Cemal Yildirim – 100 Soruda Evrim Kurami ve Bağnazlık

Din ile bilim her dönemde açıktan ya da üstü örtülü çatışma içinde olan iki kültürel etkinliktir. Çatışmanın kökeninde bağnazlığın özgür araştırmaya olanak tanımak istememesini bulmaktayız. Bilim doğada olup bitenleri betimlemeye, açıklamaya yönelik bir çalışmadır; amacı evreni anlamak, yöntemi nesnel gözleme dayalı ussal çıkarımdır. Dine gelince, burada daha karmaşık, çok yönlü bir olayla karşı karşıyayız. Basit bir çözümleme, özellikle göksel dinlerin üç ana öğeyi içerdiğini göstermektedir: (1) Yalnızlık ve yetersizlik duygusu içinde olan kişiye ruhsal erinç ve doyum olanağı sağlayan bir tapınma biçimi; (2) Belli ahlâk kurallarına dayalı toplumsal bir düzen; (3) Evreni ve evren içindeki insan yaşamını anlamlı kılan hazır, anlaşılır bir açıklama. Bu üç öğenin hem anlam, hem geçerlik temeli «Tanrı» denen yetkin, yaratan, bağışlayan, koruyan, ama gerektiğinde cezalandıran yüce varlık kavramında yatmaktadır. Başka bir deyişle, dinin tüm boyutlarında açıktan ya da örtülü Tanrı düşüncesi vardır. Tanrı, tapınma etkinliğinin yönelik olduğu varlık, ahlâk kurallarının gerekçesi ve yaptınm gücü, bilgimizin yanılmaz kaynağıdır. Bilimin dinle bağdaşmazlığı yalnızca «teoloji» diye bilinen üçüncü öğe bakımındandır; tapınma gereksinimi ve ahlaki düzen bilimin inceleme alanı dışında kalan konulardır. Din evreni açıklama işlevinde bağnaz ve tekdüzedir; özellikle her şeyi açıkladığı savında olan teoloji yeni arayış ve buluşlara kapalıdır. Teolojinin bilimle kavgası düşüncede tekelci egemenliğini yitirme korkusudur. Geçmişte teologları bir tür «ölüm-kalım» savaşına iten iki büyük olay bu kavganın unutulmaz örnekleridir. Bunlardan biri «Kopernik Devrimi» diye bilinen gelişme, diğeri «Darwin Kuramı» denen evrim düşüncesidir. Birincisi, üzerinde yaşadığımız gezegeni evrenin merkezi olmaktan çıkardığı; ikincisi, insanı tüm diğer canlılar gibi doğanın bir parçası, evrim sürecinin bir ürünü saydığı için teolojiye ters düşmüştür. Ortaçağ karanlığında kalıplaşan teolojik öğretinin zihinler üzerindeki egemenliğini bilimle paylaşması beklenemezdi, kuşkusuz.


Dünyanın nasıl oluştuğu, canlıların nasıl ortaya çıktığı kutsal kitaplarda yazılıydı. Kilisenin tepkisinden korkan Kopernik kitabının yayımlanmasını yaşamının son yılına kadar geciktirme zorunda kalmıştır. Darwin de kuramını açıklama konusunda uzun süre çekingen davranır; Wallace’ın çalışmasıyla karşüaşmasaydı, belki de, Türlerin Kökeni’ni yazma yoluna bile gitmeyecekti.* * Wallace ile ilgili açıklama için bakınız Soru 17. Soru 2 : Kavganın kökeninde ne vardır? Astronomide Ptolemi sistemiyle birlikte insanın doğa içindeki özel yerine ilişkin geleneksel inancı da yıkan Kopernik, teologların tepkisini önlemek için kitabına önsöz yazan dostu Osiander’in şu sözlerine göz yummak zorunda kalmıştır: Bu kitapta önerilen sistem yalnızca açıklamaya yönelik matematiksel bir hipotezdir; felsefi doğruluğu söz konusu değildir. «Matematiksel hipotez» ile «felsefi doğruluk» diye yapılan ayırım kiliseyi yaklaşık yüz yıl harekete geçmekten alıkoyar. Ne var ki, kilisenin daha baştan tedirgin olduğu bellidir. Reformcu Luther bile, «Bu budala kafamızı karıştırma hevesindedir; oysa kutsal kitap bize Joshua’nın arzı değil güneşi durdurduğunu söyler,» diyerek Kopernik’i kınamaktan geri kalmamıştır. Tehlikenin tam anlaşılması 17. yüzyılın başlarını bekler. Gidişin farkına varan kilise artık kararlıdır: Önce Bruno’yu gözler önünde yakarak, sonra Galileo’yu iki kez engizisyon mahkemesinde yargılayıp ilerlemiş yaşına karşın ev hapsine mahkûm ederek tepkisini ortaya koyar. Ancak engizisyon terörü beklenen etkiyi sağlamaz; bilimi durdurmaya olanak yoktur artık! Kopernik, Kepler ve Galileo’nun öncülüğünde başlayan bilimsel devrim 17. yüzyıl boyunca süren büyük atılımlarıyla üstünlüğünü kurma yolundadır. Teoloji, tüm direnme, yıldırma ve sindirme çabalarına karşın fiziksel bilimlere yenik düşmüştür. Artık pek az kimse arzın düz olduğu, evrenin merkezinde yer aldığı, güneşin arz çevresinde döndüğü, tüm nesnelerin toprak, su, hava ve ateşten oluştuğu gibi antik öğretilere inanmakta; deprem, sel, yangın ve fırtına yıkımlarına Tanrı’nın günahkâr kullarına uyarısı gözüyle bakmaktadır.

Kısacası, kilise için kazanma şansı yoktur. Ama savaş bitmemiştir: bir cephede yenik düşen karanlık güç, başka bir cephede mevzilenmekten geri kalmaz. Bilime karşı savaş daha sonra evrim konusunda sürdürülecektir. Din ile bilimin tarihsel kavgası kimi dönemlerdeki ateşkese karşın hiçbir zaman barışla sonuçlanmamıştır. Darwin, Galileo, vb. bilginler üzerinde koparılan fırtınalar su yüzüne vuran çalkantılardır. Kavganın nedeni daha derinlerde yatan metafizik anlayışlar arasındaki çelişkidedir. Din bir yanıyla ideolojiktir; tüm ideolojiler gibi aradığı mutlak iktidar, paylaşmaya razı olmadığı şey egemenliktir. Soru 3: Dinsel bağnazlıkta tehlikeli olan nedir? Din ideolojik yanıyla totaliterdir; düşünce, araştırma ve tartışma özgürlüğüne dayanan, duraksama ve kuşku içeren bilime hoşgörüyle bakmaz. Bilimsel anlayışın yaygınlık kazanması, teolojik otoritenin giderek yok olması demektir. Öyle bir gelişmeye izin verilemez, elbet. Teoloji ile bilim arasında gözden kaçmayan başlıca fark teolojinin dogmalara bağlılığında, bilimin eleştiri ve kuşkuya yer vermesinde kendini gösterir. Teologlar için kutsal kitapta yer alan öğretiler her türlü kuşku ötesinde mutlak doğrulardır; eleştirilemez. Oysa bilimde kuşku veya eleştiriye kapalı hiçbir doğru yoktur; gözlem ya da deney sonuçlarıyla ters düşen hiçbir sava, nereden ya da kimden kaynaklanırsa kaynaklansın, geçerlik tanınmaz. Teologların gözleme dayanan, kuşku ve eleştiriye açık bilime tepkileri doğaldır; kutsal öğretilerin ne ussal eleştiriye, ne olgusal yoklanmaya dayanma gücü vardır.

Engizisyon özgür arayışa duyulan korkunun ürünüdür. Son dörtyüz yıl boyunca bilimin hem kuramsal alanda, hem teknolojide sergilediği göz kamaştırıcı başarılar karşısında teoloji önemli ölçüde geri çekilme, dahası bilime katlanma görünümüne girmiştir. Teologların durumu kurtarmak için kutsal kitabın bilimsel sonuçlarla çelişen öğretilerini sözsel anlamları dışında mecaz ve alegorilere başvurarak yorumlama yoluna gittiklerini görmekteyiz. Oysa geçmişte (17. yüzyılın ortalarına gelinceye dek) kilisenin bilim adamlarını engizisyon terörü altında tuttuğu iyi bilinmektedir. Aslında dinsel bağnazlık ya da ideolojik fanatizm günümüzde bile hemen her ülke için kaygı konusudur. Ne var ki, düşünce ve inanç özgürlüğü geleneğini kurmuş açık toplumlarda, ne türden olursa olsun bağnazlığın etki alanı sınırlıdır; kuracağı egemenlik yüzeysel ve geçici olmaktan ileri geçmez. Tehlike hümanist gelenekten yoksun, tartışma ve eleştiriye kapalı tekdüze toplumlar için büyüktür. Hıristiyan fanatizminin Batı dünyasında ortaçağ egemenliğine dönmesi uzak bir olasılık bile değildir. Kaldı ki, Hıristiyanlık kökeninde devlet egemenliğine değil, kişisel inanca dayanan bir dindir. Kilisenin kurumsal egemenliği sonraki bir olaydır; Hıristiyanlığın özüne aykırı bir gelişmedir. Oysa İslamiyet devlet egemenliğini içeren totaliter bir dindir. İslamiyetin egemen olduğu toplumların tarihsel yaşantısı, özellikle son bin yıl içinde, belli kalıplar içinde donuk kalmış, yeni deneyimlere, özgür ve yaratıcı etkinliklere açılma olanağı bulamamıştır. Nitekim günümüzde hiçbir İslam ülkesinin gerçek anlamda bilim, sanat ve siyasal özgürlükleri benimsediği, açık toplum düzenini gerçekleştirdiği söylenemez. Soru 4: Bilimsel devrim teolojiyi nasıl etkiledi? Teoloji ile bilim çoğu kez aynı kültür çevresinde bile birbirinden kopuk kalan düşünme biçimleridir.

Bugün bile teolojiye bağlı pek çok felsefecinin (örneğin, Mortimer Adler ve Jacques Maritain) bilimin ortaya koyduğu tüm gözlemsel veri ve kanıtları görmezlikten gelerek, teolojinin olgulara ters düşen geleneksel öğretilerini doğru saymakta direndiğini görmekteyiz. Bunun çarpıcı bir örneğini Adler evrim kuramı konusunda vermiştir. Adler insanın evrim sürecinin bir ürünü olduğu savının doğru olamayacağını metafiziksel ilkelere dayanarak ispatlayabileceği görüşündedir. Ancak, Adler tezini temellendirirken biyoloji ve paleontoloji alanlarında birikmiş gözlemsel olgulara gözünü kapamakta, a priori doğru saydığı kimi ilkelere dayanmakla kalmaktadır. Din ile bilimin bağdaşmazlığı sorununu aydınlatmak için son birkaç yüzyıllık gelişmelere kısaca değinmek gerekir. Avrupa’da deneysel bilimlerin ortaya çıkışı 16. yüzyılın sonlarında başlar. Daha önce insanların dünyayı anlama çabaları ortaçağ skolastik felsefesi çerçevesinde kalmıştır. Gözlem ve deneye değil, metafiziksel çözümleme yöntemine ağırlık veren teolojik düşünce, bağnazlığın ve kilise egemenliğinin temelini oluşturuyordu. 17. yüzyılda devrimsel atılım içine giren bilim ve matematik alanlarındaki gelişmeler, teolojinin insan düşüncesini hapsettiği dar çemberin kırılmasıyla olanak kazanmıştır. Francis Bacon bu dönüşümün felsefede en etkili öncüsüdür. Bilimin gözlemsel verilere dayalı rasyonel düşünme yöntemi karşısında değişmez dinsel «doğrular» çerçevesinde kalan teoloji, tüm direnmelerine karşın, sarsılmaktan kurtulamaz. Bilimde sarsıcı ilk atılımlar astronomi ve fizik dallarında kendini gösterir. Kopernik, Kepler ve Galileo astronomideki çalışmalarıyla yeni çağı başlatmışlardı.

Galileo modern fiziğin öncüsü, aynı zamanda, deneysel sonuçları matematiksel ilişkilere indirgeme yaklaşımıyla bilimsel yöntemin kurucusudur. Descartes, Pascal, Newton, Huygens, Boyle, Leibniz ve Locke 17. yüzyılda gerçekleşen bilimsel devrimin matematik, fizik ve felsefe alanlarındaki büyük öncüleridir. Bilimde Galileo ile başlayan yeni yaklaşım Newton’a ulaştığında bir tür norm niteliği kazanır: evren hareket halindeki maddesel parçacıklardan oluşan kocaman bir makinedir; fiziksel olgular mekanik yasalara bağlıdır ve ancak o yasalara başvurularak açıklanabilir. Newton Principia Mathematica adlı ünlü yapıtında mekaniğin temel yasaları olarak bilinen evrensel ilişkilerin göksel cisimlerin hareketlerinden yerküredeki en basit hareketlere (örneğin, dalından kopan elmanın yere düşmesi) kadar her türlü fiziksel olgunun açıklamasını verdiğini gösterir. Bu anlayış öylesine benimsenir ki, yüzyılımıza gelinceye dek tüm bilimsel çalışmalarda asal bir örnek olarak gözönünde tutulur. Evrenin mekanik anlayışı bugün de yıkılmış değildir. Kimi yetersizliklerine karşın uygulamadaki başarılı sonuçlar Newton mekaniğini ayakta tutmaktadır. Bilim adamlarının, daha güçlü bir kuramın yokluğu karşısında, mekanik anlayışa bağlı kalma yolundaki tutumlarını normal karşılamak gerekir. Bunun dogmatik bir tutuculukla ilgisi yoktur. Dogmatik tutuculuk geleneksel inanç ve öğretiler için sürekli gerileme, dahası bir yıkım olmuştur. Bilimi daha baştan «maddeci» ve «mekanik» diye suçlayarak dışlamaları teologlara saygınlık kazandırmamıştır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir