Carlos Fuentes – Kaygı Veren Dostluklar

Wardour Sokağı’nın sonunda küçük bir apartman dairesinde oturuyordum. Wardour, Londra’nın ticaret, televizyon ve sinema yayınları merkezidir, benim görevim tek bir amaca ulaşmak için bir yönetmenin talimatlarını izlemekten ibaretti: Anlatımın akıcılığını ve filmin teknik açıdan kusursuzluğunu sağlamak. Pelikül. Dün gümüş nitrat, bugün selüloz asetat olan, günümü sürekliliği sağlamak için dijitalize ederek; karışıklıkları, çirkinliği, en kötüsü de filmin yaratıcılarının deneyimsizliğini bertaraf etmek için eleyerek geçirdiğim o “deri” parçacıklarının kırılganlığını anlatmaya sözcüğün kendisi zaten yeterlidir. Belki sözcüğün İspanyolcasına kıyasla daha teknik ya da soyut olan İngilizcesi daha iyidir. Film, zar, hassas deri, sis, örtü, belirsizlik anlamına gelir. Sözel fantazilerden kaçınmak ve filmin işimdeki anlamını kendime özetlemek için bu sözcüğü sözlükte aradım: selüloz ve emülsiyondan oluşan esnek rulo. Ar11 tık öyle değil. Artık adı Beta Dijital. İspanyolca “pelikül” dediğim zaman sözcüğün akademik anlamından (“sinematografik baskı için hazırlanmış selüloit bant”) uzaklaşmıyorum kuşkusuz, ama kendimi insan teninin kırılgan, yüzeysel bir anlamından, görünümün bu ince giysisinin imgesinden de ayıramıyorum (ya da ayırmak istemiyorum). Başkalarının bakışlarının karşısına çıktığımız deri, bizi baştan aşağı kaplayan bu örtü olmasa, iskeletten – kafa tasından öte zırhı olmayan, fani iç organlarımızın ortalığa dökülüp saçıldığı açık, geniş bir kasap dükkanından ibaret olurduk. Ölümün ebediyete göstermemize izin verdiği şey kafatası- . mızdı. Alas, poor Yorick! Günümün büyük kısmını işim kaplıyordu. Açıkça hiç arkadaşım yok dememek için böyle söylüyorum, az arkadaşım vardı.


İngilizler pek dışa açık değillerdir. Belki de – bu konuyu araştırıyorum-foreigner’ e bu kadar çok, böylesi fazla küçümseyici takma ad adamış bir başka millet yoktur: dago, yid, frog, jerry, spik, hun, polack, russky. Ben İrlandalı O’Shea soyadımla kendimi savunuyordum, ta ki Latin Amerika’da İrlanda ve İskoçya lehçelerine ait birçok isim olduğunu açıklamaya mecbur bırakılana kadar. O’Higgins, O’Farril, O’Reilly ve Fogartylerle doluyduk. Komşu adalı, İrlandalıymış gibi yaparak İngilizleri kandırabilirdim elbette. Hayır. Dönek bir Meksikalı olmak iğrenç. Olduğum gibi ve olduğum şey olduğum için kabul edilmek istiyorum. İşimde kolaylık ve ofiste aşinalık sağlaması gibi nedenlerle Larry O’Shea diye bilinen Lorenzo O’Shea, XIX. yüzyılda Amerika’ ya göç eden Anglo-İrlandalıların torunu ve Meksikalıdır. Yirmi dört yaşlarında burslu olarak sinema tekniği okumak için Büyük Britanya’ya geldim ve alışkanlıktan ya da tercihinize göre ataletten, İngiltere’de sinema dünyasında birisi olacağım hayaliyle burada kaldım. 12 Mücadelenin farkına varamadım. Şimdiki yaşım olan otuz üçe gelene kadar sinema ve televizyon dünyasında hüküm süren dizginsiz rekabetin farkına varmadım. Yabani mizacım, yabancı kökenlerim, belki de dile getirmesi hoş olmayan bir istençsizlik beni kurgu masasına ve yalnız bir yaşama mahkum etti çünkü aynı nedenlerle party’nin, pub yaşantısının, sporun, royals1 ve oraya buraya gidip gelmelerine duyulan hayranlığın bir parçası olmak istemedim … bakışlarımı dokuz saat AVID’e diktikten sonraki özgür yalnızlığı kendime ayırdım. Aynı nedenle sinemaya gitmekten de kaçınıyorum.

Bu, burada adlandırdıkları şekliyle “otobüs sürücüsünün tatili” -busman’s holiday- yani tatilde de işteyken yaptığını tekrarlamak olurdu. Tercihim tiyatrodur. Tüm kartlarımı masaya açıyorum meraklı okur, çünkü kimseyi kendimi şaşırttığımdan ya da yanılttığımdan daha fazla şaşırtmak ya da yanıltmak istemem. Dünyanın hiçbir kentinde Londra tiyatrosunun kalitesi ve oyun sayısı yoktur. Haftada en az iki kez tiyatro izliyorum. Pratik anlamda maaşımın sinemalarda, yolculuklarda, lokantalarda harcayacağım kısmını tiyatro bileti almaya harcıyorum. Doyumsuz hale geldim. Sahne bana ruhumun ihtiyaç duyduğu (gözlerimin dayattığı) canlı mesafeyi sağlıyor. Oradayım ama yanılsamanın kendisi beni sahneden ayırıyor. Ben senaryonun “dördüncü duvarıyım.” Oyun canlıdır. Bir tiyatro oyuncusu beni filme çekilmiş, el sürülemez, her zaman aynı olan, edisyondan geçmiş, kesilmiş, yeniden kesilmiş ve hatta elenmiş, ama her zaman aynı olan imgenin köleliğinden kurtarıyor. Burada farklı olan birbirine eş iki tiyatro temsili olmamasıdır. Bazen sadece oyundaki irili 1. (İng.

) İngiliz Kraliyet ailesi. (Ç.N.) 13 ufaklı farklılıkları görmek amacıyla aynı oyuna dört kez gittiğim olur. Yorumu gün be gün değişmeyen bir oyuncuya henüz rastlamadım. Oyununu cilalıyor. Kusursuzlaştırıyor. Dönüştürüyor. Sıkıldığı için güdükleştiriyor. Belki başka şey düşünüyor. Başka bir oyuncuya bakan oyunculara da, sahne arkadaşlarıyla o zorunlu göz temasından kaçınanlara da dikkat ediyorum. Oyuncuların geride bıraktıklarını, terk ettiklerini, kulisteki özel yaşantılarını ya da sahnede mahremiyetlerinin arzulanmayan bir biçimde kuşatılışını düşünüyorum. Oyuncunun sahneye çıkmadan önceki tek mecburiyetinin işemesi ve fermuarını çektiğinden emin olması olduğunu kim söylemiş? Shakespeariyen kanon, Ibsen, Strindberg, Çehov, O’Neill ve Miller, Pinter ve Stoppard. Benim kişisel, en yoğun ve işin can sıkıntısının dışındaki yaşamım onlar. Beni yukarı çıkarıyorlar, besliyorlar ve heyecanlandırıyorlar.

Beni boşa yaşamadığıma inandırıyorlar. Tiyatrodan çıkıp salon, arka oda, banyo ve mutfaktan ibaret küçük daireme Electra, Coriolano, Willy Loman ya da Bayan Julia aracılığıyla yoğun bir yaşamışlık duygusuyla dönüyor, başka bir dostluğa ihtiyaç duymuyorum. Bu bana ertesi gün yataktan kalkacak ve işe gidecek gücü veriyor. Wardour Sokağı’dan bir adım uzaktayım. Ama büyük tiyatrolar bulvarının, Shaftesbury Bulvarı’nın da komşusuyum. Bu benim gibi yalnız gezen biri için mükemmel bir alan. Sınırları belli küçük bir ulus elimin altında. Yaşamak için toplu taşıma araçlarına hiçbir zaman ihtiyaç duymamışımdır. Sakin bir şekilde yaşıyorum. Dairemin penceresinden bakınca tek gördüğüm karşı dairenin penceresidir. Soho’daki caddeler arasındaki sokaklar son derece dardır ve insa� bazen karşı binada yaşayan komşusuna eliyle dokunabilir. Bu nedenle sokak 14 boyunca bu kadar çok perde, j aluzi, hatta eski moda kanatlı panjurlardan vardır. Uzun uzun birbirimizi gözetleyebilirdik. İngiliz muhafazakarlığı buna engel. Hiçbir zaman bu işe niyetlenmişliğim yoktur.

Kavga eden bir çifti, oynayan ya da ödev yapan çocukları, ıstırap çeken bir ihtiyarı gözetlemek beni ilgilendirmez … Bakmıyorum. Bana bakan yok. Özel yaşantım “kamusal” yaşantımı yineliyor ve düzenliyor, böyle de denebilir. Şunu demek istiyorum: Evimde de sokakta yaşadığım gibi yaşıyorum. Dışarı bakmıyorum. Kimsenin bana bakmadığını biliyorum. İçine gömüldüğüm bu körlük benzeri durum, ne bileyim, mahremiyet, ilgi yoksunluğu ya da dikkatsizlik ve hatta saygı hoşuma gidiyor …

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir