Bedri Rahmi Eyuboğlu – Resme Başlarken

Resme Başlarken, 1977’de yayımlandı. Kısa zamanda tükendi. Bedri Rahm i’nin, Resim Sanatıyla ilgili öğretilerinin tamamını derlemeden ikinci baskıya girişmek istemedim. Aradan geçen zaman içerisinde «Anıları» ve «Mektupları» dışında Bedri Rahmi’nin gazete ve dergilerde yayımladığı, yayımlanması üzere hazırlayıp da yayımlayamadığı yazıların tamamına yakını elimden geçti. Kuşkusuz yine de bulamadıklarım olmuştur. Olmuştur, ama kitabın ikinci baskısına yeteri ölçüde hazırlandığım kanısıyla, uzun zamandır tükenmiş bıdıman Resme Başlarken’in yeni baskısını daha da fazla geciktirmek istemedim Birinci baskı, toplam olarak altmış altı konuyu kapsıyordu. Bu kez otuz yeni konu eklenmiş oluyor. Resim, babamın yaşamına öylesine sinmiş ki, her yazısında çalışkan parmaklarmın boya izlerini görüyorum. Onu sadece oğlu olarak değil, ustasına gönül vermiş bir çırak olarak sevip saydığımdan, elimdeki yüzlerce metinden otuzunu seçmek gerçekten zor oldu. Resim – Ressam ilişkileriyle yoğrulmuş bir başka yazı dizisini sağlığında kendisi «Yukulule’ye Mektuplar» adıyla yayımlamak istemişti. Bu yazıları da arzusuna uyarak ayrıca yayımlayacağım için «Resme Başlarken’e)» katmadım. Bu baskıda, daha önce yayımlanmış olduklarını belgelediğim yazıların, nerede ve ne zaman yayımlandıklarını belirttim. Yayın yeri ve tarihi olmayan yazılar ela iki olasdık geçerli. Babamın el yazısıyla eski Türkçe ince uzun kâğıtlara yazdmış yazı bilemediğim bir dergide bir gazetede, yayımlanmış olabilir. Ya da yayımlanmak üzere hazırlanıp da bir kenarda kaBakalmışttr.


Ben yayımladım. Günahı da sevabı da benimdir. «Resme Başlarken»in ikinci basılışında dergigazete koleksiyonlarından çektiği fotoğraflarla çalışmalarımın devamını mümkün kûan, Su. Perihan Güler ile sekreterlik görevlerini seve seve büyük bir dikkatle yapan Su. Ayşegül Erdal’a teşekkür ederim. MEHMET EYUBOĞLU 5 Mart 1986, Kalamış 1913’de Karadeniz kıyısındaki Görele’de doğmuşum. Ben kardeşin ikincisiyim. Babam Görele kaymakamıymış. Daha sonra Orta Anadolu’da çeşitli ilçelerde kaymakamlık yapmış, istiklâl Savaşında Kütahya ve Artvin mutasarrıfı olmuş, daha sonra da Trabzon milletvekili olan Rahmi Eyuboğlu edebiyat severdi. Beş kardeşi bir araya toplayıp bize Victor Hugo’dan, Moliere’den tercümeler yapardı. Bu edebiyat sevgisini anamızın Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan’dan boyuna tekrarladığı türküler, ninniler, İlâhiler beslerdi. Lisenin 10. sınıfına kadar resmin R ’sinden haberim yoktu. Resim ödevlerimi lisede iki yaş büyüğüm Sabahattin Eyuboğlu yapardı. 10 numara aldığım tek ders Türkçe ve edebiyat > olmuştur.

Eğer Edebiyat Fakültesi liseyi bitiremiyenlere gel deseydi, kuşkusuz o tarafa yönelirdim. Akademiye girmeden önce aylık dergilerden birinde şiirim, günlük gazetelerden birinde hikâyem yayınlanmıştı. Akademide önce Nazmi Ziya atölyesinde ikinci yıl Çallı atölyesinde çalıştım. Büyük bir tesadüf babamla Çallı’yı karşılaştırıyor. Çallı babama : — Ne yap yap oğlunu bir an evvel Avrupa’ya gönder diyor, o benden alacağını aldı. Sene 1930. O yıl Fransa’dan tatile gelen ağabeyim iki yıllık Akademi işlerimi görünce Çallı’nın öğüdünü de duyunca devletin kendisine 5 yıl süreyle verdiği bursu benimle paylaşmayı göze alıyor. 1930 yılında onunla Fransa’ya gidişimiz meslek hayatımm * Bedri Rahmi’nin kendi el yakısıyla kaleme aldığı bu yazı olduğu gibi alınmıştır. en önemli olayıdır. Dil öğrenmek, müze gezmek, sanat çevreleriyle haşır neşir olmak, gözümü faltaşı gibi açıyor. O gün bugün çok başarılı öğrencilerime bir yıl sonunda Çallı’nın armağanı şu sözü tekrarlarım : — Benden alacağını aldın. İstikamet Avrupa müzeleri. Marş, marş. 1930 – 1935 dönemine yüzde yüz bilinçli bir çalışma diyemem. Kalsiyumsuz kalan bebeğin kireci yalaması gibi bir dönem bu.

Ama 40 yıl sonra kafama dank deyen bir dönem. Bilinçsiz olarak yöneldiğim yola 40 yıl sonra tekrar döndüm. 1935 – 50 arası 15 yılım ortasından ikiye bölündü. Bu dönemde öğretmenlik ve ressamlığı at başı yürütmeye çalıştım. 1936’da Akademi resim bölümünün başına getirilen Leopold L6vy’nin bir kolu bendim bir kolu Cemal Tollu. On üç sene beraber çalıştık. Levy yüzde yüz namuslu bir insan ve iyi bir ressamdı. Bizim kuşakta büyük etkisi olmuştur. Bu etki öğretmen olarak çok işime yaradı. Öğrencilerim de bundan faydalandı. Ama şimdi anlıyorum ki 35 – 50 arası ilk çıkış noktam a fazla bir şey katmadı. Bir tek kazancım çevremi büyük bir sevgi ve sabırla incelemek oldu. Ama bu arada çok önemli bir nokta gitgide bulanıyordu. Çevreyi incelemek başka, bunu ressam olarak belirtmek bambaşka şeylerdi. Araya giren 2.

Dünya Savaşı 1950’ye kadar dışarı çıkmak olanaklarımı yok etmişti. Ancak 1950 yıllarında 5 – 6 ay Paris’te kalmak nasip oldu. 35 – 50 yıl arası daha çok öğretmenliğin verdiği bir hızla yazı hayatına bağlanmıştım. Bu 15 yıl içinde çeşitli dergiler ve günlük gazetelerde 4 -5 kitap dolusu yazım çıktı. Bunların en az yansı Akademideki derslerimdi. Ama bu arada yani bir taraftan resim yapıp bir taraftan öğretmenliği sürdürürken bir yandan günlük gazetelere makale yetiştirirken araya şiir kanşıyordu. 1935’den bugüne kadar ilk kitabım ressam Nazmi Ziya’nın hayatı (1937) olmak üzere 1941’de ilk şiir kitabım çıktı. Yaradana Mektuplar, arkasından Karadut, Tuz, Üçü Birden, Canım Anadolu, Dördü Birden. En son 1969’da Karadut’69 kitabım yayınlandı. 1950 -1960 yıllan resim çalışmalarım, öğretmenliğin dışmda bir tasaya yöneldi. 1950’de Paris’te öğrenci hayatımızda adı geçmeyen yepyeni bir müze kurulmuştu : (İnsan Müzesi). Bu müzede yeryüzünün her yanındaki yaratıkların el işleri sergileniyordu. Bu müze bana yepyeni bir ufuk a ç tı: Güzel faydalı olabilir, faydalı olmak güzelin gücünü eksiltmez: Ben yarıya arı demem Arının balı olmalı Ben güzele güzel demem Güzel jaydak olmalı Bayramdan bayrama neyleyim güzeli Güzel dediğin her Allahın günü ydnıbaşımtzda olmalı Yağmur misali Hepimizin bahçesine yağmalı Güzel dediğin yağmur misali, hepimizin olmalı 1950 – 1960 arası bu anlayış ağır bastı. 1951’de yerli yazma tezgâhlarını bir bir dolaştım. İşçilerle, ustalarla dost oldum.

Yazmacılığın sanat tarafı tükenmiş, zenaat tarafı ağır basıyordu. Bu güzel geleneğe bütün gücümle resim ■alanından bir şeyler aktarmaya çalıştım. Bu bir tür gravür işçiliği idi. Sanatçının işini kendi eliyle çoğaltabilmesini sağlıyordu. Bu güzel geleneği öğrencilerime de aşılamaya çalıştım. Biz her yıl öğrencilerimle birlikte yazma sergileri açarız. Büyük ölçüde duvar resimleri ve mozaik panolar bu devre içinde gelişti; Hilton, Divan otellerindeki yağlı boya panolardan sonra Brüksel (1958) NATO (1959), Samatya Hastanesi (1959), Ankara Etibank, Hacettepe, Marmara oteli mozaikleri, İstanbul manifaturacılar çarşısı, Karaköy Aksu hanı kabartmaları ve mozaikleri ile Vakko fabrikası panoları bu çizginin devamıdır. 1960 yılında California Üniversitesinin davetli hocası olarak Berkley’de başlayan dönem 1970’e kadar sürdü. Bu dönemin en büyük özelliği rengi birinci pland alma çabasıydı. Davetli öğretmen olarak Amerika’da verdiğim konferansların adı «Yaşasın Renk»ti. 1930’dan 1960’a kadarki resim hayatımda biçim hep birinci planda yer alıyordu. Renk ancak biçim tasasından vakit kalırsa kendini gösteriyordu. Biçimin ressamdan başka heykelci, mimar, dekoratör, makine ressamı, harita ressamı ve benzeri bir sürü sahibi vardı. Peki rengin sahibi kimdi? Renge sahip çıkmak kime yaraşırdı? Renkli fistanlar, rengârenk oyuncaklar, horoz şekerleri yapanlar mı renkten sorumlu olacaklardı? Sahipsiz, isimsiz, imzasız halk işlerinde, köy sanatında başına buyruk yaşayabilen renk, klasik anlamdaki resim sanatında hep ikinci planda kalıyordu. 1950 – 1960 döneminde halk sanatlarındaki biçim cesaretine vurulmuştum.

Ama 1960 – 70 arası gözüme ışık tutulmuş gibi renklerle kamaştım, renklere bulaştım. 1960-70 arası yepyeni renkler bulmak için yepyeni dokumalar, araçlar, gereçler bulmaya savaştım. 1930’dan 1974 yılına kadar meslek hayatıma kuş bakışı göz atınca beni sevindiren ve üzen iki nokta var. Halk sanatlarını, örneğin bir kilimi, bir İznik çinisini, su katılmamış bir Orta Anadolu bakır işini, bir tahta oymayı, kızılcık dalından örülen sepeti, kurt başlı baltayı, nacağı, nakışlı keçeyi her zaman sevdim. Onları hiçbir zaman büyük Garplı ustalardan ayırt etmedim. 1933’de Paris’te Tüilleri sarayında katıldığım ilk sergideki resimlerimin katalogdaki adlan şöyleydi: 1. İznik çinilerine hayran ressam, 2. Yavuz, Gülcemal, Gülnihal. Sevincim mesleğe başladığım anda ana kaynaklara elimi uzatmış olmaktan geliyor. Yukarıda adını ettiğim çocuklann kireç yalaması misali. Üzüntüm de bu güzel, cömert kaynaktan dilediğim kadar faydalanmamış olmaktan geliyor. Bir noktayı biraz geç de olsa belirtmem şart: 1930’da Paris’te tanıdığım sapına kadar ressam bir Romen’le 1936’da İstanbul’da evlendik. İkinci Dünya Savaşının başladığı gün bir oğlumuz oldu. Ben askerdim. Dokuz ay sürecek yedek subaylığım 3 yıl sürdü.

1941’de terhis oldum. 1943’de ikinci defa askere çağrıldım. Bu güç günlerde eşim sahici bir sanatçı olmasa idi ve birbirimizi sonuna kadar desteklemeseydik, zor dayanırdık. Bugüne bugün bir de torunum var. On yaşında torunum Rami bey ellerinizden öper.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir