Crispin Sartwell – Edepsizlik Anarşi ve Gerçeklik

Bu kitap gerçeklik hakkındadır. Yaşamanın mekânı ve yolu olarak gerçeklik hakkında; gerçeklikte ve gerçeklik olarak yaşamak hakkında. Nihayet, gerçekliği sevmek hakkında: Bu kitapta mücadelesini verdiğim şey, olan neyse, tam da olduğu haliyle olumlanmasıdır. Bu kitap, kişinin kendini dünyayı sevebilen bir kişiye dönüştürme çabası dışında, gerçekliği dönüştürmeye yönelik tüm çabalardan vazgeçmesi halinde nelerin olabileceğini keşfe çıkıyor. Bu konum, kuşkusuz, kendi içinde tutarlı değildir. Dünyayı yeteri kadar sevmediğimi söylemek, dönüştürülmem gerektiğini ve nihayetinde gerçek olduğumu söylemektir: Ben sevmeyi öğrendiğim şeyin bir parçasıyım. O halde belki şunu bile kabul etmeliyim: Ben bu dünyayı koşulsuz olarak olumlayamam. Ancak onu bile yapmam gerektiğini söylemek, olanı, özellikle olduğu haliyle olumlamamla bağdaşmaz. Dünyanın doğru bir olumlanmasında, artık “gerekirler olmaz. Çünkü, iddia ediyorum ki, bir şeyin şöyle ya da böyle olması gerektiğini söylemek, olanı hayali bir unutuşun kucağına terk etmektir. Şunun şöyle olması gerektiği yönündeki her iddia olanın yetersizliğine hükmetmektir. Bu yolla olsa olsa kafa karışıklığına çıkılır: “Gerekli” diye. bir şeyin olmaması gereklidir. Görülüyor ki, dünyayı olumlama nosyonu insanın elini kolunu bağlar, ya da değerlerin geleneksel olarak anlaşıldığı biçimiyle hiçbir yeni değere izin vermez. Batı felsefe tarihinde, etik ve estetik, olması gerekeni inceler: Batı felsefi geleneğinde hiçbir değer, şeyleri oldukları haliyle sevmekle bağdaşmaz.


Her değer bir dönüşüm talep eder. Olduğumuzdan daha iyi olmamız gerekir, ya da, daha sıklıkla duyulduğu gibi olduğundan daha iyi olman, yani, olduğun gibi olmaman gerekir. Eğer bu tür bütün çabaların patolojik olduğunu görebilseydik, neler olurdu acaba? Zor bir soru. Olduğu haliyle dünyadan her kaçış o dünyanın verdiği biracıyı ifade eder; değerlerimizin tümü korkuyla üretilir ve korkaklıkla beslenir. Bu kitap, başka birçok şeyin yanında, şu soruya yanıt arıyor: Bu dünyayı olumladığımızda, değerlere neler olurdu acaba? Vardığım sonuç, umuyorum, rahatsız edicidir. Bu kitapta beni hiç ilgilendirmeyen şey, hem (anti)etik hem de (anti)metafizik temelde sorun oluşturan politik devlettir. Devlete ontolojik bir kuşkuyla bakıyorum; genelde anlaşıldığı haliyle, devletin zaten var olmadığını savunuyorum. Ve bence devlet, var olduğu müddetçe, olanın zor yoluyla dönüştürülmesi için yürürlüğe konan devasa bir projedir. Her devlet bu anlamda ütopyacıdır: içinde faaliyet yürüttüğü gerçeklikten başka bir gerçekliğin düşünü kurar, hatta bu gerçeklik sırf içinde diktatörün olduğundan da zengin hale geldiği bir gerçeklik olsa bile. Bu anlamda, devlet değerlerin kodlanması ya da fosilleştirilmesidir; devlet insanları zoraki dönüştürmek için tasarlanmış bir makinedir, işin iyi tarafı, bu kıstasa vurulduğunda, devlet aynı zamanda feci bir başarısızlıktır da. Hayatı sevmek ve dünyayı sevmekle bağdaşan post-etik değerler geliştirme sürecinde, edepsizlik ve ihlal nosyonlarını keşfettim. Her ahlâki iddia neyin nasıl olması gerektiğini yani, mevcut kurulu haliyle dünyanın böyle olmaması gerektiğini söylediğinden, şeytana uymak şeylerin olmasına imkân tanımaktır. Bu anlamda, ahlâk kurallarını çiğnemek bir ayin olabilir. Batı kültüründeki karakteristik ihlallerin hepsi bedenselliğin olumlanmasıdır. Nasıl belli başlı dinsel kültür disiplinlerini doğuran şey çömezlerin bedenlerini aşma yönündeki nafile çabalarıysa, her türden edepsiz sözcük de bedeni yeniden hatırlatan bir şeydir.

Bir gezegenin yüzeyinde koşuşturup duran memeli hayvanlar olduğumuzu bize hatırlatan her şey muteberdir. Sikişmek muteberdir, “siktir” demek de. Bu kitap boyunca dilime doladığım “gerçeklik” terimini açıklamak için biraz soluklanalım. Terim, örneğin, Platonun idealarını, ya da Brahman’ı, ya da atomları seçip ayırmak üzere kullanılmıştır: Gerçeklik her zaman görünüşlerin altında yatan neyse odur; terim sıklıkla gündelik yaşantımızdan kurtulup gerçekten gerçek olan farazi bir öteki âleme çağrı anlamına gelir. Demek ki, terim hep ters yüz edilerek kullanılmıştır. Platonun ideaları, özellikle, gerçek olmayan bir âlemde yaşar: bu, Sokrates’in dünyadan göçüp giderek sığınmayı umduğu âlemdir. Bu kitap hiçbir argümana ontoloji payesi vermeyecektir (daha doğrusu, birçok argümanın ontolojik olmadığını savunacaktır). Aslında, ontolojiyi niçin öldürücü bulduğumu açıklayacak ve her tür ontolojik sistematikleştirmeden kaçınmaya çalışacağım. Halbuki, benim “gerçeklik”le kastettiğim dünyada her gün karşılaştığımız şeylerdir: ağaçlar, arabalar, gökyüzü, binalar, yeryüzü, insanlar. Bütün bunları aşarak gerçekten gerçek olana yönelik her çağrı kuşkuların en büyüğünü hak eder. Her şeyden önce, bu şeyler bir yanılsama dışında aşılamazlar: Bir insan her zaman yaşar, yaşarken de, bu şeylerin içinde/arasında, onlardan biri olarak ve onlarla birlikte yaşar. Arabaların gerçek olduğunu düşünmüyorsanız, üstüne üstlük bedeninizin de gerçek olduğunu düşünmüyorsanız, çıkın yola ve bırakın arabanın biri bedeninizin içinden geçip gitsin, işin aslı, arabaların gerçekliğine inanıyorsunuz, ve bu dünyada yaşayan herkes gibi ben de inanıyorum. Gerçek olduğumuzu söylemek, nihayetinde, her ne kadar birileri binbir çeşit parça kuruntusuna kapılmış olsalar da, görünüşle gerçeklik arasında derin bir ayrımın olmadığını söylemektir. Ancak, nihai gerçeklik ister idealara göre isterse varlığıyla yokluğu belirsiz dalgacıklara göre tasvir edilmiş olsun, bu dünyanın aldatıcı bir görünüş olduğunu söylemek kendimizden ne kadar kuşku duyduğumuzu gösterir. Sağlıklı bir kafa, gerçek bir olumlayış diyecektir ki, şeyler bana nasıl görünüyorlarsa öyledirler.

Gayet iyi biliyorum ki, ben bir hayal taciri değil, hakiki bir ayna ve dünyanın mikrokozmosuyum. Burada bir ontoloji sunmayacağım, doğru, ancak belirtmeliyim ki, ne kadar var olduğu söylenirse söylensin ben avucuma alamayacak, dokunamayacak olduğum şeyden kuşku duyuyorum. Ve arabalar ve ağaçlar türünden şeyler olmadığımız (örneğin, ruhumuzun olduğu ya da bilincimizin bizi doğanın düzeni içinde farklı bir yere koyduğu) inancı kendinden iğrenmenin felsefi ifadesidir, ve öylesine derin öylesine yaygındır ki, bariz olarak olan neyse onu inkâr etmek durumundadır; bu öylesine yoğun ve öylesine içimize işlemiş bir iğrenmedir ki, iğrenilen benliğin her zerresini silip yok etme peşindedir. Bu bir tür intihardır: Biz dediğimiz şeyin bedenlerimiz olduğu düşüncesinden o kadar nefret ederiz ki, bedenlerimizi muhayyilemizden silip atarız. Eğer Tanrı denen bir şey olsaydı, bizim gibi kendinden iğrenen varlıklar onun nezdinde de iğrenç olurdu; sağlık daima bedenimizi kabullenmekten geçer. Ben kitabımda bu meselelere girmeyeceğim, ancak sizin her şey ne kadar gerçekse bu dünyanın da o kadar gerçek olduğuna zaten inandığınızı göstermeye çalışacağım. İşte bu yüzden ger çek bir şoktur, ya da bu yüzden şok deneyimi önemlidir: Çünkü şok bizi gerçeğe, dolayısıyla kendimize döndürür. Şiddetli acılar çeken ve kendini sonuna kadar acının kollarına bırakan biri ne o acının kaynağının gerçekliğinden ne de kendi gerçekliğinden kuşku duyar. Ancak kişi acıya dayanabildiği, acıdan korkmadığı ve acıya izin verdiği oranda, hiçbir ontolojiye gerek duymaz. Acı içinde yaşamak gerçekliğin bir tezahürünü yaşamak, gerçekliğe doğru itilmektir. Acı olumlanması gereken bir şeydir ve, hiç kuşkusuz, olumlanması en zor şeydir de. Acı gerçek olanın gerçekliğine bir çağrıdır ve bu yüzden bizim gibi mahlukların en çok ihtiyaç duyduğu şeydir. Bu yüzden, felsefe ve dinler tarihinin büyük kısmı, bence, patolojiktir. Bu tarihlerin çoğu olan şey ne ise ondan bir kaçış, bariz bir kaçıştır, tıpkı düşünürün, rahibin ya da ahlâkçının hayatının gerçek dünyadan sonsuz bir kaçış olduğu gibi. Bu Nietzsche’ye borçlu olduğum bir teşhistir, ve bu kitapta bir kahraman varsa o da Nietzsche’dir.

Her ne kadar sıra güç meselesine geldiğinde onunla yollarımız tamamen ayrılacak olsa bile, ben Nietzsche’yi radikal bir gerçekçi olarak okudum ve neden böyle okuduğumu göstermeye gayret edeceğim. Ben gücü Batılı gelenekte anlaşıldığı biçimiyle, benlik ve ötekiler üzerindeki güç, ölümcül ve aldatıcı bir güç olarak alıyorum; güç insanları ve koşulları yeniden yapma yönünde bir zorlama olarak kendini ortaya koyduğunda, sırf “değerlerin” bir ifadesi, olmaması gerekeni belirten bir iddia haline gelir. Bir tek Nietzsche, Batı felsefe tarihinde henüz eşine rastlanmayan bir örnek olarak, acının olumlanmasına yakın durur. Felsefe ve din bu dünyadan ne kadar kaçarsa kaçsın, tekrar tekrar bu dünyaya döner. İzleyen bölümlerde, Chuang Tzu, Tantrik ustalar, Emerson, Black Elk, Bataille ve Vaclav Havel gibi şahsiyetler, yani bir olumlama çağrısı yapan şahsiyetler üzerinde duracağım. Bu şahsiyetlerin mesajı muazzam bir umut mesajıdır; onlar kendimizden ve yeryüzünden iğrenmemizin üstesinden gelebileceğimiz umudu verir. Bu mesaj, nihayet, bir dizi esinti şeklinde hissedilse bile, bir aşk mesajıdır. Bir Zen ustasına, “Gerçekliğin en derin doğası nedir?” gibi, kavramsal bir soru sorulduğunda, yanıt bir teori olmayacaktır. Bunun yerine, usta yüzünüze bir şamar indirir. Bunun iki anlamı vardır, ilki, böyle sorular sorma, ikincisi, gerçekliğin en derin doğası işte budur, gerçeklik yüzünüze vurulan şamardır. Marazi takıntı, tuzak, bunun ötesine bakmak, en derin özü aramaktır. Dış kabuk en içteki özdür; görünen neyse gerçeklik odur. Sen kendin gerçeksin, “gerçekliğin nihai doğası”sın, ama yine de halihazırda bildiğin şeyi hatırlaman için okkalı bir şamar gerekir. Tinsel disiplin bu dünyanın içine giderek daha fazla gömülmektir; tinsel aşkınlık ancak tam içkinlikle yaratılır. Ne kaçış ne de kestirme vardır.

Kaçış, sakınma, inkâr; hepsi nafiledir. Gerçek olman, burada olman, bu yerin gerçek olması işte bu aydınlanmadır. Filozof Joseph Diffie’nin ağzından söyleyecek olursak: “Cennete gitmek isterim, ama bu gece değil.” Şimdi burada, olduğum yerden ve olduğum şeyden hoşnutum: Yeryüzünde yaşayan bir insan olmaktan hoşnutum. Hangisi olursa olsun, beni başka bir yere ya da başka bir şeye çağıran bir felsefe beni kendi felaketime ve yeryüzünün felaketine çağırıyor demektir. Nihayet, dünyayı sevmeyi öğrenmek benim için bir neşe kaynağı, kötünün karşısında bile öğrenen ve seven, hatta kötüyü bile öğrenip seven bir dans olacaktır. Beni fiziksel olarak dünyaya yönlendiren bir yol, olan her şeyi kucaklayabileceğim bir tutuma açılan bir yol arıyorum. Kavramakla bağdaşmayan bir sevinç; nihayetinde, sistemlerle, kavramlarla, yanıtlarla, her zaman tikel durumların üzerinde duran felsefelerle bağdaşmayan bir sevinç arıyorum, insanlar dünyadan “fikirlerin perdesi” ya da dilin dolayımı yüzünden değil, dünyaya kopmaz bağlarla bağlı ruh ve akıl oldukları için değil, dünyanın varlıkları oldukları için kendilerinden ve var olduğu için dünyadan nefret ettikleri için koparlar. Kendimizi dünyaya açıp bu nefreti yavaş yavaş dağıttığımızda, sahici bir sevgiyi yakalayabiliriz. Bu kitabın yolu işte böyle bir sevgiye açılıyor. 1 Gerçek şoku George Santayana bir keresinde gerçekçiliği kuran şeyin şok deneyimi olduğunu söylemişti.1 Bu basit ama köklü bir tespittir. Anlamı şudur: Şok olduğunda, diyelim, bir bowling topunu ayağına düşürdüğünde, bowling topunun ya da ayağının gerçek olup olmadığına inanmak sana kalmış bir şey değildir. Şok deneyiminde, karşısında bütünüyle savunmasız olduğumuz dünya gerçekliğine çağrılırız. Hoşumuza gitsin gitmesin, komada ya da kafadan sorunlu olmadıkça, böylesi anlarda gerçeği yaşarız, ona rıza gösteririz, ve lanet okuruz.

Böylesi anlarda ve böylesi anlar sayesinde, gerçeğin gerçekliğini öğrenir ve. o gerçeklik içinde kendimizin gerçek olduğunu öğreniriz. Zevk nisyan ile malûldür; insanı tatlı bir uykuya ve kendini kutlamaya götürür. Kişi zevk içinde “kendini unutur” ve hatta zevkin kaynağını unutur; kapılıp gider, neye kapıldığını unutur. Ancak acı ve sürpriz beraberinde olağanüstü bir teyakkuz hali getirir, ve teyakkuz hali, olan şeye bir açıklıktır. Gerçeklik pervasızdır, aman vermez ve kaçış yolu bırakmaz. Ama gerçeklik bir acı, bazen dayanılmaz bir acı kaynağıdır. Batılı düşünce ve kültür tarihi gerçekliği inkâr, ondan kaçış, yok sama, kontrol etme ya da yok etme ve adına yaraşır bir kıvraklıkla, aynı gerçekliği olumlama, kabullenme, bağrına basına ya da tarihi olarak yazılabilir. Birincisi, belki mutlak anlamda zorunlu bir korkaklık olsa da, korkaklıktır. Derin, acınası ve patolojik idealizm tarihini kapsar ve Platon ve Hegel’in, Buddha ve Shankâra’nın, Augustine ve Descartes’ın felsefelerinde bir parazit gibi barınır. Korkaklığın birçok biçiminde göründüğü gibi, kibir ve küstahlık abidelerinde kendini açık eder; örneğin, Kant’ın kaleme aldığı haliyle, insanın dünyayı kurduğu iddiası. Uzay ve zaman salt insan algısının formlarıdır: Bu iddia pervasızlığın dik âlâsıdır. Öte yandan, gerçeğin olumlanması inanılmaz güçtür. Gerçeğin neyse o olmasına rıza göstermek, bizim için ondan sakınmaktan, onu inkâr etmekten, yok etmekten, yeniden yaratmaktan çok daha zordur. Her birimiz için, düzeltmeyi, gözden geçirmeyi, silmeyi isteyeceğimiz olaylar, insanlar ve kurumlar vardır.

Ancak olumlamada umut vardır çünkü gerçeklik, nihayetinde, gerçektir. Kişi bir zaman için belki şu ya da bu olgudan sakınabilir, şu ya da bu olguyu değiştirebilir. Ancak bir bütün olarak gerçekliğin ortadan kaldırılabileceğini ya da yeniden düzenlenebileceğini sanmak, kişinin gerçek olan içindeki tutumu olarak gerçekliğin ortadan kaldırılabileceğini ya da yeniden düzenlenebileceğini sanmak nafile ve umutsuz bir çabadır. Nafiledir çünkü zayıflığın sergilenmesinden, kişinin gerçek tarafından tarumar edildiğinin, diz çöktürüldüğünün ifadesinden başka bir şey değildir. Umutsuzdur çünkü sakınmak, son tahlilde, imkânsızdır; her birimiz tamamen gerçek içinde yerlerimizi alırız; her birimiz, aslında, onun mekânlarından birinde, gerçekliğin dönüşüme uğramış hallerinden biri olarak gerçeğiz. Gerçekten sakınmak, başka saçmalıklar yanında, kendimizden sakınmayı icap ettirir. Kendini yok etmek dışında gerçeklikten sakınma yönündeki her girişim, kişinin tahammül edilmez bulduğu şeye sonuna kadar gömülmekten duyduğu acı ve öfkeyi daha da artırır. 1. George Santayana, Scepticisın and Animal Faith (New York: Dover, 1955 [1923]), s. 142. Descartes, malumdur, modern felsefeyi dışsal gerçekliğin varoluşundan şüphe etme noktasından kalkarak inşa etmiştir, istediği, rüya görmediğini, bir kötü ruhun onu kandırmadığını, vb., kanıtlamaktı. Descartes gibi, Santayana da kuşkucuydu, hatta Descartes’dan daha derin kuşkulara gömülmüştü; o kavramlar, dünya ve kendine ilişkin mutlak bir cehalet uçurumuna düşmüştü. Bu düşünürlerin ikisi de, indikleri derinliklerden bilgi devşirip çıktılar. Descartes için çıkış tek bir kesinlik anlamına gelmişti: isler rüya görsün ister görmesin, Descartes artık kendisinin var olduğunu biliyordu.

Buradan kalkarak Tanrının varoluşunu kanıtlamaya, nihayet ardından da, kendi algıladığı dünyanın varoluşunu kanıtlamaya girişti. Ardından, Descartes dışımızdaki dünya hakkında kuşku duymanın yanlışlığını göstermeye kalkışır. Santayana’nın meselesi böyle bir gösteri olmamıştır; ya da, daha doğrusu, Santayana bir argümandan çok bir jest, bir şeye işaret etme anlamında bir gösteri yapar. Santayana’ya göre, şok kişinin kendisi ve dünya hakkındaki kuşkularını yok eder. Eğer yaşadığınız şeylerin gerçekliğini idrak etmek istiyorsanız, bir argüman okumayın, bowling topunu ayağınıza düşürün. Santayana, şunları yazar: Kaba deneyimde ya da şokta, en içten düşüncelerim açısından, yalnızca var olduğumun bariz bir göstergesiyle tanışmış olmakla kalmam, o an varoluşuma inanmam doğrultusunda ivedi bir çağrı da almış olurum… Deneyim, birbiri ardından gelen ve hafızada yer eden şok dalgaları olarak ne olduğunu anlamakta zorluk çeksek bile, mevcut bir ortamda konuşlanmış bağımsız varoluşlar dünyası demektir. Deneyime inanmak doğaya inanmaktır. (Kuşkuculuk ve Hayvan inancı, s. 142,143) Santayana’nın anladığı biçimiyle, “mutlak boşluk, dayanılmaz gerginlik, insanın kanını donduran umutsuzluk” (140) deneyimleri bizi gerçek olana, gerçeği bize çağırır. Bu deneyimler doğanın varoluşunu bizim gibi varlıklar, yani saf akıldan çok hayvan olanlar için olabilecek en zorlu yoldan kanıtlar. Dünyayı inkâr edenler hemen her zaman kendilerinden yola çıkarlar, ve kendileri hakkında söylediklerine göre, her şeyden önce, onlar hayvan değil, sıradışı bir hayvan, ruh, zihin falandır; onlar başarılarının ödülü olarak cennette yaşar ya da yüce varlıklardan nasıl evrildiklerini araştırır. Dünyayı yoksamak, demek ki, başka şeyler yanında, “bilimsel” bilinçle de mükemmel bir uyum sergiler. Bilinç, denebilir ki, bizi doğa düzeni içinde ayrı bir yere koyar ya da doğa düzeninden koparır. Mantığımız bizi şempanzelerden ayırır. Tüm gününü bilfiil yiyerek, sıçarak, uyuyarak ve sikişerek geçiren insanın böylesi şeylere inanmasının güçlüğü, böylesi görüşleri somutlayan kaçış yollarına olan ihtiyacın büyüklüğünü gösteriyor.

Gerçeklikle yüzleşme korkaklığı o kadar derinlere işler ki, insanı kendine dair en çıplak olgulara gözünü kapamaya götürür. Şöyle söylendiğini duymuşumdur örneğin: Bilim bir masa gibi fiziksel nesnelerin katı değil, asıl olarak boş uzaydan ibaret olduğunu “kanıtlar”. Bilim bize “şeylerin gerçekte olma biçimini” anlatır ve “şeylerin gerçekte olma biçimi” şeylerin görünme biçimlerinden neredeyse tamamen farklıdır. Bu, Gerçek’e başvurarak gerçekten (diyelim, bu masadan) kaçma yönündeki eski “tinsel” itkinin değişmiş bir halidir. Sözü edilen Gerçek, Formlar’ın, Brahman’ın, Mutlak’ın, Tanrısal Akıl’ın ve benzerlerinin âlemi olarak düşünülegelmiştir. Şimdilerde ise, “aşikâr imge” arkasındaki “bilimsel imge” olarak kavranıyor, iki durumda da, yaşanan dünya bir kenara atılır. Böylelikle, her gün yaşadığımız şeyler, adeta, idealizme ve hatta klasik amprisizm, mantıksal pozitivizm ve benzerlerine konu olan “imgeler”, “resimler” katına indirgenir. Şimdi sormak lazım, niçin insanlar şeyleri imgelere indirgemeye ihtiyaç duyuyor. Ve bir yanıt, hem de apaçık bir yanıt vardır: imgeler güvenlidir. Hayalimde, imgeler dünyasında, hem dehşet verici suçlar işleyebilir hem de masum kalabilirim. Uçurumdan aşağıya atlayabilir ama dibe vurmadan gerçeğe dönebilirim. Hiç kimse bir patlamayı gösteren bir resini seyrederken parçalara ayrılmaz. Dolayısıyla, eğer deneyimlediğim haliyle dünya bir imge olsaydı, güvende olurdum. Ve dünyayı ne kadar bir imge olarak görme ihtiyacı duyuyorsam, o kadar dünya tarafından tehdit edildiğimi hissediyor, bütün tehlikeleri o kadar tahammül edilmez buluyorum demektir. Ancak içinde yaşadığını dünyayı bir resim olarak görmek: Bu demektir ki, resmedilen bir şey, görünüşlerin altında yatan Gerçekten Gerçek bir şeyler âlemi vardır.

Gelgelelim, bu Gerçekten Gerçek âlemi bizi tehlikeye düşürmesin diye de, elimizin altında, korunaklı tutulmalıdır; işte bu nedenle, Kant’ın, görünüşlerin altında yatan, ancak hakkında hemen hiçbir şey bilmediğimiz “kendinde şey”i vardır. Sistem olağanüstüdür. Ancak içine korku ve acı sinmiştir. Kimsenin hiçbir zaman bir atomaltı parçacığın saldırısına maruz kalmaması temel bir ontolojide parçacıklardan yararlanmak için iyi bir nedendir. Ancak, eğer şu sandalyeyi kaldırıp kafanda parçalarsam, hâlâ sandalyenin katı olmadığı inancını koruyup korumayacağını merak ediyorum. Dünyanın bir imgeler ya da resimler demeti olduğu anlayışına denk düşen bir başka anlayış, insanoğlunun oturduğu yerden güven içinde dünyayı seyreden bir tür sinema seyircisi ya da, belki de, bir fotoğraf albümünün yapraklarını çevirerek fotoğrafların uyandırdığı anılarla şaşıran, hoşnut olan ancak fotoğrafların temsil ettiği deneyimleri güven içinde seyreden birisi olduğu anlayışıdır. Temsil/tasavvur, Batılı gelenekte kavramsallaştırıldığı haliyle, temsil/tasavvur edilen nesneyi belli bir uzaklığa koyar, ve bu olgudan, örneğin, bütün estetik sistemleri (örneğin, Kant’ın sistemi, buna göre, benim sanat eserleri karşısında aldığım haz “çıkardan arınmış” bir hazdır, yani güvenlidir) kurmakta faydalanılmıştır. Temsilde/tasavvurda dünyayı irdelerken, tıpkı bir atlasta dünyayı kavrarken olduğu gibi, insanın içini bir güvenlik ve güç hissi doldurur. Eğer dünyayı bütünlüğü içinde kavramsallaştırabilir, onu tamamen anlayabilir, aşırının, şokun, sınırlanmamışın, bilinemezin zerresini bırakmayabilir olsaydık, kendimizi emniyete alabilirdik. Bunu kurgular yazarak muhayyilemizde yapabiliriz, ya da aslında bir “her şey teorisi” kaleme alarak veya çevreyi teknolojik olarak denetime sokarak bunu yapmayı deneyebiliriz. Bilim bütünüyle kavrayarak kendimizi emniyete alma gayretinden başka bir şey değildir. Bu görüşün şaşırtıcı yanı ise, resimleri seyreden kişinin kendi çizdiği resim karşısında bazen içinin burkulması ya da yıkılmasıdır. Ancak sözü edilen görüş, o zayıflık karşısında bir ikame olarak savunulmaktadır, ikame hilafsız hayal gücünün eseridir; ancak yine de hiçbir yaraya melhem olmaz. Diyelim, bir parça “kaçmak” için hafif bir aşk romanı okuruz ancak her gün, her saat de kaçabiliriz; bunu da hayatlarımızı ucuz romanlara, dünyamızı da hiçbir kötü şeyin olmadığı ya da, kötü şeyler ne çare her zaman olduğundan, kötü şeylerin sadece kurgusal karakterlerin basına geldiği kurgusal bir dünyaya çevirerek yaparız. Bilim, bu anlamda, tıpkı felsefe, din ve sanat gibi, bir ucuz roman olarak faydalı olabilir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir