Bryan Magee – Yeni Düşün Adamları

Bu kitap, 1975 – 77 yıllarında hazırlanan ve videobanda alınan 1978 Ocak- Nisan aylarında da BBC’ de yayımlanan 15 programlık bir televizyon dizisinden kaynaklanınaktadır. Böyle bir dizi yapmak, (o sıralar BBC 2. Televizyonu Denetçisi, şimdiyse BBC Radyo Yöneticisi olan) Aubrey Singer’in fikriydi; ama bana bunu önerdiği zaman, baştan dilediğimizce davranabilmeyi şart koştum. Kabul edeceği şeyin niteliğini üstüne, haklı olarak, kendisine bir miktar fikir vermemi istedi; bir süre düşünüp, başkalarına da danıştık:an sonra, bu kitabın içindeki konuları ve kişileri önerdinı. Onaylayınca, projeyi gerçekleştirmeye giriştik. Amacım, yeni ve geniş bir izleyici kitlesine, felfesenin en ilginç alanlarından kimilerinde bugünkü dunımu tartışmaktı. Bu, benim dört türlü konuyu birleştirmemi gerektirdi. İlki ve en açık olanı, Büyük adlar kimler – Ne yapıyorlar ve Yaptıkları niçin önemli? sorularına karşılık vermekti, ikincisi, Frankfurt Okulu, Varoluşçuluk, Dilbilimsel Çözümleme gibi süregelen düşünce okullarına bakmayı gerektiriyordu. Üçüncüsü, konunun alışılmış altbölümlerine de bir bakmaktı : ahla:( felsefesi, siyasal felsefe, bilim felsefesi vb. Son olarak, bütün bunlar ancak felsefe alanındaki yeni gelişmelerin ışığı altında anlaşılabileceği için, bir ölçüde de yakın tarihsel geçmişten, özellikle Marx, Wittgenstein ve Mantıkçı Pozitivizınden söz etmek gerekiyordu. Başlardaki programları sunmanın doğal bir sırası var gibi .göründü : kabaca tarih dizimini izlemek, çeşitli gelişmelerin birbiı-inden ya da birbirine karşı yahut eşzamanlı olarak nasıl çıktıklarını açıklığa kavuşturacaktı, ben de buna uydum. İsteyebileceğim herşeyi kapsayamadığımı söylemem bile gerekmez. Çağdaş felsefedeki en heyecan verici gelişmelerden kimilerinin, o alanda önbilgisi olnıayan bir kimseye kısaca anlatılarnaIX yacak kadar fazla teknik olduğunu gördü111 – örneğin, İngiltere’dc Michacl Dummett ve A.B.


D.’ndc Saul Kripke ve Donald Davidson gibi kimselerin mantıkta yaptıkları yeni ilerlemeleri düşünüyorunı. Farklı türden bir sınırlaına, İngilizceyi iyi konuşınakla ilgiliydi. Bc’ibclli ki, İngiliz televizyon için hazırlanan böyle bir dizide, kıvrak ve incelikli, an1a yine de kolayca anlaşılabilecek bir İngilizce kullanılnıak gerekiyordu; uygulamada bu, İngilizce konuşulan ülkelerde yaşan1ayanlardan, pı-ograma katılmaya çağırabileceğim pek az khi olması anlamına geldi – örneğin, Jean – Paul Sartre’ı çağırmayı pek çok istcrdin1; belki, ölüınünden önce, Heidegger’i de; fakat dil engeli buna olanak vermedi. Ne yazık ki, Kari Popper de salt kişisel nedenlerden ötürü katılmadı. Bir de çağdaş felsefenin bütü.ı ilginç alanlarının onbeş tartışınada kapsanamayacağı gibi yalın bir gerçek vardı – hangi seçinıleri yaparsam yapayım, ileri gelen birçok düşünür ve ilgi çekici bir sürü çalışma, programın dışında bırakılınak zorundaydı. Bütün bunlara karşın, bir bütün olarak ele alındığında, bugünkü Batı felsefenin en önemli bir takım gelişme alanlarında neler olup bittiği üstüne geniş kapsamlı ve bilgi veı-ici bir dizi sunabildiğinıi umuyorum. Programı düzenlerken, izleyicilerinıin bu konuda herhangi bir önbilgileri olduğunu varsaym:ıdım; onlardan, yalnızca ilgi ve zeka bekledim. Birkaç yıl önce, BBC Radyosunun 3. Prograınında bundan çok farklı nitelikte olmayan bir dizi hazırlaınış bulunn1an1, bana tecrübe kazandırması açısından bir havli işime yaradı. 1970-71 kışında 13 bülüınlü bir “Filozoflarla Söyleşiler” dizisi yavınılanııştını. İngiltere’deki felsefeyle sınırlı tutulduğu için, o, bu televizyon dizisinden kapsanıca daha iddiasızdı – nitekim, gözden geçirilmiş yazınılamaları da kitap halinde Modern British Philosophy (Çağdaş İngiliz Felsefesi) adıvla basıldı. Fakat, onu yapınak, gerek vavımlanacak böyle bir dizi konusunda, gerekse çok avrı bir süreç olan, konuşma tutanaklarını kitaba çevirınek bakımından, bana burada yararlandığıın birçok şey öğretti. Radvo dizisinde olduğu gibi, televizyon dizisinde de, tartışnıalar hazırlandı, aına prova edilmedi ve metne bağlannıadı.

Her biri için, konuşacağını kişiyle, önceden iki ya da üç kez buluşup programda konuşacaklarımızı inceden inceye gözden geçiriyorduk. (Bu işin olumsuz yanı -neyin dışarıda bırakılacağına karar vermek- her zaman güçtür; karara bağlanınca da. üzücü.) Seçilmış konumuzun her noktası üsti.inde, nelerin söylenmesini en önemli x saydığıınıza, n1alzeıncnıizi kabaca nasıl bir sıraya koyacağın1ıza ve yine kabaca, zamanı nasıl paylaştıracağımıza karar veriyorduk. İ ‘), stüdyoda tartışmayı banda aldırn1aya gelince ise, hiç şaşn1ıyor, mutlaka bu kaba ve üstünden geçiln1iş çerçeveden ayrılınalar oluyordu -o anda aklıınıza gelen yeni noktaları ya da sorunları da ortaya koyuyor ve irdeliyorduk- yine de, bu bir çalışma yöntemi olarak, biziın yüksek derecede bir hazırlanmışlık ve önceden düşünmüşlükle kameraların önünde (un1arıın) sahici bir canlılık ve tazeliği birlcştirmeınizi olanaklı kılıyordu. Böylesine kısa süreler içinde bu kadar çok konuyu ele almaınızı sağlayabilecek başka herhangi bir vönten1 düşi.inemiyoruın; her iki öğe de o ölçüleriyie gerekliydi : daha çok hazırlık yapılsaydı, sonuçların kendiliğindenlik havası feci bir biçimde yitirilirdi; öte vaııdan, daha az hazırlık yapılsaydı da, ortaya konulanlar, eşit ölçüde feci bir biçimde, açık – seçiklikten �·oksun kalırdı. Cümleleriınizi ağzıınızdan kurınan1ız · yüzünden, tartışmalarımızın tutanaklarını o hal lerivle y2.zılı olarak yayımlamak akıllıc;ı bir şey olmazdı. Mesele, hiç kin1scnin konuşurken dilbilimi ve sözdiziıni kurallarına vetkinliklc uyman1asından ibaret değildir. Herk·�s konuşurken, cümlelerini yazarkenkine oranla çok daha gevşek bir biçimde kurar. Canlı konuşn1::ıJ;ı öylesine doğ;ıl gelen, başıboş cümlecikler ve ;ıraya sokuşturulan “boşluk doldurucu” anlatımlar, vurgu için yinelemeler, bol bol kullanılan beylik deyimler, sayfa üstünde sevin1siz durınaktadır. Onun için, tartışmal;ıra katılanların hepsini, programda söylediklerini, bu kez kitap halinde yayıınlanırkeıı gözden geçirıneye teşvik ettiın – hatta onl;ırdan tutanakları diledikleri herhangi bir ölçüde değiştirınelerini istedim, ne denli değiştirirlerse o denli iyi olacağını söyledim; bu kitabın kendisinin b;ığın1sız bir varlığı olacağına göre, onun gerektirdiği koşulları elimizden geldiğince en iyi biçimde karşılamalıydık. Tartışm;ıcıların hepsi de buna uvdular ve metinlerinde düzeltmeler yaptılar, bir ikisi ele, özgün biçiminin amacını ve h;ıvasını korun1;ıkla birlikte bütün katkısını venibaştan yazınaya v;ırınc;ıya dek değiştirdi.

Fakat bu kitap, her ne kadar televizyondaki prograı11 dizisini tan1 bir tutanağı değilse ve öyle olmayı amaçlaınıyor ise de, o dizi olmadan varlık kazanamazdı. Birçokları, biziın programın1ızın televizyon vayın1cılığında veni bir atılıma işaret ettiğini düşündüler. 20 Ocak 1978 tarihli The Times ‘te ” ciddilik ve kapsam genişliği XI açılarından, şimdiye değin herhangi bir genel yayın şebekesinde buna benzer bir şey yapılmadı”ğını yazıyordu. Dizinin sunulmaya başlamasıyla birlikte, bana ” nihayet erginlere yaraşır bir program·’ ve “televizyona inancınu geri getirdi” gibi deyişlerle dolu mektuplar gelmeye başladı; haftalar geçtikçe, bu ilk damlalar bir sel halini aldı. Yayın denetçilerinin bu tepkiler üstünde ciddiyetle düşüneceklerini umarım. Sonunda, televizyondan felsefe yayımlan1aya karar vermeleri alkışlanası bir cesaretti; ama bu kararı vern1ekte böylesine gecikmiş olınalarının, ” ciddi” televizyona bütünüyle hala olanak tanımayan, derinliğine yerleşıniş yasakçı duyguları yansıttığı kanısındayım. Bundan önce, en azından Lıgiltere’de (eğitiın progran1ları dışında televizyon, doğrudan doğruya felsefeye değinmekten öyle çok korkuyordu ki, kameralarını, düşünsel etkinliğin hemen hemen bütün öteki alanlarına çevirdiği halde, felsefeyi ele almaktan çekinmişti. Korku, felsefe sözsel konuların en soyutu olduğu için, görsel olarak düşünülen bir araçta izlenebilir kılınaınayacağı korkusuydu. Televizyoncular, ödevleri gereğ.i. “Felsefe hakkındaki bir program sırasında ekranda ne gösterilebilir?” diye soıuyorlardı; bunun yanıtı besbelliydi -“konuşurken filozoflar”­ ama bu, meslekten televizyoncular arasında yaygın bir _ geri fikre öylesine ters düşüyordu ki, birçokları için ağızlarından çıkarmak şöyle dursun. düşünülmesi bile çok güç bir şeydi. Onlara göre, televizyonun ana ilkesi, “izleyicilere söylemeyin, gösterin”di. Dolayısıyla, ekranlarında en son görmek istedikleri şey, savuştururcasına adlandırdıkları gibi ” konuşan kafalar” dı. Konuşmadan başka bir şey olmayan programları, ” televizyon için olmaz – radyoda daha iyi” diye geçiştiriyorlardı.

Televizyonun bir iletişim aracı olarak özerkliğini kazanabilmesi için, oluşum yılları boyunca, uygulamada bu gibi tutumların televizyonculara egemen olması gerekli olmuş olabilir. Böyle olmakla birlikte, ben televizyonun düşünsel gelişimi için bunların önemli sakıncalar taşıdığı ve bu araç �·alnızca özerk değil, olgun da olacaksa, aşılması gerektiği inancınclavım. Bu gereksinin1, “ciddi” telcvizvonun her yanında duyulınaktadır. Örneğin, güncel olaylar programlar, izleyiciye yalnızca olayları göstermekle yetinip, ona işin içindeki sorunları doğru dürüst anlama olanağı vermekten kaçındığı için, gittikçe çoğalan eleştirilere konu olmaktadır. Bunlar, bize bir sürü renk ve eylem -dramatilı: yönden en çok göz alıcı oldukları için, özellikle şiddet eyleıniXII gösteriyorlar, :.ıma pek çözümleme ya da ciddi tartışma getirmiyorlar. Sunul:.ın tartışmaların çoğu, kahvehane – ıneyhane sohbeti düzeyinde; bilinçli olarak, kaba çizgili tartışmalar izletmekle, sorunların yalın ve açık – seçik tutul:.ıcağı, an1a bir y:.ından da çevr2- lcrinde dran1atik bir hava yaratıp sıcaklığın arttırılacağı uınuluyor. Bütün televizvonda her türlü konuyu hoşça vakit geçirtme diline çcvirıne vönünde bir çaba var; bu zorlama, izleyiciden ciddi istemlerde bulunulmasını engellediği için, sonuç, üstesinden gelinmesi gerekli bir ödev olarak güç şeyleri açık hale getirmekte?! yan çiziln1esi olnıaktadır. Ancak, insanları düşüncelerinden ayıran, hoşça vakit geçirten, eğlendiren, (haberdar etme anlamında) bilgi veren ya da düpedüz ilgilerini sürdüren bir program başarılı sayılıyor. İzleyicilerden ciddi isteklerde bulunursa, çoğunu kaçırmak durumunda kalınacağından korkuluyor. Bu başat tutuınlanndan ötürü, ciddi bir çözün1leme sunına yolundaki girişimler, konu her ne olursa olsun, çoğu kez, soyut kavramların görsel terinılere çevrilmesiyle temellendirilmeye uğraşılıyor : ekrana resimler, grafikler, diyagramlar, istatistikler, çizgi filmler, hatta basılı kitap sayfaları yansıtılacak; bütün bunlar ve daha başkaları, belki bir ustalıkla kurgulanırken, hareketli, ileriye doğru itici vuruşları görüntü değiştirmelerine denk düşecek biçimde, Stravinsky’nin müziğine benzer bir müzikle de eşlendirilecek. Bunların kimileri etkileyici, çoğu da, hiç kuşkusuz, zekice yapılmış şeylerdir.

Fakat pek çoğunun, parlak bir ambalaj altında, ilkokul öğretmeni havasında, sunulan özün işlenişi açısından değil, yalnızca aracın kullanılışı yönünden ustalıklı, dolayısıyla konuyu ele alışı bakımından, esas itibarıyla yavan ve bayağı olduğu söylenmelidir. Büyük bir bölümü de yutturmacaya girmektedir; özellikle, grafikleri düzenleyen kişiler, bunların sözde dile getireceği kavraınsal konuları doğru dürüst anlamadıkları zaman, En kötüsü, bizim güç kavramsal sorunlarınıızın çoğu, bu tür ele alınmaya düpedüz elverişli değillerdir; dolayısıyla, ya bu süreç içinde ciddi yanlışlarla konulmakta ya da televizyona uygun değil denerek büsbütün atlanmaktadırlar. Bütün bunlar, hep ya da çoğucası, konuşan kafalardan kaçınma ilkesi yüzünden olmaktadır. İnsanlar için çoğu soyut kavramları ele almanın ” doğal” yolu, sözcükler kullannıaktır. Onların olabildiğince sözcük kullanmadan ele alınmasında ısrar etmek, rakam kullanmadan aritmetik vapılmasında ısrar etmeye benzer : yapılabilir XIII (Romalılar yapmışlardır), fakat rakaınlar varken bu yolu seçmek, ilkel, keyfi ve belki en önemlisi, sapıkça bir şey olmaktadır. Televizyon örneğinde, söz konusu ettiğim ilkenin dayandırıldığı hatalı varsayımlar pek çoktur, ama aralarından ikisi en önemlileridir. Birincisi, televizyonun görsel bir araç olduğu belitidir. Besbelli ki, televizyon yalnızca görsel bir araç değildir, çünkü sesle resmi ölçüde birleştirmektedir ve bu birleştirmede radyonun olanaklarının bütün sığası ona da açıktır. (Radyo = Ses’e karşılık Televizyon = Resiın gibi) sığkafalı denklemler, televizyonun radyo ile yayın yapmak için kurumlar çoktan oluşturulmuşken ortaya çıkmasından ve dolayısıyla, ancak radyonun sınırlayıcı varsayımlarını kırarak gelişebilmesinden ileri gelmiştir; ama bu kanılar yalnızca yayımcılarda alışkanlıklar olarak kökleşmekle kalmamış, televizyonun kendisini içinde çerçevelenmiş bulduğu örgüt biçimlerinde de kurumsallaşmıştır. Hala işitegeldiğimiz ” Biz radyo değiliz” yollu ısrarlar, radyonun ele alamayacağı konular aramak ve onun yapabileceklerini radyoya bırakmak yönünde bir eğilimin yerleşmesine varn1ıştır. Bu durun1, norn1al bir insanın gelişmesi sırasında “erginleşme başkaldırısı” diye bilinen aşamayı andırıyor : o evred.:, birey anababasının sınırlamalarına tepki göstererek kendi kişiliğini ve bağımsızlığını tanıtlamaya çalışır, kendi yaptıkları, onun gözünde, daha çok, anababasının yapmayı akıllarından bile geçiremeyecekleri şeyleri yapma konusunda bir ısrardır. Bu, gelişimde zorunlu bir aşamadır; ama özünde, büyümemiş olmaktır. Erginlik ya da olgunluk ise, erişilince, kişinin tehdit edildiği duygusuna kapılmadan, anababayla önemli şeyleri paylaşabilecek kadar kendine güvenmek demektir. Televizyon olgunlaşınca, içinde sesle görüntünün öylesine yetkinlikle bütünlendiği bir iletişim aracı olacaktır ki, artık ona sessel değil de görsel bir araç demek, doğal olarak hiç kimsenin aklına gelmeyecektir.

Ancak o zaman televizyon kendi gerçek kimliğini bulmuş olacak ve umulur ki, şimdilik ancak hayal meyal sezilen gizil olanaklarını gerçekleştirmeye başlayacaktır. Fakat, bundan tümüyle ayrı olarak, konuşan kafalardan kaçınına ilkesinin gerisindeki ikinci hata, neyin görsel bakımdan ilginç olduğu ve neyin oln1adığı hakkında yanlış bir yargıdır. Çoğu insanlar için, dünyada en ilginç nesneler, başka insanlardır ve bir televizyon ekranında belirebilecek en ilginç resim, ister tiyatro oynuyor, ister bir şeylere tepki gösteriyor, düşündüklerini söylüyor, fıkra anlatıyor, spor yapıyor, şarkı söylüyor, dans ediyor ya da günlük yaşamını sürdürüyor olsun, bir başka insanın görüntüsüdür. YeteXIV nekli kişilerin bildikleri şeyler üstünde konuşmalarını seyretmenin büyük bir çekiciliği vardır. Aynı şeyi radyoda dinlemekle hiçbir şeyin kaybolmayacağını söylemek ise, yanlış ve aptalcadır. Bir kimsenin düşündüklerini anlatn1asında, işin içine sözsel olmayan birçok öğeler girer : bütün hali tavrı, yüz ifadeleri, jestleri, vücut hareketleri, fiziksel çekingenlikleri· duraksamaları, en önemlisi de gözlerinin canlılığı. İnsanları düşünürken seyretmek, büyüleyici· dir – hele bu işi ivi yapıyorlarsa. Televizyonda size iletilen tüm kişilik duygusu, radyodakinden daha zengin ve tam olur : size o kişiyle tanışıklık kazanıyormuşsunuz gibi gelir, öyle ki bir yer· de rastlasanız, onu hemen tanırsınız (radyodaysa hiç böyle bir şey oln1az). Kaldı ki, insanın ilgi duyduğu herhangi bir alanda ileri gelen kiınselerin kişilikleriyle ilgilenmesi, doğal bir merak biçin1i­ <lir. Felsefe, bundan bir ayrıklık göstermez; ileri gelen felsefecile;· de, felsefe dünyasında, tıpkı siyasetçiler gibi, cledikodu konusudur· lar, haklarında birçok şeyler anlatılır; hele Isaiah Berlin gibi kimi· ]eri, çok sevimli övkülerin hem konusu hem de kaynağı olarak ün . yapmışlardır. Televizyon bakımından, bu kitabın çıktığı dizinin yapılmasının, söz konusu iletişim aracının (hala tan1an1lanmamış olan) erginle}· me sürecine, küçük de olsa bir katkıda bulunduğunu ve bunun içtenlikle karşılanmasının, soyut ve güç konularda başka program· lar yapmasını da daha olası kılacağı umudundayın1. Bu diziyi yap· makta bana yardııncı olan BBC çalışanları, elinizdeki cildi, emek· !erine adanmış bir anı sayabilir : herşeyden çok, bu projeyi baş· latan ve gerekli parasal kaynakları sağlayan Aubrey Singer’e, bütü:1 yönetsel düzenlemelere bakan Janet Hoenig’e ve stüdyoyla kame· raları yöneten Tony Tyley’e, herbirinin kendi yardımcılarıyla bir· likte, teşekkür etmek istiyoruın. Programların içeriğinin bu kit’l· ba dönüştürüldüğü öteki süreç, zahmetli ve adeta bitip tükenmez yazımlaınalar, tekrar ve tekrar daktilo etmeler gerektirmiş. Betty Nordon, Marianne Hazard ve Linda Pcl\vell de, bu çalışmaları için şükranlarımı hak etmişlerdir.

Çeviren : Mete Tunçay Bu kitaptaki her söyleşi ayrı bir çevirmence Türkçeleştirilmiş, ancak -olabildiğince dil bir· !iği sağlamak için- bütün çevirileri Mete Tun· çay gözden geçirmiş ve düzeltmiştir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir