Cagin Okurlar – Kutsal Ziyaretciler

Yaşadığımız yüzyılın başlarında dünyada hâkim olan yegâne görüş, tüm Kâinat’ın yalnız Samanyolu’ndan ibaret olduğu şeklinde idi. Şimdi bir an için bu fikrin hâlen geçerliliğini koruduğunu kabul ederek, içinde yaşadığımız bu küçük Evren’i tanımaya başlayalım: “Samanyolu’nun çapı, bugün 100.000 ışık yolu olarak bilinmektedir. Bu ise, saniyede 300.000 km. hızla yol alan ışığın, Samanyolu’nu bir uçtan diğer uca geçebilmesi için ihtiyacı olan zaman, anlamına gelmektedir.” (94:5) İşte, bu denli yüksek bir hızla ilerleyen temsili bir uzay gemisiyle dahi, kendi galaksimizden çıkmamız bu denli zor ve hatta anlamsız görünmektedir. Mini Kâinat’ımız, “Samanyolu’nun kapsadığı yıldız sayısı ise 200 milyardır.” (94:14) Ve, yaşam olgusunun, 200 milyardan oluşan bir Kâinat’da bile, sadece tek bir yıldız etrafında kabullenilmesi hiç de doğru olmayacaktır. Eğer, biyolojik yaşam gerçekten dünyamızdaki ile sınırlı olsaydı, bu denli büyük bir Kâinat’ın varlığına da gerek olmamalıydı. Zira dünya canlılarının içerisinde yer alabileceği yeterli bir Kâinat olarak, Samanyolu Galaksisi bir yana, bir yıldız ve etrafındaki birkaç gezegeninin, yani Güneş Sistemi’nin kendisi bile yeterince büyük bir yapıdır. İşte, konuya bu açıdan bakıldığında; bir galakside milyarlarca güneşin var olması, en kötümser bir ihtimalle binlerce güneş sisteminin var olmasını da gerektirir ki, bu oluşumun amacı ise olabildiğince çok sayıda yaşamı başlatmak olmalıdır. Biyolojik yaşam bilindiği üzere, tek bir gezegenlide olsa sadece Güneş Sistemlerinde başlayabilmektedir. Bir yıldızın yakın çevresinden geçen daha küçük kütlelerden bazıları, bu yıldızların çekim gücü ile kendi kinetik güçlerinin birbirini dengelediği bir mesafede, ne yakınlaşabilir ne de uzaklaşabilir. Böylece de birer uydu haline gelirler.


İşte, bu şekilde oluşan Güneş Sistemlerinde ise, güneşin ısı ve ışığının en uygun ölçülerde ulaşabildiği noktalarda eğer ki bir gezegen mevcut bulunuyorsa, çeşitli aşamalardan sonra sistemde hayat oluşmaktadır. Evet, yıldızlar güneş sistemlerine çekirdek teşkil etmekte. Oluşan güneş sistemleri ise, yaşamın başladığı gezegen için bir mikro kâinat görevi görmektedirler. Oluşan her güneş sisteminde mutlaka yaşam da olmalıdır, olacaktır denilemez; ancak her yeni sistemle birlikte yaşamın oluşma şansının çoğalacağı da bir gerçektir. Ve eğer, evrendeki bu kendine özgü sürecin var olma amacı, sadece ve sadece biyolojik hayatların oluşumuna zemin hazırlamak ise, ve bu amaç için de milyarlarca güneş oluşmuş ve halen oluşuyorsa; o halde, sadece Samanyolu sınırları içinde bile binlerce gezegende hayatın var olması kaçınılmazdır. Şimdi, bir an için kâinatın kendisi olarak kabul ettiğimiz Samanyolu Galaksi sınırlarını aşarak, günümüz teknolojisinin bizlere sunabildiği veriler ışığında asıl kâinatı tanımaya çalışalım: “Samanyolu, etrafındaki iki düzineye yakın galaksi ile birlikte dev bir galaksi kümesinin üyesidir.” (94:14) “Bilinen evrende ise, milyarlarca galaksi ve her galakside milyarlarca yıldız bulunmakta olup, bu yıldızların çoğu Güneş’in benzeri yıldızlardır.” (129:29) “Bugün, bize 4 milyar ışık yılı ötelerde bulunan galaksiler ve galaksi kümeleri tespit edilip, kataloglara geçirilmiş bulunmaktadır. Kâinatta ise, Samanyolu gibi 100 milyar galaksinin bulunduğu tahmin edilmektedir… “Evrendeki galaksilerin yüzde 78’ini, spiral galaksiler oluşturur ve bir spiral galakside ise, 1 milyar ile 400 milyar arası güneş vardır. Virgo Galaksi Kümesi yakınındaki eliptik galaksilerde ise bu oran çok daha yüksek olup, her galakside 1 trilyon kadar güneşin bulunduğu bilinmektedir.” (93:3,7-9) Henüz bu çağda ortaya çıkarak gelişmeye başlayan bir teknoloji ile, evrende trilyonlarca güneşin varlığı tespit edilmiş olup, yarının uzay teknolojisi ile, bu sayının çok daha artacağı şüphesizdir. Ve gerek dünyada, gerekse de uzayda konuşlandırılmış dev teleskopların sağladığı bilgiler, Evren hakkındaki görüşlerimizi tamamen değiştirdiği içindir ki; bugün, kâinatın Samanyolu ile sınırlı olmayıp aksine galaksimizin Kâinat içerisinde çok sınırlı bir bölge konumunda olduğunu bilebilmekteyiz. İşte, sınırlarının tahmin edilemeyecek boyutlarda olduğu bu denli kesin olan Evrende, olası yaşamların boyutları için de aynı şeyleri düşünmek mümkün görünürken, günümüzde bu konuda yapılan tartışmalar halen, zıt kutuplarda bulunanların tutarsızlıklarını da eleştirmek zorunluluğuna yönelmektedirler: “ Astronomicilerin en çekişmeli sorularından biri; ‘Evrende Hayat Var mı?’ sorusudur. Harvard Ünv. Profesörlerinden, Nobel ödüllü biyoloji hocası George Wald, bu konuda düzenlediği bir sempozyumda görüşünü şöyle belirtmiştir: Bu soru, soru dışıdır; çünkü biz her tarafında hayat dolu olan yerleşik bir evrende oturuyoruz.

” (169:9) “Cambridge Ünv. Bilim adamlarından Dr. Anthony Hewish: Dünyadışı bir hayatın varlığı inancına katılıyoruz. Galaksimiz içinde yer almış bulunan korkunç sayıdaki yıldızlar içinde, sadece bizim dünyamızda hayatı kabullenmek biraz tuhaftır… “Yale ve Mc Gill Ünv. Profesörlerinden, Mc. Dougall, Laswell ve Vlasic: Üzerinde canlı yaratıklar bulunması açısından, Dünyanın eşsiz bir durumda bulunduğunu, astronomi ile biraz ilgilenenler bile öne süremezler… “İngiliz Havacılık Tarihçisi, Gibbs Smith: Dünyanın, evrende yegâne meskun yer olduğunu farz etmek, açık bir cehalet örneğidir.” (86:34-5,104) Tüm bu ve benzeri fikirler, tartışmanın olumlu ucunda bulunanlara; diğer bir deyişle ise sadece gözüyle değil mantığı ile de görebilenlere ait olup, bir anlamda tepki olarak ifade edilmişlerdir. Aslında, evrende yaşamın var olup olamayacağını tartışmak bir yana, bir an için dahi bunun aksini düşünmemek gerekir. Zira evrenin var olma sebebinin gerçekte hayatı oluşturmak olduğu çok fazla düşünmeden de anlaşabilecek bir olgu olup, bunun en somut kanıtı ise bu oluşumun bir ürünü olan Dünya canlılarıdır. Eğer ki, Evrende sadece bir mikro parça düzeyinde olan dünyada hayat oluşmuş ise; bu, Evrenin geneli için de geçerlidir. Bu denli geniş bir evrenin oluşmasına gerek var ise; onun zemin teşkil etmekle bağımlı bulunduğu yaşamın boyutları da çok büyük olmak zorundadır. Şimdi, Evrendeki söz konusu bu kaçınılmaz oluşumun nasıl gerçekleşebildiğini, bilimsel veriler ışığında anlamaya çalışalım: “Maddenin canlı, cansız tüm şekilleri, çeşitli elementlerin atomlarından yapılmıştır. Bu atomlar, kâinatın her yerinde aynı yapıda olarak bulunurlar ve aynı tepkime kanunlarına uyarlar… “Canlı organizmaları oluşturan yapılar, içlerinde karbon elementi bulunan kompleks moleküllerdir. Canlı madde nerede olursa olsun, karbon atomunun kurallarına uymak zorundadır. Çünkü, karbon başka elementler ile olduğu kadar, kendisi ile de birleşerek çok sayıda atomu ihtiva eden moleküller kurma kudretine, en geniş ölçüde sahip olan tek elementtir… “Dünyada bulunan atomlar, kâinatın en uzak bölgelerinde de vardır.

Karbon atomunun başka atomlarla birleşme özelliği, canlı maddenin oluşabilmesinde gereken malzeme çeşitliliğini sağlamaktadır.” (55:17,21,29) Ve karbon atomunun, doğasına uygun olarak hareket edebilmesine olanak tanıyan; “Yıldızlar arasında uzanan uçsuz bucaksız toz bulutları gerçek birer laboratuar olup, bir yığın kimyasal tepkimeye sahne olmaktadırlar. Bu tepkimeler ise, çoğu organik olan çok sayıda molekülün doğmasına yol açarlar.” (144:14) İşte, hareketli toz bulutlarında oluşan tüm bu organik moleküller, çevrelerindeki ya da ulaşabildikleri güneş uydularına yayılarak, güneşe uygun konum ve diğer gerekli şartlara sahip olanlarında yaşamı başlatmaktadırlar. Ve yüzeysel anlamda söylenecek olursa; Evren her şeyiyle bizzat kendi kendisini yaratmaktadır ki, bu oluşum tamamlanmış olmayıp, halen devam eden uzun bir süreç bağlamında devam etmektedir. Şöyle ki; “Evreni meydana getiren; toprak, su, hava ve ateş öğelerinin atomlardan oluştuğu inancı çok eskidir ve antik Hint düşüncesinin ilginç bir varsayımıdır” (43:4) İşte, bilimsel olarak keşif ve kabulünden binlerce yıl öncesinde dahi hakkında bilgi sahibi olunulan ve şüphesiz milyarlarca yıl önce de var olan bu evren oluşum yasasına göre; atomların yarattığı bu dört öğeden, bir yandan yıldızlar ve bunlardan güneş sistemleri, diğer yandan ise organik maddeler ve onlardan oluşarak bulundukları gezegenlerin doğasına uygun olarak yapılanan organizmalar meydana gelmektedir. “Organik maddelerden canlı hücreye nasıl geçildiği henüz bilinmiyor. Ancak, Kâinatın herhangi bir yerinde, uygun şartlar meydana gelirse ve yetecek kadar enerji de varsa, bu enerjiyi de karbon bileşimlerinin kimyasal enerjisine çevirmeye elverişli bir katalist mevcut ise canlı hücrelerin temelini teşkil eden bu kompleks organik maddeler mutlaka oluşmaktadır.” (55:36) Ve oluşan bu temel maddeler tüm Evren içinde yayılmakta, rastladıkları kütlelere yerleşmektedirler. Dünyaya düşen, “Meteor parçaları üzerinde yapılan incelemeler, Dünya dışında hayat belirtilerinden bahsetmeyi mümkün kılmaktadır… “Karbonlu kondrit denilen taş meteoritlerde, hayatın varlığı bakımından ilk önemli bulgu, suyun varlığının tespit edilmiş olmasıdır. Diğer bulgular ise; organizma kalıntıları, organizma fosilleri, ve organizmaların hayati fonksiyonlarının neticesi olan atık maddelerdir… “Fransa ve Orta Afrika’ya düşen, ünlü Orgueil ve İvuna meteoritlerinin ikisinde de aynı maddeler bulunmuştur. Bulunan bu organizma kalıntılarının çoğunluğu, kondritlerin iç kısımlarında yuvalanmış bir haldeydiler.” (112:43-5) Bu somut verilerden de anlaşılacağı gibi, yaşam sadece oluştuğu yerde kalmamakta ve ulaşabildiği büyük küçük tüm kütlelere âdeta yapışarak, şansını arttırmaya çalışmaktadır. Ve bu uğraşının, uğraşı sonucundaki başarının gözle görülebilir en yakın örnekleri doğal olarak dünya canlıları iken, uzaklardan gelen prototip verilerin ise meteoritler üzerindeki bulgular olduğu açıktır. Ancak, diğer dünyalarda da yaşamın var olduğuna dair bilgiler, sadece meteorit bilgileri ile sınırlı olmayıp, bizzat o ortamlardan gelen varlıklarca kurulan bazı dinlerin kutsal kitaplarında da yoğun bir şekilde mevcuttur.

Ancak, gerek şartlanmalar sonucu, gerekse de günah korkusu ve diğer dinsel yargıların etkisiyle olsa gerek, binlerce yıl önce bizlere sunulan ve kendi imkânlarımızla hâlen ulaşamadığımız bu bilgilerden yeterince yararlanılmayıp görmezlikten gelinmiş ve dünyadışı yaşamın bizzat en somut kanıtı olan bu öğretici varlıklar tanrısal imajlar olarak algılanmışlardır. Şimdi, bu dünyadışı varlıklardan dünya insanları üzerinde en etkili olan grubun, Evrendeki yaşam ile ilgili olarak bizlere bıraktıkları ve oldukça da ilginç mesajlar taşıyan bazı bilgileri kutsal kitap Kur’an ayetlerinden izleyelim: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar, O’nu teşbih ederler.” (28:17/44) “Sûr’a üflenince, Allah’ın dilediği bir yana, göklerde olanlar, yerde olanlar, hepsi düşüp ölürler.” (28:39/68) Bu ayetlerin bizi ilgilendiren manasına göre; Evrende, üzerlerinde ölümlü yani biyolojik canlıların yer aldığı çok sayıda gezegen bulunmaktadır. “Göklerde ve yerde olan KİMSELER, her şeyi O’ndan isterler.” (28:55/29) Bu ayetin yine konumuzu ilgilendiren manasına göre söylenecek olursa, söz konusu dünyalarda; düşünebilen, isteklerde bulunabilen, yani insansı niteliklere sahip varlıklar da bulunmaktadır. “Gökleri ve yeri, bunların içine yaydığı canlıları yönetmek, O’nun ayet (belge, delil)lerindendir.” (7:42/29) Anlaşılacağı üzere, hayat, istisnai yerlere değil, aksine evrenin tümüne yayılmıştır ki, gerçekte evrenin ya da EVREN KÜMESİ’nin var olma sebebi de bu yayılmanın gerçekleşmesine hizmet olmalıdır. “Göklerde ve yerde olanları, Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Uç kişi gizli konuşsa, mutlaka dördüncüleri O’dur.” (7:58/7) Burada kullanılan, “görmek” tabiri; mantıksal bir çıkarımda bulunmayı, idrak edebilmeyi ifade eden bir konumda olmalıdır. Ve bu ayetle ise; bilinçli olarak konuşabilen, sosyal gruplaşmalar oluşturabilen akıllı varlıkların, Evrenin genelinde söz konusu olduğu adeta vurgulanmaktadır. Bir başka Kur’an ayetini (7:22/18) orjinal Arapça metninde kullanılan ve “Akıl Sahibi Varlıklar” anlamına gelen, “Men” kelimesi ile de, göklerde insan türü varlıkların bulunduğu çok net bir şekilde açıklanmıştır. Ve bir diğer göksel kökenli kutsal kitap olan İncil’de, ilginç iki ayet bulunmaktadır. “Göklerde ve yeryüzündeki her aile, (57.B.

8:3/14) “Eğer, insanların ve meleklerin dilleri ile söylersem’ (57.B.6:13/1) Çağımızda yaşanan bazı ufolojik vakalarda, ihtimalen bu tür meleklerle karşılaşan dünya insanları, gözlemledikleri; “Bu varlıkların lisanlarını, anlaşılmaz sesler olarak tarif etmişlerdir.” (18:264) Dünyamıza bir yerlerden gelmekte olan bu ve benzeri canlıların, tıpkı bizler gibi birer güneş sisteminde yaşadıkları artık anlaşılabilecek bir olgu olup, Kur’an’da bulunan bir ayet ise bu olguya ışık tutucu özelliktedir: “Yerde ve göklerdeki KİMSELER de, gölgeleri de, sabah akşam ister istemez Allah’a secde ederler.” (28:13/15) İşte bu ayetten hareketle denilebilir ki; evrenimizde, yaşamın olduğu her yerde, mutlaka bir de güneş olmak zorundadır. Bilindiği gibi; dünyanın neresinde olunursa olunsun, insanların gölgeleri, dünyanın güneş çevresinde gerçekleştirdiği dönüş hareketine bağımlı olarak yere aksetmektedir. İşte, söz konusu ayetteki incelik de burada başlamaktadır; şöyle ki, bu ayetle hem tüm güneş sistemlerindeki canlıların, hem de yaşadıkları gezegenlerin belirli sabit kanunlara uymak zorunda olduğu; böyle olunca da, evrendeki bu kanunları oluşturan, yöneten kozmik bir gücün kurallarına itaat edildiği, yani bir anlamda koşulsuz olarak Allah’a tapıldığı açıklanmaktadır. “Göklerde ve yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğiniz zaman da hamd O’na mahsustur.” (7:30/18) “Göklerde ve yerde bulunan kimseler hep O’nundur, hepsi O’na itaat etmektedirler.” (7:30/26) Görülen o ki, tüm Evrende, gündüz ve gece kavramlarının söz konusu olduğu gezegenlerde yaşayan sayısız kimseler hep bu güce, hep aynı kozmik yaratıcıya bağımlı bir evrimle oluşmak ve O’nun kurallarına göre işleyen güneş sistemlerinde yaşamak, gölgeleri gibi itaat etmek durumundadırlar. Evet, “Evrende başka hayatlar var mı?” sorusunu artık bir kenara bırakarak, Evrenin tümüyle hayat dolu olduğu ve her an yeni güneşler çevresinde yeni hayatların başladığı gerçeğini görmek gerekmektedir. İşte, konuya bu gözle bakmaya başlanıldığında, sorulacak sorunun “Evrende ne tür hayatlar var?” şekline dönüşeceği açık olup, bu ise; Kâinatı sadece kendimize ait olarak algılamaktan kurtularak, genelde yeni bir bilince ve bilgiye ulaşmamızı kolaylaştıracaktır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir