Bilge Karasu – Troya’da Ölüm Vardi

Gece, yatmadan önce perdeleri çekmemişim. Güneş, denizin açıklarında doğar doğmaz gözlerime saplandı. Saat beş buçuğu ancak geçiyordu. Bir ara, hemen denize girsem, di ye düşündüm; vazgeçtim sonra. Yürüyecek, gezecektim. Nöbetini henüz savmamış kâtip kürsüsünün arkasında uyukluyordu. Daha altı saat önce, beni karşıladığında elimde, odama çıkaracağı bir çanta göremeyince bayağı üzülen garson, ond’ört onbeş yaşların uykusunu alamamışlığıyla esneyip geriniyordu kapının önünde. Onunla gözgöze gelmemeğe çalışarak hızlı hızlı dışarı çıktım. Asfalt kurumağa başlamıştı. Ama biraz ötede toprak yolun – o da asfaltlanmamışsa, diye geçirdim aklımdan – vıcık vıcık olacağını biliyordum. Şakır şakır yağan yağmurun altında istasyondan buralara kadar yürüyüp kâtibin önüne sırılsıklam, suçlu bir insan gibi çıkmış olduğumu unutmağa çalıştım. “Yolu biliyordum bereket, yoksa halim nice olurdu” diye içimSarıkuma Giriş ç den tekrarlaya tekrarlaya oda istediğimde, kâtip, “Talihiniz var beyim” demişti, “böylesine yağmur yağmamış olsaydı, bu sabahtan komple olurdu burası!” Hiç de gelmemişti aklıma oda bulunmayabileceği. Koskoca, yepyeni Sarıkum Oteli’nin çok değişmiş bir Sarıkumun ürünü olduğunu düşünmemiştim bile. Fakat halime daha da çok şükredecek durumda değildim. Oda ayırtmadan, son trene binip böylesine gelmiş olmayı pişkinliğe vurup yattım.


Sarıkumdaydım gene. Yıllar öncesi gibi. Fakat başka bir odada. Bir otel odası, yabancı, yeni bir oda. Odanın bu yeniliği, bu yabancılığıydı zaten beni baştan çıkaran. Sarıkuma yıllardır gelmek istediğim halde burada ken dime yepyeni bir oda bulamıyacağım düşüncesi değil miydi gelişimi geciktiren. Bu otel odası yeniydi ama üç – beş günlüğüne benim olacaktı; beri yandan bu üç – beş gün içinde karşılaşacağım her dost, her ahbap beni eski günlere, eski odalara çekip götürecekti. “Yalıburnundan çıkıp buraya taşmsam” diye düşündüm birden. Ama hemen toparlandım. Bitmemişti daha Yalıburnundaki hayat, oradaki dünyam daha kapanmamıştı üzerime. Bu düşünceleri bırakıp Sarıkuma bakmalıydım zaten. Ayaklarım ağırlaştı birden. Toprak yola 10 Sarıkuma Giriş girmiştim. Sarıkumun killi toprağı gene tabanınım altında birikiyor, boyumu uzatıyor, beni sal lana sendeliye, sancılı sancılı yürütüyordu. Fenere giden yoldaydım şimdi; az kalmıştı köyden çıkmama.

Aklımdan, köy, diye geçirmeme güldüm sonra. Köy değil, insan bucak bile derken düşünürdü artık herhalde. Fener uzaktan göründü. O zaman, otelden cıkalıberi ilk olarak başımı kaldırın bakmış olduğumun farkına vardım. Deniz, turuncu bir ışıltı içinde akıyordu. Yumuşamış gibi duran fener, göRÜn, yarısı turuncu, yarısı belirsiz bir mavi ile kurşunînin arasında gidin gelen yumuşaklığına, bir başparmağın hafif bir bastırmasıyla gömülmüştü sanki. Dolaylarında,, her zamanki gibi*, sarı uğultulu buğdaylar eğilin bükülüyordu. Daracık yoldan buğday tarlalarının arkasındaki cavırlara doğru yürüdüm. Feneri değil, evimizi görmek istivordüm. Gene de dolasa dolaşa gidecektim ama. Cayırlar sansarı,, kuru. san sap sırıtan, ardalarla, pisipisilerle kaplıydı her zamanki gibi. ,, , . Tren völuna kadar uzanacak, oradan gidecektim evimize; eskiden de gittiğim yoldan. Güneşte pişen cayırların önündeki beyaz yağlı b’oyalıl serin evi görecektim… Dalıyordum.

Sarıklıma Giriş 11 Saat onbire doğru, “Sarıkumu Sevenler Derneği”ne uğramak gerekti. Dernek başkanını görecek, derneğin kuruluşunu kutlamak için bir “Sarıkum Festivali” hazırlama düşüncesinden dolayı tebrik edecektim onu. Teşekkür etmeliydim, yıllardan sonra babamı unutmayıp “Aziz Dostuma” diye eve mektupla davetiye yolladığı için. Fakat babamın sekiz yıl önce öldüğünü, annemden beş yıldır ayrı yaşadığımı anlatacaktım. Davetiyeyi de bana gene annemin verdiğini söylerdim belki. Söyler, anlatırdım ya, beni en çok sıkan düşünceyi de bir türlü söküp atamıyordum kafamdan. Beni dizinde hoplatmış bu Çuhacı beyi, yaşayışıma ilgilenecek, ince eleyip sık dokuyacaktı. O yıllardan bu yana olup bitenleri öğrenmek isteyecekti. “Neyse, daha bir iki gün, pek vakit bulmaz bu sıkıntıya” diye bu düşünceyi bir aralık savabildim. Sarıkumu, yıllarca özledikten sonra, bugünlerde yeniden görmeğe zaten karar verdiğimi, davetiyenin bir bahane olmaktan öteye geçmediğini, Hüseyin Çuhacı bilmese de olurdu. Bir tren düdüğü ötüyordu uzakta. Güneş vükselivor. adını bilmeden çiğnediğim bir sürü ot hafif hafif kokmağa başlıyordu. Daracık, taş döşeli istasyon yoluna ayak bastım hemen sonra. Bir yandan yürüyor, bir yandan da 12 Sarıkuma Giriş ayaklarımın altındaki illet, katılaşmış çamuru temizlemeğe uğraşıyordum.

Tren sesi yaklaşırken, yolun, evlerin, evleri çevreleyen bahçelerin arasına girdiği yere geldim. Trenin soluğuna uymağa çalışmak boştu, yetişemezdim. Dumanlı gürültü, ötelerde, istasyonun orada soludu, sayıkladı, sonra gene aktı. Uzaktaydı şimdi. Bulunduğum yerde sessiz dumanlar dağılıyor, ufalanıyordu havada. Ses uzaklarda kesildi. Yürüdüm gene. Asmalar vardı sağımda; kanca parmaklı, kıvranan, ilenen asmalar. Bu günlerde bile üçdört ay öncesinin yapraksız, koruksuz yoksulluğunda. Sabah sisi, parça parça, tel tel ötelerine berilerine takılmış kalmıştı. Durdum. Yıllardır, yollarım boyunca, tren pencerelerinden sarkar, bunu görmeğe çalışırım, sabahları. Asmalar yalnızdı. Ölüm içindeydiler, kötüydüler. Bir zamanlar buralarda, bir kulübede oturan cüce kurşuncu kadına benziyorlardı.

Safiye Hanım da kötüydü, çok kötülük etmişti hayatında. “Ölmüştür şimdi…” diye düşündüm. Evlerin sessizliği içinden geçtim. Toprağı kömür tozu, taşları kömür parçası olan yerdeydim şimdi, istasyonda. Sessizdi ortalık. Caddeye çıktım sonra. Sarıkuma Giriş 13 Cadde de sessiz, uyku içindeydi. Arada bir, uykusunu alamamış bir halle bir pencere ara lanıyor, hemen sonra oracığa çöküverecekmişçesine uykulu, boş, karanlık, duruyordu öylece… Fakat aralarından geçmeğe başladığımda bir çoğu uykuyu unuttu. Kadın başları önceleri kararsız, sallandı perde ardlarmda. Sonra başlarla birlikte gövdeler de eğilir, dışarı sarkar gibi oldu. Önlerinden geçerken içeri çekildiğini gördüğüm başların arkamdan birden uzandığını, bakışlarını, dudaklarının kıvrılışını duyuyordum. Bu kadınların hiç biri beni tanıyamamıştı. Hiç birini benzetememiştim tanıdıklarıma. Sarıkuma, biz gittikten sonra, yerleşmiş olacaklardı. Asfalttan çayıra saptığımda kadınları unutmağa çalıştım.

Sarıkum, kendine benzetiyordu insanları, böyleydi bu. Çayırın karşı kıyısında evimiz, apak, duruyordu. Hepsini çiğneye çiğneye geçtim çayırın içinden : Karasarı ot kuruları, Süreyya öğretmenin daha o zamanlar bana kıraç yer bitkisi diye tanıttığı, etli yeşil yaprakları yıldız yıldız kümelenmiş, dikenli, dikensiz, düz, yamrı yumru, değişik bir takım bitkiler; boş bir içlilikle bitivermiş sıska sapların ucundaki mor, pembe, mavi, irili ufaklı çiçekler… Hepsini, büyük 1 4 Sarıkuma Giriş bir dikkat, bir azgın istekle çiğnedim, çamura gömdüm. Eve bakmıyordum yürürken. Bütün sevdiklerime öyle yaklaşmışımdır hep. Önce yöreyi yoklar, sonra birden dikerim gözümü ona. Ürperirim o zaman. Sevdiğim, olduğundan da güzel, daha değerli, daha sarsıcı görünür. Sonra gene yere bakarım. Kimi zaman bir harcama korkusu geçer içimden, “Bu kadar güzel olunamaz, günahtır bu kadarı” derim. Yaşamağa çalışırım, beceremem… Çayırın alt ucunda durdum. Evin karşısındaki kulübecikler beton ev haline gelmişti. Gözüm hep yerde, bir taşı bile değişmiş gözükmeyen taşlı yola çıktım. Birden, başımı meydan okurcasına kaldırarak baktım eve. Hiçbir şey hatırlamadan bakmağa çalıştım.

Fikretlerin, Nebahatlerin evleri, yerli yerlerinde duruyordu. Saçakları biraz daha yıpranmıştı belki, pencere pervazları, eşikleri biraz daha çukurlaşmıştı herhalde, tahtaları kararmıştı. Bizimki ise apak, taze boyalı, serin, bıraktığımız gibi. Kapısının kırmızısı bile değişmemiş. Üst katının pencereleri örtülüydü, uyku içindeydi. Yeni sahiplerini tanımıyordum ama, “Gece, Festival başlayınca tanışırız herhalde” diye düşündüm. Sonra, içimde bir acılık; tanışıp ne olacaktı? Kapıların önünde kimseler yoktu daha. Sarıklıma Giriş 15 Saat yediye geldiği halde bizim sokakta kim seler işe, temizliğe başlamamıştı. Garipsedim. Hepsi de yabancı mı, hepsi de mi yazlığa gelmiş bunların, diyecek kadar oldum. “Bunu sonra da anlasam olur” diye düşündüm arkasın dan. Köşeyi kıvrıldım, bostan sokağına saptım. Bostan yoktu ama artık. Küçüklü büyüklü, bahçeli bahçesiz, evler sıralanmıştı yolun iki yanına. Yürüdüm.

Kapılar, pencereler, uykularından sıyrılmıyordu bir türlü. Oysa güneş, odaları şimdiden ışığa boğuyordu. Kediler geziniyordu yalnız. Ağır, düşünceli, îki üç tanesini çağıracak oldum. En gözü pek olanı, çağırışımı tartar gibi ancak durdu, kaçtı sonra. Ötekiler zaten çoktan kaçmıştı. Üzüldüm. Tanır gibi oldum kimini de. Soy ortadan kalkmamış demek. Birden sola baktım, dürtülmüşçesine. İki beton evin aralığından, ötede, iki eriğin arkasında duran Dilâver Hanımın evi görünüyordu. Duruvermişim… Evin arkasını, arkasındaki hayatı benden başka bilen biri var mı diye düşünmeğe başladım. Sokağa bakan ön pencerede oturup bizlere kanlı masallar anlatan Dilâver Hanımın hastaları kim bilirdi ?… O sabah erkenden, daha kimseler uyanmamışken evden çıkıp bos16 Sarıkuma Giriş tana gitmiştim. Yağmur yağmağa başlamıştı sonra. Önce önemsememiştim.

Hızlandığını gö rünce de dönmek istemiştim eve. Dönülebilecek gibi değildi artık. Dilâver Hanımın evinin arkasındaki erikliğe, oradan da evin arka kapısının saçağı altına sığınmıştım. Kediler dolaşıyordu bacaklarımın arasında. Evde çıt çıkmıyordu. Yağmur daha da hızlanmıştı. Artık yağmurdan değil, gölleşen sulardan, sıçrayan çamurdan kaçabileceğim bir yer arıyordum. Eve bu ara dönmek iki kat azar işitmekti. Kapıyı da çalamazdım bu saatte. Birden kedilerin teker teker kaybolduğunun farkına vardım. Evin köşesini dönüyor, geliniyorlardı bir daha. Bileklerime kadar sulara gömülerek ben de gittim oraya doğru. Köşeyi döner dönmez, açık duran bodrum penceresiyle karşılaştım. Sarmaşık, taflan örtmüştü önünü. Güçlükle içeri süzüldüm

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir