Cyril Mango – Bizans; Yeni Roma Imparatorluğu

Tarihçilerin çoğunluğu tarafından tanımlandığı kadarıyla Bizans İmparatorluğu’nun, Konstantinopolis, yani Yeni Roma kentinin t.s. 324 yılında kuruluşuyla birlikte doğduğu ve aynı kentin 1453’te Osmanlı Türklerinin eline geçmesiyle sona erdiği söylenir. Bizans bu on bir yüzyıllık dönem boyunca muazzam dönüşümlere uğramıştır; bu nedenle, Bizans tarihini en azından üç büyük döneme -Erken, Orta ve Geç dönem Bizans- ayırmak adetten olmuştur. Erken Bizans döneminin, yaklaşık 7. yüzyılın ortasına değin, bir başka deyişle İslam’ın yükselişi ve Arapların Akdeniz’in doğu ve güney kıyılarında belirgin bir varlık gösterdiği çağa dek; Orta dönemin, ya Anadolu’nun 1070’lerde Türkler tarafından fethine, ya da daha az haklılık payıyla, Konstantinopolis’in 1204’te Haçlılar tarafından istilasına dek; Geç dönemin de, bunlardan birinin başlangıcından 1453’e dek uzandığı kabul edilebilir. Yukarıdaki saptama keyfi gibi görünebilirse de, bunu kabul etmek için iyi nedenler vardır. ‘Bizans’ sıfatına gelince, bu sözcüğün uygunluğuyla ilgili bazı ciddi itirazlar yapılabilir ve sık sık yapılmıştır da. Ama bu terim varlığını korumuştur ve kullanışlı bir etiketten ibaret olduğunu anladığımız sürece, bu terimi kullanmayı reddetmemiz ukalalıktan öteye gitmez. Gerçekte, hiç kuşku yok ki, Bizans İmparatorluğu diye bir devlet asla varolmamıştır. Varolan, Konstantinopolis’te yerleşik bir Roma devleti idi. Sakinleri, kendilerini Romaioi ya da kısaca Hıristiyanlar olarak, ülkelerini de Romania diye adlandırıyorlardı. Bir kişi, eğer İmparatorluğun başka bir yöresinin değil de, Konstantinopolis’in yerlisi ise kendisini Byzantios diye tanımlayabilirdi. “Bizanslılar”, “Romalı” sözcüğünün tümüyle farklı bir anlama sahip olduğu Batı Avrupalılara göre, genellikle Graed, Slavlara göre ise Greki anlamına geliyordu, ama Araplar ve Türkler onlara Rum, yani Romalı diyorlardı. İmparatorluk ile sakinleri için kullanılan Byzantinus terimi, Rönesans’a değin geçerlilik kazanmayacaktı.


Bu terimi, Doğu Romalı ya da 9 BİZANS Yeni Roma İmparatorluğu Doğulu Hıristiyan gibi taşınması daha güç eşdeğerleriyle ikame etme girişimleri, genel kabul bulmamış çabalar olarak kaldı. Bizans tarihine çok kısa ve yukarıdan bir bakış atacak olursak (ki, burada elimizden geldiği kadar bunu yaptık), işaret ettiğimiz bu üç dönemden, Erken dönemin en önemlisi olduğunu söylememiz mümkün. Bu dönem, Antik çağa aittir ve Akdeniz havzası göz önüne alındığında, bu çağın sonunu oluşturur. Roma İmparatorluğu, yavaş yavaş kuzey topraklarını kaybetmiş olabilirse de, hala Cebelitarık’tan, sularının ötesinde geleneksel düşmanı olan Sasani İran’ı ile yüzleştiği Fırat’a dek uzanmaktaydı. Bu iki büyük güç arasındaki çatışma ve denge, söz konusu dönemin altını çizen siyasal temeli oluşturuyordu. Roma ve İran ile, bu iki gücün çevrelerinde yer alan birkaç küçük devletin dışında, dalgalanıp köpüren bir barbarlık denizinden başka hiçbir şey yoktu. Erken Bizans devletinin, Orta ya da Geç dönemden karşılaştırma yapılamayacak ölçüde büyük oluşu, yalnız coğrafi genişlik ve siyasal kudret nedeniyle değildir. Aynı durum, kültürel başarılar açısından da geçerlidir. Erken Bizans, Hıristiyanlığı Greko-Romen geleneğiyle bütünleştirdi; Hıristiyan dogmasını tanımladı ve Hıristiyan yaşamın yapılarını kurdu; bir Hıristiyan edebiyatı ve bir Hıristiyan sanatı yarattı. Bizans törensel geleneklerinin tümünde, Erken dönemden kaynaklanmayan kurum ya da fikirler çok nadirdir. 7. yüzyılda kendini gösteren felaket türü kopuş, ne kadar önemsense azdır. Olayların öyküsünü okuyan herhangi bir kişinin, yüzyılın hemen başında lran istilasıyla başlayıp, otuz yıl kadar sonraki Arap genişlemesiyle sürüp giden, İmparatorluğun başına gelen felaketlere şaşıp kalmaması olanaksız gibidir -İmparatorluğu en müreffeh vilayetlerinden, yani Suriye, Filistin, Mısır ve daha sonra da, Kuzey Afrika yoksun bırakan- dolayısıyla hem alanını hem de nüfusunu yarıdan da aza indiren bir dizi terslik birbirini izlemişti. Ne ki, kaynakların okunması, bu olaylara eşlik eden muazzam dönüşüme ilişkin ancak belli belirsiz bir fikir verebilir. Çöküşün muazzam boyutuna ilişkin tam bir fikir edinebilmek için, çok sayıda yerden gelecek arkeolojik kanıtları da göz önünde bulundurmak gerekir.

Bu çöküş, Bizans toprakları için bir yaşam tarzının -Antik çağın kent uygarlığının- sonunu ve çok farklı ve apaçık bir biçimde ortaçağa özgü bir dünyanın başlangıcını temsil ediyordu. Dolayısıyla, bir anlamda, 7. yüzyılın felaketi, Bizans tarihinin temel olayıdır. Nasıl Avrupa’nın batısına, ortaçağ boyunca Roma, imparatorluğu’nun gölgesi egemen olduysa, Constantinus, Thedosius ve tustinianos’un Hıristiyan imparatorluğu hayali de, Bizans için özlem duyulan ama asla ulaşılamayan bir ideal olarak kaldı. Bizans uygarlığının geçmişe dönük doğası, büyük ölçüde bu koşulların bir sonucudur. 10 Giriş Erken Bizans dönemi, iki büyük güç arasındaki bir denge olarak görülebilirse, Orta dönem de, bir uzun kenarı (İslam) ile iki kısa kenarı (sırasıyla Bizans ile batı Avrupa) bulunan bir üçgene benzetilebilir. İslam dünyası, hem Roma ve İran’ın miraslarını özümsedi, hem de, İspanya’dan Hindistan sınırlarına dek uzanan bir alanı tek bir ‘ortak pazar’da birleştirmekle, alışılmadık canlılıkta bir kent uygarlığı yarattı. Uluslararası ticaretin önemli yollarından kopan, düşmanları tarafından sürekli tacize uğrayan Bizans devleti, her şeye rağmen büyük bir etkinlik sergilemeyi ve yitirdiği topraklardan bazılarını yeniden ele geçirmeyi başardı. Ama artık farklı bir yöne bakmak zorundaydı -‘klasik topraklara’ değil, barbar kuzeydoğuya yöneldi: Şimdi Slavların ve diğer yeni gelenlerin yerleştiği, Karadeniz’in kuzey kıyısında Hazar devleti ile onun ötesinde, 9. yüzyılda Rus devletine dönüşecek toprakların uzandığı Balkanlara. Böylelikle yeni manzaralar açılmış oldu ve misyoner etkinliğin öncülük ettiği Bizans nüfuzu, Moravya ve Baltık bölgelerine dek yayıldı. Daha geniş bir tarihsel perspektiften bakıldığında, Orta Bizans döneminin başlıca katkısı burada yatar. Geç dönem de bir üçgen olarak değerlendirilebilir, ama farklı bir konfigüras- ” yon söz konusudur. Artık hem Bizans hem de Arap dünyası kargaşa içindeyken, batı Avrupa yükseliyordur. Bu son evreye damgasını vuran başlıca gelişmeler, Anadolu’nun büyük bölümünün Selçuklu Türklerine kaptırılması ile eş zamanlı olarak deniz ulaşımının İtalyan kent devletlerinin eline geçmesiydi.

Bundan sonraki yüzyıl boyunca, Bizans birliğini ve saygınlığından bir şeyleri muhafaza etmeyi hala sürdürüyordu; ama yaklaşık l 180’den itibaren, binanın her yanı dökülmeye başladı. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan parçalanma -Konstantinopolis’in Dördüncü Haçlı seferi şövalyeleri tarafından zaptı, Levant’ta (Doğu Akdeniz) Latin prensliklerinin kurulması, Trabzon, İznik ve Epirus’da bağımsız küçük Grek devletlerinin oluşması, 1261’de Konstantinopolis İmparatorluğunun soluk bir benzerinin yeniden yaratılması- son derece karmaşık ve heyecanlı bir öykü oluşturur . Gene de, Bizans tarihinin bu döneminin evrensel anlamda önem taşıdığını söylemek olanaksızdır; temel güç ve uygarlık merkezleri artık yer değiştirmiş durumdadır. Ana hatlarıyla Bizans tarihinin temel evreleri böyledir. Bu nedenle, araştırma konumuzun, hem zaman içinde çok uzun yayılımı, hem de sürekli değişen bir coğrafi bağlamı var. Erken dönemde, neredeyse tüm Akdeniz havzası konumuzun kapsamına giriyor; Orta dönemde, güney İtalya ve Sicilya dışında, Batı araştırma alanımızdan çıkarken, ilgi odağımız Anadolu ve Balkanlar’a kayıyor; son olarak, Konstantinopolis ile, Anadolu ve Yunanistan’da süreklilik göstermeyen dağınık topraklarla baş başa kalıyoruz.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir