Rasim Ozdenoren – Yazi, Imge ve Gerceklik

Her gün herkesin, hepimizin önüne farkına vardığımız veya varmadığımız fırsatlar çıkıyor. Bunların bazılarının, söylediğim gibi, farkına bile varmıyoruz. Bir kısmının farkına varsak, bu kez de, o fırsatı kullanıp kullanmamak bizi ırgalamıyor. Bizi ırgalayanlar, bizim ancak içimizden gelen, bizi dürtükleyip duran, dışa vurmak için fırsat kollayan türdeki fırsatlardır. Bu demektir ki, biz ancak, bizim istidadımızla aynı tınıda titreşen fırsatlara açık bulunuyoruz ve ancak aynı tınıyla titreştiğimiz fırsatları fırsat sayıyoruz. İmdi, genç kız, halen sürdürdüğü mesleğine nasıl başladığının öyküsünü şöyle anlatıyor: “ Bir gün” diyor “bir vitrini seyrederken, bir moda ajansının yetkilisi tarafından keşfedildim ve bu işe başladım. Aslında ben doktor olmak istiyordum, şimdi yaptığım işi icra etmek aklımın ucundan bile geçmiyordu.” İşte diyorum ki, bu genç kadının şimdi icra etmekte olduğu iş her ne olursa olsun, eğer onda, o işi yapmaya yönelik bir istidat bulunmasaydı, onun ayaklarının altına altın da döşeseler, olmazdı, yapmazdı, yapamazdı. Nitekim “artist” olmak için yollara düşen, çalmadık kapı bırakmayan niceleri, eğer şansları yaver gitmişse, sıradan bir iki filmde denenirler ve sonunda tasfiyeye uğrayıp giderler. Ama öyleleri de çıkar ki, daha ilk fırsatta kendini göstermenin bir yolunu bulur ve temayüz etmekte gecikmez. Kendi fırsatını kendi yaratanlar olabileceği gibi, önüne çıkan fırsatı değerlendirmek suretiyle bir yere varanlar da olabilir. Ama varılan yerde gösterilen başarı kişinin istidadına bağlıdır. Denebilir ki, herkeste her iş için vasat bir yetenek bulunur. Dolayısıyla herkes her işi yapabilir. Bu doğrudur.


Ama o işi en azından bir virtüöz maharetiyle başarabilmek o iş için gerekli istidatla donatılmış olmayı gerektirir. Çalışmayla, eğitimle, yani alışkanlık kazanmak suretiyle vasat bir kişiden bir ip cambazı yetiştirmek de mümkündür. Ama öyle insanlar vardır ki, sanki ip cambazı olmak için yaratılmıştır, denilir. Adam o işin virtüözüdür. Ama böyle birinin ip cambazı olabilmek için hayatı boyunca eline fırsat geçmemiş ve dolayısıyla o işe bulaşmadan kalmış olması da mümkündür. Bu konularda düşünürken, çocukluğumuzun bir kısmının geçtiği Malatya’da sokak aralarında karşımıza çıkan bir çocuğu hatırlarım. Bu çocuğu her nerede olsa, önünde kendi elleriyle hazırlamış olduğu bir çamur malzemesiyle görürdük. O çocuk, o çamurdan, güzel heykelcikler, biblolar imal ederdi. Bu minicik heykelcikler öylesine kusursuzdu ki, hayran kalırdık. On yaşından daha küçüktü. O yaşta, yaptığı, üstelik modelsiz olarak ve sırf hayal gücüne dayanarak yaptığı o minicik heykelciklere onca ayrıntıyı nasıl sıkıştırabildiği, şimdi bile beni hayrete düşürüyor. Bir ceketin kıvrımını, bir kasın belli bir pozisyonunu, bu çocuk nerden, nasıl öğrenmişti, meçhul. O çocuğun eline bir fırsat geçmemişse veya geçmiş olsa bile o fırsatı değerlendirebilmesi için bir biçimde önü kesilmişse, onun o konudaki mahareti sönüp gitmiştir. Acaba o çocuğa n’oldu? Oradaki maharetini başka bir alana mı yöneltmek zorunda kaldı? O alanda aynı başarıyı gösterebildi mi? Sanatçı, İnsan ve Oyun Olay ilk kez vuku bulmuyordu. Bu olay üzerine kurulmuş tiyatro oyunları, sinema filmleri vardı.

Ancak olayın gerçek hayatta geçmesi gene de kanıksanmışlık duygusu uyandırmıyor ve her şey yeni baştan bir kez daha yaşanıyordu: aynı trajik duygu etkisini yitirmediğini gösteriyordu. Yakınlarda bir kez daha yaşanan olay, işte şu bildik olay: gerçek hayatında gerçek bir acıyı yaşayan bir tiyatro sanatçısının, acısını içine gömerek, onu yok sayarak seyircisinin karşısına çıkması ve onu eğlendirmeyi başarması… Olay, komedi sanatçılarının ya da palyaçoların başına geldiğinde, trajik olan görünür hale geliyor. Sahneye çıkması gereken sanatçı, az önce annesinin öldüğünü işitmiştir; ancak salon seyirciyle doludur, onların mazeret dinlemeyeceği düşünülmektedir, böylece, sanatçı bağrına taş basarak sahneye çıkmak ve seyircisini eğlendirmek zorundadır! O anda, kimsenin aklına, seyirciden özür dilemek gelmiyor. Çünkü bu özrün kabul edilip edilmeyeceği bilinmiyor. Bu özür kabul edilebilir bulunsa bile, mazeretin maliyeti göze alınamıyor ve sonuçta sanatçı feda edilerek program yerine getiriliyor. Burada, insanı rahatsız eden bir şeylerin varlığı duyumsanmıyor mu? En başta, sanatçının bağrına taş basarak sahneye çıkmak zorunda bırakılması, o sanatçı bakımından trajik (acınılası) bir durumdur; ama o, görevini yapmak zorundadır. Seyircinin, sanatçının durumunu bile bile onu seyretmesi ise katı kalplilik sayılmalıdır; ancak gerçek, seyirci tarafından sonradan öğrenilmişse, o seyirci de bir eziklik yaşamak durumuna düşüyor. Böylece iki tarafı da üzen bir olay, bu üzücü niteliği biline biline niçin kabulleniliyor? Çünkü oyuncu, yaptığı işin “kutsal” olduğu kanısını taşıyor. Ona sorulduğunda, oyununun bir gün bile olsun ve sebebi her ne olursa olsun aksatılması, mümkünü kabil olmayan bir durumdur: o oyun oynanacaktır! Seyirciyse, bu “kutsal” olanın öte yanında yer alıyor ve katlanılması gereken her ne varsa onun adına ifa ediliyor: seyirci buna inanıyor veya inandırılıyor! İyi de, bu düzenleme kimin marifetiyle kotarılıyor? Bu işler, bunca fedakârlıklar, hem oyuncuyu, hem seyirciyi hüzne sevk eden bu tavır, gerçekte kim adına ve kimin için alınıyor? Bu sorunun cevabı, bu fedakârlıktan kimin çıkarının bulunduğunun ortaya konulmasıyla açığa çıkartılabilir. Bu işte kimin çıkarı var? İçine bunca kutsal motifler şırınga edilmiş ve yüceltilmiş bir tavır alışı, böylesine maddiyat kokan bir soruyla berbat etmenin âlemi var mıydı? Ama durum, insanların kişilikleriyle ilintili görünmüyor; durum, onların içinde yaşadıkları modern toplumun niteliğiyle ilgili olarak ortaya çıkıyor. Modern toplumsal ilişkilerin gayrişahsî ve profesyonel bir düzlemde cereyan ettiğini düşünüyoruz. Bu yüzden, insanlar, ölmedikçe sahneye çıkmak zorundadırlar! Sahnenin prodüksiyonunu üstlenmiş olanların, bu oyunun bir defalığına bile olsa aksatılmasına tahammülleri yoktur. Çünkü bir defalığına olan bir aksama, o oyundan elde edilecek maddî hâsılanın (elde edilecek kârın) belki tümüne, belki önemli bir kısmına tekabül edecektir: bundan fedakârlık etmek düşünülemez, çünkü bir sürü insan bu işten ekmek yemektedir. Bu fedakârlığa katlanmanın kolay yolu, insanları (oyuncuyu ve seyirciyi) yapılan işin kutsallığına ve o işin yüceliğine inandırmaktan geçiyor: böylece insanlar da, neticede bir hüznü yaşamış olsalar bile, kutsal bir iş yaptıklarına kani oluyorlar. Yazar Yazar diye kime diyoruz? Her yazı yazan yazar mıdır? Burada sözünü ettiğimiz yazar, elbette “modern zamanlarda” ortaya çıkan bir mesleğin mensubu olan kişiyi istihdaf ediyor.

Modern zamanlardan önce de insanlar yazıyordu, ama bugün kullanıldığı anlamda yazarlığı meslek haline getirmiş kimseler değildi onlar. Olayın ırası yazılan yazının hacmiyle de ilgili değildir. Bir İbni Arabî’nin beşyüz cilt tutan eser verdiği söyleniyor. Bir Mevlana’nın yazdıkları gene binlerce beyitle ifade ediliyor. Bir İmamı Rabbani’nin yazdıkları binlerce mektubu tutuyor. Ama bu insanlara gene de, günümüzde kullanıldığı anlamda yazar diyemiyoruz. Çünkü günümüzde kullanıldığı anlamıyla yazarlık “yeni” bir olaydır. İşte bu yeni olan olay muvacehesinde yazar diye adlandırdığımız kişi kimdir? Her yazı yazabilen kişi yazar mıdır? Bu soruyu yazılanın kalitesi bağlamında da sormuyorum. Yazı kaliteli olsun veya olmasın, o yazıyı yazan kişilerden hangisine yazar diyoruz, hangisini aynı adla çağırmıyoruz? Sanıyorum, en başta kişinin kendini ne olarak gördüğü öne çıkıyor. Kişi yazı yazarken kendini yazar olarak mı görüyor, yoksa yazı onun yaptığı bir işin bir uzantısı (o başka işin bir işlevi) olarak mı ortaya çıkıyor? Eğer böyleyse ve mesela kişi, işi icabı yazı yazmak zorunda bulunuyorsa onun yaptığı işi yazarlık olarak göremiyoruz. Bir avukat da mesleğini icra etmek için yazı yazmak zorundadır. Veya bir müfettiş, teftişini yazıyla raporlar haline getirir. Bir profesör alanıyla ilgili ders kitabı yazabilir. Ama biz onların yaptığı işi yazarlık olarak görmüyoruz. Kendini yazar olarak gören kimse, yazıyla ifade etmediği zaman kendini görevini ifada ihmale düşmüş biri olarak görüyorsa, bence o kişiye yazar dememiz gerekiyor.

Nasıl ki, her kumar oynayan kimse kumarbaz değildir. Bazıları sırf vakit geçirmek için veya oyun oynama fırsatı zuhur etmiş olduğu için kumar oynayabilir. Ama “gerçek kumarbaz” için kumar oynamak ne öyle gel geç heveslerle ifade edilir ne de arada bir karşısına çıkan bir fırsatı değerlendirmek için… Kumar oynamak kumarbazın hayatının anlamını oluşturur. O, kumar oynamak için karşısına fırsat çıkmasını beklemez; o, o fırsatı kendisi ihdas eder. Bir kumarbazın iyi kumarbaz olup olmadığı da, onun ne kadar kazanıp ne kadar kaybettiğine bakarak ölçülmez. Çok az kazanmış olmakla beraber “iyi” bir kumarbaz olunabileceği gibi; her defasında kazanan bir başkası “kötü” bir kumarbaz olabilir. Aynen bunun gibi, yazdığı yazı her defasında belli bir kaliteyi tutturamamış olmakla birlikte gerçek bir yazarla karşılaşabileceğimiz gibi; yazdığı her yazı eksiksiz görülmekle birlikte yazar olmayan biriyle de karşılaşmamız mümkündür. Yazarla yazar olmayan arasındaki fark, aynı zamanda, bir okul müsameresi ile profesyonel bir tiyatro arasındaki farkla da mukayese edilebilir. Bir okul müsameresinde herhangi bir oyun, bir defalığına bir profesyonel tiyatrodan daha iyi icra edilmiş olabilir. Ama o, bir defalıktır ve gelip geçer. Profesyonel tiyatroda ise, oyun zaman zaman kötü de icra edilmiş olsa, o tiyatro perdesini açmak ve oyuncular o oyunu oynamak zorunda bulunur: seçeneksiz olarak durum böyle olur. O oyuncunun sahneye çıkmamak gibi bir şansı mevcut değildir. Yazı Yazı, bir veçhesiyle fotoğrafa da benziyor. Düşüncemizin (bu kelimeye buradaki anlamıyla duygumuzu da katıyoruz) bir enstantanede dondurulması olarak bakabiliriz yazıya. Bir fotoğrafın okunması ne denli çeşitlemeye açıksa, bir yazının okunması da o denli çeşitlemeyi içerir.

Bu demektir ki, bir düşüncenin yazıyla bir enstantene halinde sabitleştirilmesi, onun tek boyuta indirgenmesine değil, bilakis çeşitlenmesine yol açar: gelip geçici olan bir düşünce, bir anın içinde sabitleştirildiğinde, onun o sabitleştirilmiş çerçevesi içinde durup düşünme imkânını ve fırsatını ele geçirmiş oluruz. Aksi takdirde o düşünce zihnimizden ve belleğimizden kayıp gitmiş ve üzerinde bir daha durmak ve düşünmek fırsatımız da ebediyen yitmiş olurdu. Ölüm düşüncesi (veya kavramı veya olgusu) üzerinde, doğrusu bunca durduğumu bilmiyordum. Zaman zaman bu “konu”ya şöyle bir değinip geçtiğimi sanırdım. Ama Yedi İklim’in, bu satırların yazarına ayırdığı Şubat/Mart 1999 (107/108) sayısında yer alan Ali Haydar Haksal’ın, Hastalar ve Işıklar, Çözülme, Denize Açılan Kapı üzerinde yazdıklarını okuyunca, ölüm üzerinde ne denli çok durmuş olduğum beni de şaşırttı. Nerdeyse bütün öykülerde ölümün sözü edilmiş, bazılarında doğrudan ve tahsisen ölüm anlatılırken, bazılarında da hiç olmazsa konuya teğet geçilmiş. Ama ölüme kayıtsız kalındığı olmamış. Acaba niçin ölüm üstünde bu denli çok durulmuş? Olaya bazı denemelerimizde de değinmiştik. Aslında hayatla ölüm, bir paranın yazı ile turası gibi birbirinden ayrılması, birbirinden koparılması mümkün olmayan bir bütünü oluşturuyorlar. Ölüm kavramı yaşayan insana çoğu kez soğuk ve itici görünüyor. Onu çoğu kimse elinden geldiğince unutmaya veya yok saymaya veya hayatın dışına itmeye çalışıyor. Ama ne kadar görmezlikten gelinirse gelinsin, ölüm, hayatın bir gerçekliği olarak her an yolumuzun üstüne çıkabilir veya yolumuzu kesebilir. Ölümü unutma çabalarının içine girmiş olan birisi ancak kendini kandırmış olur. Epikür’ün, ben yaşarken ölüm yoktur, öldükten sonra da ben yok olurum, dolayısıyla hayatta olan birinin ölümle temas etme imkânı mevcut değildir, mealinde aktarabileceğimiz düşüncesi, aslında kendini aldatmaktan başka bir işe yaramıyor. Çünkü biz farkında olmasak da ölümle temas halindeyiz, çünkü yaşıyoruz ve hayatın bir anlamı varbulunuyorsa bu anlam ancak ölümle bir değer kazanıyor.

Çünkü ölümsüz olduğu (sınırsız olduğu) farz edilebilecek bir hayatın, aynen bir ekonomi kuralının söylediği gibi, değeri de olmazdı. Bir şeyi değerli kılan onun nedret halinde (nadir) oluşu keyfiyetidir. Bir şey istendiği kadar ve herkese yetecek kadar varbulunuyorsa (eskiden buna örnek olarak hava ve su gösterilirdi, bazen de toprak …) o şeyin ekonomi yönünden değeri bulunmadığı da kabul edilmiş olur. Sonsuz hayat (ölümsüz hayat) da, aslında değersiz bir şey olurdu. Bu yüzden hayata değerini ve anlamını veren olgunun ölüm olduğunu söyleyebiliyoruz. Öte yandan ölüm, hayatın metafizik veçhesini gözümüzde somutlaştırmaya yarıyor. Madem ölüm var, bu demektir ki, madem hayatım sınırlı bulunuyor, öyleyse nasıl oluyor da, onu sınırsızcasına algılayabiliyorum ve bu sınırlı olanın içine sınırsızlığı yerleştirebiliyorum? Metafizik açıdan, durumun aklîleştirmeye yatkın görünmesine rağmen aklileştirmenin sakıncasını göz ardı etmememiz gerektiğini biliyorum. A. H. Haksal’ın değindiği öykülerde, durumun düşünsel düzlemde değil, fakat olgusal düzlemde ele alındığını düşünüyorum. Bu demektir ki, ölüm üzerine spekülasyonların değil, fakat hayatın gerçekliği olarak ölümün neliği üzerine yaşanılan gerçekliğin dile getirilişi sergileniyor, sanıyorum. Bu yazının başına döndüğümüzde, söylenecek olan şudur: Bazıları otuz küsur yıl önce kaleme alınmış olan o öykülerde sabitleştirilen hayat enstantaneleri (yazı), bugünkü okuyuşumuza göre bize farklı ve değişik anlamlar (hatta belki tatlar) getirebilir, diyebiliyoruz. Çünkü yeni bilgilerimiz, bizi yeni okumalara sevk etme istidadındadır.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir