Bediuzzaman Said Nursi – Kader Risalesi

manın kısımlarından olan kader ve cüzî irade, İslamiyet’in ve imanın son sınırını gösteren, hale ve vicdana dair birer meseledir. İlmî ve nazarî değildir. Yani, her şeyi, hatta amellerini ve nefsini Cenâb-ı Hakk’a vere vere sonunda imtihan ve mesuliyetten kurtulmaması için cüzî irade müminin önüne çıkıyor, ona “Sorumlu ve vazifelisin!” diyor. Sonra işlediği iyiliklerle ve faziletleriyle gururlanmaması için kader karşısına geçiyor ve ona “Haddini bil, bunları yapan sen değilsin!” diyor. Evet, kader ve cüzî irade, iman ve İslamiyet’in son mertebelerindedir… Kader nefsi gururdan, cüzî irade ise sorumsuzluktan kurtarmak içindir; bu sebeple imana dair meseleler arasına girmişlerdir. Yoksa inatçı nefs-i emmarelerin, 3 işledikleri günahların sorumluluğundan kurtulmak için kadere yapışmaları, kendilerine nimet olarak verilen güzelliklerle övünüp gururlanmaları ve bunları iradelerine dayandırmaları, kader sırrına ve cüzî iradenin hikmetine tamamen zıttır. Bunlar ilmî meseleler değildir. Evet, manevî yönden ilerlememiş avam tabaka tarafından her şeyin kadere verildiği olur. Fakat bu, geçmiş zaman hadiseleri ve musibetler içindir, ümitsizliğin ve hüznün ilacıdır. Yoksa günahlara ve geleceğe dair değildir ki, haram zevklere girmeye ve tembelliğe sebep olsun. Demek, kader meselesi, insanı imtihan ve sorumluluktan değil, kendisiyle övünmekten ve gururdan kurtarmak için iman esasları arasına girmiştir. Cüzî irade ise insanın fenalıklarının kaynağıdır ve öyle görülmesi için iman esaslarına dâhil edilmiştir. Yoksa insanın, onu sahip olduğu güzelliklerin kaynağı bilip firavunlaşması, kibirlenmesi için değildir. Evet, Kur’an’ın buyurduğu gibi, insan fenalık ve günahlarından tamamen kendisi sorumludur. Çünkü günahı isteyen odur.


Günah bir tür tahrip olduğu için insan tek bir günahla çok şeyi yıkıp bozabilir, müthiş bir cezaya müstahak hale gelir. Bir kibritle bir evi yakmak gibi… Fakat insanın sevap ve iyilikleriyle övünmeye hakkı yoktur, onlarda payı pek azdır. Çünkü iyiliği isteyen ve gerektiren, Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti; yaratan ise O’nun kudretidir. İstemek, cevap ve sebep; hepsi Hak’tandır. İnsan yalnız dua, iman, şuur ve Allah’ın rızası ile onlara sahip olur. Günahı ya tabiatı gereği ya da iradesiyle isteyen ise insanın nefsidir. Nasıl ki, bazı maddeler güneşin beyaz, güzel ışığından kararır ve çürür. Siyahlık, o maddenin tabiatına aittir; fakat onu, içinde pek çok fayda saklayan ilahî bir kanunla yaratan yine Hak’tır. Demek, sebep olan ve isteyen nefistir ki, sorumluluk onundur. Cenâb-ı Hakk’a ait olan yaratma, var etme ise başka güzel neticeleri ve meyveleri bulunduğu için güzeldir, hayırdır. İşte şu sırdandır ki: Şerri işlemek şerdir, şerrin yaratılması ise şer değildir. Mesela, pek çok faydası bulunan yağmurdan zarar gören tembel bir adam, “Yağmur rahmet değil.” diyemez. Evet, onu yaratmakta, var etmekte az bir zarar ile beraber çok hayır vardır. Küçük bir zarar yüzünden pek çok hayrı terk etmek ise büyük bir şer olur.

Bu sebeple o küçük zarar, hayır hükmüne geçer. Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasında şer ve çirkinlik yoktur, onlar kulun amellerine ve kabiliyetine aittir. Hem nasıl ki Allah’ın takdir ettiği kader, neticeleri ve meyveleri itibarı ile şerden ve çirkinlikten uzaktır, yücedir. Aynı şekilde, sebepleri itibarı ile de zulümden ve çirkinlikten mukaddestir. Çünkü kader hakiki sebeplere bakar, adildir. İnsanlar ise görünüşteki sebeplere göre hüküm verir; kaderin, adaletin ta kendisi olan hükmünü takdir edemez, zulme düşerler. Mesela, hırsız olmadığın halde hâkim seni mahkûm edip hapse attı. Fakat senin kimsenin bilmediği gizli bir cinayetin var. İşte kader, seni o cinayetin için mahkûm edip adaletle hüküm vermiştir. Hâkim ise işlemediğin bir hırsızlıktan dolayı mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte, kaderin ve Cenâb-ı Hakk’ın adaleti ile insanın işlediği zulüm tek bir hadisede iki yönden görünüyor. Başka örnekleri de buna kıyasla. Demek, kader ve Cenâb-ı Hakk’ın yaratması; başı ve sonu, asıl ve tali yönleri, sebep ve neticeleri itibarı ile şerden, çirkinlikten ve zulümden uzaktır, yücedir. Eğer denilse ki: “Madem insanın cüzî iradesinin yaratma kabiliyeti yok ve elinde bir emr-i itibarî, yani farazi bir şey olan gayret etmekten başka bir şey bulunmuyor. Nasıl oluyor da, Kur’an-ı Mucizü’l Beyan’da insan, yerlerin ve göklerin Hâlık’ına karşı asi ve düşman olarak tarif ediliyor? Niçin Cenâb-ı Hak insandan çok şikâyet ediyor, asi insanlara karşı mümin kullarına yardım edeceğini, yardım için meleklerini toplayacağını bildiriyor ve insana çok büyük önem veriyor?” Cevap: Çünkü küfür, isyan ve günah tahriptir, yokluğa sebeptir.

Hakikatte var olmayan farazi bir şey çok büyük tahribata, sayısız şeyin yok olmasına sebebiyet verebilir. Nasıl ki, büyük bir geminin dümencisi vazifesini terk etse gemi batar ve bütün mürettebatın gayretleri neticesiz kalır. Bütün o tahribat, bir tek vazifenin ihmalinden kaynaklanır. Aynen öyle de, küfür ve günah, yokluk ve tahrip cinsinden olduğu için cüzî irade, farazi bir şeyle onları tahrik edip müthiş neticelere sebebiyet verebilir. Gerçi küfür bir fenalıktır, günahtır fakat aynı zamanda bütün kâinatı kıymetsizlik ve gayesizlikle itham etmek, hor görmek, Cenâb-ı Hakk’ın birliğine delil olan bütün varlıkları yalanlamak ve O’nun bütün isimlerinin tecellilerini değersiz göstermek, onlarla alay etmektir. Bu yüzden Cenâb-ı Hakk’ın bütün kâinat, varlıklar ve isimlerinin tecellileri adına kâfirlerden şiddetle şikâyeti ve onları dehşetli tehdit etmesi hikmetin ta kendisidir. Kâfirlere ebedî azabı tam adalettir. Madem insan küfür ve isyanla tahrip yoluna gider ve az bir gayretle pek çok şey yapar. O halde müminler, buna karşı Cenâb-ı Hakk’ın yüce yardımına, lütfuna çok muhtaçtır. Çünkü on kuvvetli adam bir evi koruyup tamir ederken, haylaz bir çocuğun o evi ateşe vermeye çalışması karşısında onun velisine, belki padişahına müracaat etmeye, yalvarmaya mecbur kalırlar. Aynen bunun gibi , müminler de böyle edepsiz asilere karşı dayanmak için Cenâb-ı Hakk’ın yardımına çok muhtaçtır. Kısacası: Eğer kaderden ve insanın cüzî iradesinden bahseden adam, Rabbinin huzurunda bulunma şuuruna ve kâmil imana sahip bir mümin ise kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakk’a verir, O’nun idaresinde bilir. O vakit kaderden ve cüzî iradeden bahsetmeye hakkı olur. Nefsinin ve her şeyin sahibini Cenâb-ı Hak bildiği için cüzî iradesine dayanarak kulluk sorumluluğunu üstlenir. Günahlarının kaynağının kendisi olduğunu kabul edip Rabbinin her türlü kusur ve noksandan uzaklığını ilan eder.

Kulluk dairesinde kalıp ilahî teklifi, kulluk vazifesini üstüne alır. Faziletleriyle ve işlediği sevaplarla gururlanmamak için kadere bakar, övünmek yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Gafil bir adamın ise kaderden ve cüzî iradeden bahsetmeye hakkı yoktur. Çünkü onun nefs-i emmaresi, gaflet ve dalâletin sevkiyle kâinattaki her şeyi sebeplere verir, Allah’ın malını onlara paylaştırır. Kendisini de varlığının sahibi zanneder. Yaptığı güzel şeyleri kendinden ve sebeplerden bilir, sorumluluğu ve kusuru ise kadere atar. O vakit, neticede Cenâb-ı Hakk’a verilecek cüzî irade ve en son bakılacak kader bahsi mânâsız olur. Bu, kaderin ve insanın iradesinin var oluş hikmetine tamamen zıt ve sorumluluktan kurtulmak için nefsin bir hilesidir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir