D. H. Lawrence – Harman Yerinde Ask

Güneye bakan yamaçta iki büyük tarla uzanıyordu. Samanlar yeni toplandığı için tarlalar altın yeşili bir renkteydi ve güneşte göz kamaştırarak parlıyordu. Tepenin karşısında, yan yolda, siyah gölge çimlerin kızgın ışıltısının üzerine düşen yüksek bir çit uzanıyordu. Samanlar, çitin hemen yukarısında yığılmaktaydı. Çok büyük, kocaman bir yığındı bu, ama o kadar zarif, gümüşsü bir parlaklığı vardı ki, ağırlığı yok gibiydi. Tarlanın düzenli, altın yeşili parıltısı içinde darmadağınık ve ışık saçarak yükseliyordu. Biraz geride, tamamlanmamış bir başka yığın daha vardı. Çitteki aralıktan boş bir yük arabası geçiyordu. Çimenliğin üzerinin hâlâ yol yol samanla kaplı olduğu aşağı tarlanın uzak köşesinden, yüklü bir araba,”yığına doğru tepeyi tırmanmak üzere ileri fırladı. Saman kesiciler samanların arasında beyaz noktalar gibi görünüyorlardı. İki kardeş bir dakikalığına dinleniyor, yükün yukarı gelmesini bekliyorlardı. Alınlarını kollarıyla silip duruyor, sıcağın etkisi ve son yükü yerleştirmenin yorgunluğuyla iç çekiyorlardı. Üzerinde durdukları yığın çok yüksekti, onları çitlerin tepesinden daha yukarılara kaldırıyordu; çok da genişti, güneş ışığının içine dolduğu ve samanın sıcak, tatlı kokusunun boğucu olduğu büyük ve biraz çukur bir kap gibiydi. Kardeşler büyük, gevşek çanağa yarı gömülmüş, bir sunakta güneşe doğru kaldırılmış gibi küçük ve etkisiz görünüyorlardı. Kardeşlerden genç olanı, Maurice, kaygısız ama nazik, güçlü, yirmi bir yaşında yakışıklı bir delikanlıydı.


Ağabeyine takılırken gri gözleri güçlü bir duyguyla parlak ve şaşkındı. Esmer yüzünde ilk kez tutkuyla uyarılmış genç bir adamın umutlu, sevinçli ve heyecanlı, garip gülümsemesi vardı. “Bak sen,” dedi, dirgeninin topuzuna dayanarak, “beni kandırdığını sanmıştın değil mi?” Konuşurken gülümsedi, sonra yine düşüncelerinin tatlı eziyetine daldı. “Öyle düşünmedim … seni bilmiş,” diye sertçe cevap verdi Geoffrey, hafifçe alay ederek. Kardeşi onu alt etmişti. Geoffrey, Maurice’den bir yaş büyük, çok iri ve hantal bir adamdı. Mavi gözleri kararsızdı, hemen başka tarafa kayıyordu; ağzı marazi derecede hassas görünüyordu. Tüm iri gövdesinde ürkeklikle geri çekildiği hissediliyordu. Ateşli çekingenliği onda bir hastalıktı. “Ya, ama öyle düşündüğünü biliyorum,” diye alay etti Maurice. “Gizlice kaçtın” … Geoffrey irkilerek sarsıldı … “Burada kalmamız gereken son gece olduğunu düşünerek, sıra sende olduğu halde beni uyur bırakacaktın… ” Geoffrey’nin oynadığı oyunun sonucunu düşünerek, kendi kendine gülümsedi. “Gizlice kaçmadım,” diye tersledi Geoffrey, ağır, hantal tavrıyla, bu sözcüklerden irkilerek. “Babam beni kömür getirmeye göndermedi mi?” “Ya evet, evet … hepsini biliyoruz. Ama ne kaçırdığını görüyorsun, aslanım.” Maurice kıkırdayarak kendini arkaüstü saman yığınının üzerine attı.

O an dünyasında, yığının alçak surlarından ve parlak gökten başka hiçbir şey yoktu. Yumruklarını sıktı, kollarını yüzüne kapadı ve yine adalelerini kastı. Belli ki çok duygulanmıştı, duyguları öyle şiddetliydi ki hoş bile değildi, ama hâlâ gülümsüyordu. Arkasında duran Geoffrey, onun siyah kürkü andıran genç bıyığını ve bir gülümsemeyle geri kıvrılarak dişlerini gösteren kırmızı ağzını görebiliyordu. Ağabey, çenesini dirgeninin topuzuna dayayarak karşılara baktı. Uzakta hafif, mavi bir yığın halinde Nottingham görünüyordu. Arada, kırlar bir ısı bulutu altında uzanıyor, orada burada kömür madenlerinin dumanları bayrak gibi sallanıyordu. Fakat yakında, tepenin eteğinde, derin çitli ana yolun karşısında, yalnızca ağaçların arasındaki eski kilisenin ve kale çiftliğinin sessizliği vardı. Bu geniş manzara Ge-offrey’yi daha da hasta etti. Aşağıdaki tarlayı geçen yük arabalarına, tepeden aşağı inen büyük bir böceğe benzeyen boş arabaya, bir gemi gibi sarsılarak yukarı gelen yüke, atın eğilen kahverengi başına, güçlükle kalkıp inen kahverengi dizlerine baktı. Geoffrey bu işin çabuk bitmesini istiyordu. “Düşünmedin, değil mi…?” Geoffrey irkildi, içine çekildi ve kardeşinin kahverengi kollarının altında kıpırdayan güzel dudaklarına baktı. “Onun benimle orada olacağını düşünmedin… yoksa beni orada bırakmazdın,” dedi Maurice ve küçük bir kahkaha attı. Geoffrey nefretle kızardı ve ayağını orada, altında kımıldayan, alay eden ağzın üstüne koymak için bir dürtü hissetti. Bir süre sessizlik oldu, sonra Maurice’in garip bir sevinci yansıtan sesi yine duyuldu; kelimeleri adeta tek tek heceleyerek, “leh bin klein, mein Herz ist rein, İst nie, mand d’rin als Christ allein, ”1 dedi.

Maurice kıkırdadı, sonra acı kadar keskin bir anının sancısıyla sarsılarak döndü ve kendini samanların içine bastırdı. “Dualarını Almanca söyleyebiliyor musun?” diyordu boğuk sesiyle. “İstemiyorum,” diye homurdandı Geoffrey. Maurice kıkırdadı. Yüzü tamamen saklıydı ve karanlıkta bir gece önceki deneyimlerini yeniden yaşıyordu. “Onu kulağının altından öpmeye ne dersin, oğlum,” dedi garip ve huzursuz bir sesle. Aşk ile ilk temasından hâlâ şaşkın ve ateşli, kıvrandı. 1 Ben küçüğüm, kalbim temizdir, içimde İsa’dan başka kimse yoktur. Geoffrey’nin yüreği kabardı ve her şey karanlığa gömüldü. Manzarayı göremiyordu. “Göğüsleri tam iki avuç dolusu,” dedi Maurice, alçak ve kışkırtıcı bir ses tonuyla, kendi kendine konuşur gibi. İki kardeş kadınlardan şiddetle çekiniyorlardı ve bu harmana kadar, kadın cinsinin tek temsilcisi anneleri olmuştu; onun dışında herhangi bir kadının yanında dilsiz ve kabaydılar. Üstelik köyde bir yabancı olan gururlu bir anne tarafından yetiştirildikleri için, sıradan kızları küçük görüyorlardı, çünkü onların düzeyi, düzgün İngilizce konuşan ve çok sessiz olan annelerinin altındaydı. Sıradan kızlar yüksek sesle konuşuyorlardı, dilleri de kabaydı. Dolayısıyla bu iki genç adam, bakir ancak azap içinde büyümüşlerdi.

Şimdi Maurice yine Geoffrey’den öndeydi ve ağabey derinden incinmişti. Yaşama eksikliğinden, ilgi eksikliğinden hastalanma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Bahçesi üst tarlanın yanında olan Papaz Evi’ndeki yabancı mürebbiye, çitin üzerinden delikanlılarla konuşmuş ve onları büyülemişti. Geniş krem rengi çiçekleri bahçe yoluna ve tarlaya dökülen büyük bir mürver çalısı vardı. Geoffrey mürver çiçeğinin kokusunu duyduğunda hep irkilir ve ürker, çitin dibinde tırpanla ot biçerken onu o kadar şaşırtmış olan garip yabancı sesi düşünürdü. Bebeklerden.biri aralıktan kaçmış ve Fraulein, Almanca seslenerek çiçeklerin arasından onu izlemişti. Orada, gölgede duran bir adam görünce öyle irkilmişti ki, bir an kıpırdayamamıştı, sonra da adamın yanında duran tırmığa takılmıştı. Geoffrey onun ileri doğru düştüğünü görünce, bir kadın olduğunu unutarak dikkatlice kaldırmış, “Bir yeriniz acıdı mı?” diye sormuştu. O ise bir kahkaha atmış, kollarını göstererek ve kaşlarını çatarak Almanca cevap vermişti. Kolları kötü bir şekilde sıyrılmıştı. “Size bir çoban değneği yaprağı lazım,” demişti Ge-offrey. Kız şaşkın bir ifadeyle kaşlarını çatmıştı. “Bir çoban değneği yaprağı?” diye tekrarlamıştı. Ge-offrey kızın kollarını yeşil yapraklarla ovmuştu.

Şimdi de o, Maurice’den hoşlanmaya başlamıştı. Başta kendisini tercih ediyor gibiydi. Şimdi ise ay ışığında Maurice’le oturmuş ve öpmesine izin vermişti. Geoffrey kavga etmeden, somurtarak acı çekiyordu. Bilinçsizce Papaz Evi’nin bahçesine bakıyordu. İşte oradaydı, altın kahverenginde bir elbise giymişti. Geoffrey şapkasını çıkardı, sağ elini kaldırarak onu selamladı. Kız küçük ve altın rengi görünüyordu, patates sıralarının arasından kayıtsızca el salladı. O ise aynı pozda, şapkası sol elinde, sağ kolu kalkmış, düşünerek durdu kaldı. Kızın selamındaki kayıtsızlıktan Maurice’i beklediğini anlıyordu. Ya kendisi hakkında ne düşünüyordu? Onu neden istemiyordu? Yükü getiren arabacının sesini duyan Maurice kalktı. Geoffrey hâlâ aynı şekilde duruyordu, ama suratı asılmıştı ve yukarı kalkan eli düşünceleriyle ağırlaşmıştı. Maurice tepeye doğru döndü. Gözleri parladı ve güldü. Geoff-rey’nin kolu düştü; seyrediyordu.

“Aslanım!” diye kıkırdadı Maurice. “Onun orada olduğunu bilmiyordum.” Beceriksizce elini salladı. Bu işlerde Geoffrey daha iyiydi. Ağabey kızı seyrediyordu. Kız, evden görülmemek için yolun sonuna, çalıların arasına koştu. Sonra mendilini çılgınca salladı. Maurice manevrayı fark etmedi. Bir çocuğun ağlaması duyuldu. Kız kayboldu, sonra bir kundak taşıyarak tekrar göründü ve yoldan yaklaştı. Orada yükünü bıraktı, tepe yukarı büyük bir dişbudak ağacına koştu, hızla oradaki çiti oluşturan büyük bir yatay çubuğa tırmandı ve dengede durarak, kardeşleri heyecanlandıran yabancı bir tarzda iki eliyle öpücükler gönderdi. Maurice kırmızı mendilini sallayarak yüksek sesle güldü. “Ee, tehlike nedir?” diye bağırdı aşağıdan alaycı bir ses. Maurice şiddetle kızararak olduğu yere yığıldı. “Hiçbir şey!” diye seslendi.

Aşağıdan içten bir kahkaha duyuldu. Yük yaklaştı, bir hışırtıyla yığını yaladı, sonra tekrar takozların üzerine çöktü. İki kardeş dirgenlerini alarak saman kütlesinin üzerinde güçlükle ilerlediler. Biraz sonra kırmızı ve parlak, iri yarı bir adam, yükün tepesine tırmandı. Sonra döndü, kalın kaşlarının altından yamacı gözden geçirdi. Dişbudak ağacının altındaki kızı fark etti. “Ah, demek o,” diye güldü. “Buna benzer bir kuş olduğunu tahmin ettim, ama onu göremedim.” Baba içten, şakacı bir ifadeyle güldü, sonra samanı dir-genlemeye başladı. Yukarıda, yığının üzerindeki Geoffrey, onun gönderdiği koca saman kümelerini alıp Maurice’e savuruyor, o da onları alıyor ve yerleştiriyor, yığını oluşturuyordu. Kuvvetli güneş ışığında üçü, tutkuyla birbirlerine kaynaşmış, sessizlik içinde çalışıyorlardı. Baba ayaklarının altından samanı alırken, bir an yavaşça kımıldıyordu. Ge-offrey, dirgeninin mavi dişleri parıldayarak bekliyordu; kütle yükseliyor, Geoffrey’nin dirgeni altına savruluyor, dirgenler hafifçe çarpışıyor, sonra saman yığınının üzerine fırlatılıyor, Maurice yakalıyor ve akıllıca yerleştiriyordu. Üç erkeğin omuzları birbirinin ardı sıra eğiliyor ve kasılıyordu. Hepsi sırtlarına sıkıca yapışan açık mavi, ağarmış gömlekler giymişti.

Baba makine gibi hareket ediyor, kalın, kamburlaşmış omuzları ağır ağır eğilip kalkıyordu. Geoff-rey ise olanca gücünü harcıyordu. Heybetli omuzları samanı güçlü bir biçimde fırlatıyor ve savuruyordu. “Beni devirmek mi istiyorsun?” diye sordu Maurice öfkeyle. Darbeye karşı kendini kasması gerekiyordu. Üç erkek şiddetle çalışıyorlardı, bir irade onları zorluyormuş gibi. Maurice işte hafif ve hızlıydı, ama aklını kullanması gerekiyordu. Ayrıca samanı uzak uçlara yerleştirmesi gerektiği zaman, belli bir mesafe taşımak zorunda kalıyordu. Geoffrey için bu fazla yavaştı. Genellikle, ağabey samanı mümkün olduğu kadar kardeşinin istediği yere koyardı. Ancak şimdi saman kümelerini yığının ortasına atıyordu. Maurice hızla ve zarafetle yatağın üzerinde yürüyor, fakat iş ona fazla geliyordu. Diğer iki erkek, alıp verme işine dalmış, hızlı bir tempoyla çalışıyorlardı. Geoffrey hâlâ samanı rasgele savuruyordu. Maurice yoğun biçimde terliyor ve kaygılanmaya başlıyordu.

Ara sıra Geoffrey, bir hayvan gibi mekanik bir biçimde koluyla alnını siliyordu. Sonra hoşnutlukla Maurice’in eziyetli durumuna göz atıyor ve bir sonraki kümeyi yakalıyordu. “Nereye fırlattığını sanıyorsun, budala!” diye soludu Maurice, ağabeyi kümeyi yetişemeyeceği bir yere savurunca. “Canımın çektiği yere,” diye cevap verdi Geoffrey. Maurice güçlükle çalışmaya devam etti; artık çok öfkelenmişti. Terin vücudundan aşağı aktığını hissediyordu; damlalar uzun siyah kirpiklerine düşüyor, onu kör ediyordu, öyle ki ikide bir durup öfkeyle gözlerini silmesi gerekiyordu. Esmer boynunda damarlar kabarmıştı. İş yakın zamanda yavaşlamazsa çatlayacağını ya da düşeceğini hissediyordu. Babasının dirgeninin boğuk bir sesle arabanın dibine sürtündüğünü duydu. “İşte, sonuncusu,” diye soludu baba. Geoffrey son hafif kümeyi rasgele savurdu, şapkasını çıkardı ve terini kurularken Maurice’in yatağı düzeltmeye çabalayışını kendinden memnun bir biçimde izledi. “Alt köşen biraz dışarıda değil mi sence?” diyordu babanın sesi aşağıdan. “Artık İçeriye çekmen gerekiyor, öyle değil mi?” “Sonuncu dediğini sanmıştım,” diye seslendi Maurice, somurtarak. “Evet! Öy1 e … Ama ya bu alt köşe?.” Sabırsızlanan Maurice, aldırmadı.

Geoffrey uzun adımlarla yığını aştı ve dirgenini bozuk köşeye batırdı. “Ne… burası mı?” diye bağırdı koca sesiyle. “Evet … biraz gevşek değil mi?” diye geldi rahatsız edici ses. Geoffrey dirgenini çıkıntı yapan köşeye soktu ve ağırlığını sapa vererek itti. Yığının sarsıldığını hissetti. Bütün gücüyle tekrar yüklendi. Kütle sallandı. “Ne karıştırıyorsun, budala!” diye bağırdı Maurice, tiz bir sesle. “Kime budala dediğine dikkat et,” dedi Geoffrey ve tekrar İtmeye hazırlandı. Maurice ileri fırladı ve ağabeyini dirseğiyle kenara İtekledi. Çöken, sallanan saman yığınının üstünde, Geoffrey dengesini kaybedip düştü. Maurice köşeyi yokladı. “Yeterince sağlam,” diye bağırdı öfkeyle. “Evet … peki,” diye geldi babanın teskin edici sesi; “arabayla gidilecek çok yol olduğuna göre sen biraz dinlen şimdi,” diye ekledi düşünceli bir ifadeyle. Geoffrey ayağa kalkmıştı.

“Kimi dürttüğüne dikkat et, sana söylüyorum,” diye ağır bir tehdit savurdu. Maurice çalışmaya devam ederken ekledi, “ve bir daha bana budala demeyeceksin, duyuyor musun?” “Gelecek sefere kadar demem,” diye alay etti Maurice. Yığının üstünde sessizce çalışırken, ağabeyinin somurtkan bir heykel gibi, dirgeninin sapma dayanmış, kırlara bakarak durduğu yere yaklaştı. Maurice’in kalp atışları hızlandı. Çalışmaya devam etti, ta ki dirgeninin bir ucu Geoffrey’nin çizmesinin derisine takılıp, metal keskin bir sesle çınlayıncaya kadar. “Kımıldayacak mısın?’’. diye sordu Maurice tehdit edici bir sesle. Koca kütleden cevap gelmedi. Maurice bir köpek gibi üst dudağını kaldırdı. Sonra dirseğini uzatıp ağabeyini yığının içine İtmeye çalıştı. “Kimi itiyorsun?” diyordu derin, tehlikeli ses. “Seni,” diye cevap verdi Maurice alayla ve iki kardeş, karşı karşıya gelen boğalar gibi kapışmaya başladı; Mauri-ce Geoffrey’yi kımıldatmaya çabalıyor, Geoffrey bütün ağırlığıyla direniyordu. Ayağı sağlam basmayan Maurice biraz sendeledi ve Geoffrey’nin ağırlığı onu takip etti. Yığının kenarından aşağıya kaydı. Geoffrey dudaklarına kadar bembeyaz kesildi ve ayakta durarak dinledi.

Düşme sesini duydu. Sonra üzerini bir karanlık kapladı; yalnızca çakılıp kalmış olduğu için ayakta durabiliyordu. Kıpırdayacak gücü yoktu. Aşağıdan hiçbir ses duyamıyordu; yalnızca uzaktan gelen keskin bir çığlığı belli belirsiz fark etti. Tekrar dinledi. Sonra birden paniğe kapıldı. “Baba!” diye gürledi, heybetli sesiyle: “Baba! Baba!” Vadi bu sesle yankılandı. Yamaçtaki küçük sığırlar başlarını kaldırdı. Aşağı tarladan erkekler koştular; daha yakındaki bir kadın, üst tarladan hızla o yana geliyordu. Geoffrey korkunç bir merakla bekledi. Kızın tuhaf, çılgın gibi bir sesle, “Ahh!” diye bağırdığını duydu. “Ahh!” -ve sonra inler gibi yabancı bir konuşma. Sonra: “Ahh! Öldün mü?” Yığının üstünde küskün gibi dimdik duruyor, aşağı inmeye cesaret edemiyor, samanın içine saklanmaya can atıyordu; ama gizlenmeyecek kadar küskündü. En büyük ağabeyinin, “Ne oldu?” diyerek soluk soluğa geldiğini, sonra rençberin, sonra da babasının geldiklerini duydu. Babası daha yığının köşesini dönmeden: “Ne yaptınız?” diye sordu.

Ve sonra “Ah, ölmüş! Hepsini o yığının üstüne koymamalıydım,” dedi hafif, acı bir sesle. Bir iki dakikalık bir sessizlik oldu, sonra en büyük ağabey Henry canlı bir şekilde: “Ölmemiş … kendine geliyor,” dedi. Geoffrey duydu, ama sevinmedi. Maurice’in ölmüş olmasını yeğlerdi. En azından olay biterdi: Kardeşinin suçlamalarıyla karşılaşmaktan ve annesinin Maurice’in yanma, hasta odasına gittiğini görmekten daha iyiydi. Eğer Maurice ölmüşse, hiçbir açıklama yapmayacaktı, hayır, tek bir sözcük bile ve isterlerse onu asabilirlerdi. Maurice yalnızca yaralandıysa, o zaman herkes bilecekti ve Geoffrey bir daha kimsenin yüzüne bakamayacaktı. Herkes bilirken onların arasından geçmek, daha kötü bir işkence olacaktı. Dayanacağı bir şey istiyordu, kesin bir şey, bu kardeşini öldürmüş olduğunun bilinci bile olsa. Dayanacağı sağlam bir şey olmalıydı, yoksa aklını kaçıracaktı. Öyle yalnızdı ki, oysa her şeyden çok anlayışa ve desteğe ihtiyaç duyuyordu. ber. “Ölmemiş, ölmemiş,” diye geldi yabancı kızın ateşli, tuhaf, şarkı söyler gibi sesi. “Ölmemiş … hayır.” “Biraz konyak gerek ona … dudaklarının rengine bakın,” dedi J-:Ienry’nin kararlı, soğuk sesi.

“Biraz getirebilir misin?” “Ne-e? Getirmek?” Fraulein anlamamıştı. “Konyak,” dedi Henry, açık seçik. “Konyak!” diye tekrarladı kız. “Sen git, Bili,” diye inledi baba. “Tamam, giderim,” diye cevap verdi Bili ve tarladan karşıya koştu. Maurice ölmemişti ve ölmeyecekti. Geoffrey şimdi anlıyordu bunu. Her şeye karşın, en şiddetli cezanın geri alındığına memnundu. Ama kendi hayatının devam edeceğini düşünmekten nefret ediyordu. Artık hep çekinecekti. Maurice gibi kaygısız, cesur olacağı, ürküp çekinmeyeceği zamanı umutla beklemişti. Şimdi artık hep aynı olacak, kabuksuz bir kaplumbağa gibi kendi içine kıvrılacaktı. “Ah! İyileşiyor!” diyordu Fraulein’ın çılgın sesi ve erkekleri şaşırtan, içlerindeki hayvanı uyandıran tuhaf bir sesle ağlamaya başladı. Geoffrey, onun hıçkırıklarının arasında, nefesi geri gelen kardeşinin sabırsız inlemelerini duyunca ürperdi. Rençber koşarak geri döndü; peşinde papaz vardı.

Konyaktan sonra, Maurice yine inleyen, hıçkıran sesler çıkardı. Geoffrey işkence içinde dinledi. Papazın açıklama istediğini duydu. Kaygı yüklü sesler, hep bir ağızdan kısa cümlelerle cevap verdiler. “Öbürüydü,” diye bağırdı Fraulein “Onu aşağıya devirdi -Ha!” Sesi tiz ve kinciydi. “Sanmıyorum,” dedi baba papaza, herkesin işitebileceği ama özel bir tonla, Fraulein, onun İngilizcesini anla-mıyormuş gibi konuşarak. Papaz kötü bir Almancayla çocuklarının mürebbiye-sine seslendi. Kız, papazın anlayamadığı bir biçimde, sel gibi yanıt verdi. Maurice küçük, inleyen, iç çeken sesler çıkarıyordu. “Neren acıyor, oğlum, ha?” diye sordu baba, dokunaklı bir sesle. “Onu biraz yalnız bırakın,” diye geldi Henry’nin soğukkanlı sesi. “Soluğu kesilmiş, en azından.” . “Kemiklerinin kırılıp kırılmadığına baksanız iyi olur,” dedi papaz kaygıyla. “Oracıktaki saman yığınına düştüğüne şükretmeli,” dedi rençber.

“Şu tahtaya takılmış olsaydı fazla şansı olmazdı.” Geoffrey ne zaman aşağı inmeye cesaret edebileceğini merak etti. Kendini yığından baş aşağı atmak gibi delice fikirler geliyordu aklına; kendini bir yok edebilse, emniyette olacaktı. Çılgın gibi, var olmamayı istedi. Hastalıklı bir sıkılganlıkla böyle kendi içine kıvrılmış olarak, hep yalnız, somurtkan ve perişan bir şekilde yaşamak düşüncesi, onu haykırtmaya yeterdi. Maurice’i o yüksek yığından aşağı düşürdüğünü öğrendikleri zaman herkes ne düşünecekti? Aşağıda Maurice’le konuşuyorlardı. Delikanlı kendine gelmiş sayılırdı, zayıf bir sesle de olsa yanıt verebiliyordu. “Ne yapıyordunuz, Tanrı aşkına?” diye sordu baba tatlılıkla. “Bizim Geoffrey’yle oynaşıyor muydunuz?. Peki o nerede?” Geoffrey’nin kalbi duracak gibi oldu. “Bilmiyorum,” dedi Henry, garip, alaycı bir tonla. “Git de bir bak,” diye yalvardı baba, bir oğlu konusunda son derecede rahatlamışken, şimdi diğeri için kaygı duyarak. Geoffrey en büyük ağabeyinin yukarı tırmanıp tiz ve meraklı sesiyle onu sorgulamasına dayanamazdı. Suçlu, azimle ayağını merdivene uzattı. Çivili çizmeleri bir basamak aşağı kaydı.

“Kendine dikkat et,” diye bağırdı telaşlı baba. Geoffrey bir cani gibi merdivenin dibinde durarak kaçamak bakışlarla gruba baktı. Maurice, solgun ve hafifçe sarsılmış, bir saman yığınının üzerinde yatıyordu. Fraulein başının hizasında diz çökmüştü. Papaz delikanlının gömleğinin önünü iyice açmış, kırık kaburga olup olmadığına bakıyorduy Baba öbür tarafta diz çökmüştü; rençber ve Henry kenarda duruyorlardı. “Kırık göremiyorum,” dedi papaz; biraz hayal kırıklığına uğramış gibiydi. “Kırık filan yok,” diye mırıldandı Maurice, gülümseyerek. Baba irkildi. “Ha?” dedi. “Ha?” ve hastanın üzerine eğildi. “Bir şeyim yok diyorum,” diye tekrarladı Maurice. “Ne yapıyordunuz?” diye sordu Henry’nin soğuk, alaycı sesi. Geoffrey başını öteye çevirdi; henüz yüzünü yukarı kaldırmamıştı. “Hiçbir şey,” diye homurdandı hırçın bir tonla. “Ne!” diye haykırdı Fraulein kınayan bir tonla.

“Onu görüyorum … onu deviriyor!” Dirseğiyle sert bir hareket yaptı. Henry alaycı bir biçimde uzun bıyığını kıvırdı. “Yok kızım, asla,” diye gülümsedi Maurice solgun yüzüyle. “Kaydığımda benden epeyce uzaktaydı.” “Oh, ah!” diye bağırdı Fraulein, anlamayarak. “Ya,” diye gülümsedi Maurice hoşgörüyle. “Galiba yanılıyorsun,” dedi baba, biraz dokunaklı bir şekilde, o “yetersiz”miş gibi kıza gülümseyerek. “Ah hayır,” diye bağırdı kız. “Onu görüyorum. ” “Yok, kızım,” diye gülümsedi Maurice yavaşça. Kız Polonyalıydı, adı Paula Jablonovski’ydi. Gençti, yalnızca yirmi yaşındaydı, bir yaban kedisi kadar hızlı ve hafifti, tuhaf, yaban kedisini andıran bir sırıtışı vardı. Saçları san ve hayat doluydu, yüzünün yanlarından diri bukleler halinde dökülüyordu. Güzel mavi gözlerinin kapakları garipti ve bir yaban kedisi gibi önce delici sonra baygın bakıyordu. Slavlarınkine benzeyen elmacık kemikleri vardı ve çok çilliydi.

Solgun, oldukça soğuk bir adam olan papaz belli ki ondan nefret ediyordu. Maurice solgun ve gülümseyerek kucağında yatıyor ve kız bir eş gibi ona yanaşıyordu. İlişkileri hissedilebili-yordu. Maurice şimdi yaralı olduğundan kız her an onu savunmak için vahşice savaşmaya hazırdı. Geoffrey’e bakışları şiddet doluydu. Maurice’in üzerine eğildi ve tuhaf İngilizcesiyle onu okşadı. “Ne istersen söyle,” diye güldü, ona boyun eğerek. “Gidip Margery’ye ne olduğuna baksan iyi olmaz mı?” diye sordu papaz azarlayan bir tonla. “O annesiyle beraber … duydum. Biraz sonra gideceğim,” diye gülümsedi kız soğukça. “Ayağa kalkabilecek misin?” diye sordu baba; hâlâ endişeliydi. “Evet, biraz sonra,” diye gülümsedi Maurice. “Kalkmak istiyor musun?” diye okşadı kız, üzerine eğilip yüzünü onunkine yaklaştırarak. “Acelem yok,” diye cevap verdi Maurice, gülümseyerek. Bu kaza ona garip bir rahatlık, bir otorite vermişti.

Kendini olağanüstü derecede sevinçli hissediyordu. Birdenbire yeni bir güç sahibi olmuştu. “Acelen yok,” diye tekrarladı kız, ne demek istediğini anlayarak. Şefkatle gülümsedi; onun hizmetindeydi. “Bir ay sonra bizden ayrılacak … Bayan lmwood ona daha fazla katlanamıyor,” diye babadan özür diledi papaz yavaşça. “Neden… ” “Vahşi bir şey gibi … itaatsiz ve saygısız.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir