî toplum içinde ne var, ne yok görelim. İşte bak! Her yerde, her köşede çeşit çeşit fotoğrafhaneler kurulmuş, suretler alınıyor. Her yerde türlü türlü kâtipler oturmuş, bir şeyler yazıyor, her şeyi kaydediyorlar. En önemsiz bir hizmeti, en basit bir hadiseyi bile kayıt altına alıyorlar. 6 Bir de şu yüksek dağda padişaha has büyük bir fotoğrafhane var, 7 HAŞİYE nerede bir şey olursa sureti alınıyor. Demek ki o Yüce Zât, mülkünde olup biten her şeyin kaydedilmesini emretmiş; bütün hadiseleri kayıt altına aldırıyor, hepsinin suretini saklıyor. İşte şu dikkatli muhafaza, elbette bir hesap içindir. Şimdi, idaresi altındaki en basit bir ferdin en basit işini ihmal etmeyen, her şeyi kayıt altına alan bir Hakîm ve Hafîz, hiç mümkün müdür ki, en büyük memurlarının en mühim amellerini kaydetmesin, onlara hesap sormasın, mükâfat ve ceza vermesin? Halbuki o Zât’ın izzetine ve gayretine dokunacak ve merhametinin hiç kabul etmeyeceği işler, o büyük memurlar tarafından yapılıyor. Fakat padişah, onları burada cezaya çarptırmıyor. Demek, büyük bir mahkemeye bırakılıyor.

Sekizinci Suret Şimdi sana O’ndan gelen fermanı okuyacağım. Bak, vaatlerini tekrar tekrar bildiriyor ve şiddetli tehdit ediyor: “Sizi oradan alıp saltanatımın makamına getireceğim ve itaatkârları sevindirip asileri hapsedeceğim. O geçici meydanı yıkıp ebedî sarayları, zindanları olan başka bir memleket kuracağım.” Şu vaat ettiği şeyleri yapmak, O’nun için gayet kolay, idaresi altındakiler için gayet mühimdir. Vaadinde durmamak ise o padişahın iktidarının yüceliğine zıttır. 8 İşte, bak ey sersem! Sen yalancı vehmini, saçmalayan aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Hem hiçbir şekilde sözünden dönmeye ve yalana mecburiyeti olmayan, sözünü tutmamak hiçbir şekilde haysiyetine yakışmayan ve doğruluğuna her şeyin şahitlik ettiği bir Zât’ı yalanlıyorsun. Elbette, büyük bir cezayı hak edersin. Bu halinle, güneşin ışığına gözünü kapayıp kendi hayaline bakan bir yolcuya benziyorsun. Vehmin, bir yıldız böceği gibi, kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu aydınlatmak istiyor. O Zât madem vaat etmiş, elbette yapacaktır. Hem vaadini yerine getirmesi çok kolaydır, O’nun saltanatının gereğidir; bize ve her şeye ise çok lâzımdır. Demek, büyük bir mahkeme, daimî bir saadet makamı vardır. Dokuzuncu Suret Şimdi gel, şu dairelerin ve toplulukların bazı reislerine bak! 9 HAŞİYE Her birinin padişah ile bizzat görüşmek için hususi birer telefonu var. Hatta bazıları O’nun huzuruna çıkmış.

Ne diyorlar dinle, hepsi ittifakla o Zât’ın mükâfat ve ceza için pek muhteşem ve dehşetli bir yer hazırladığını, çok kuvvetli vaatlerini ve şiddetli tehditlerini bildiriyorlar. O’nun izzetinin ve celâlinin, sözünde durmamaya tenezzülü ve zillete düşmeyi hiçbir şekilde kabul etmeyeceğini haber veriyorlar. Halbuki o elçiler, doğruluğu farklı yollarla ispatlanmış, yanlışlığına ihtimal verilmeyecek bir kesinlikle, ittifakla, bazı eserleri görünen şu yüce saltanatın kaynağının ve makamının, buradan uzak başka bir memlekette bulunduğunu ve şu imtihan meydanındaki binaların geçici olduğunu bildiriyor. Vakti gelince bu binaların daimî saraylara dönüştürüleceğini, bu yerlerin değişeceğini naklediyorlar. Çünkü büyüklüğü eserleriyle anlaşılan şu muhteşem, sürekli saltanat; böyle geçici, devamsız, kararsız, önemsiz, değişken, fâni, eksik, kusurlu şeyler üzerine kurulmaz, onların üzerinde durmaz. O saltanat, kendisine lâyık, daimî, sabit, bâki, mükemmel ve muhteşem şeylerin üzerinde durur. Demek, başka bir diyar var, elbette oraya gidilecektir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir