Damon Galgut – Yabancı Bir Odada

Şöyle oluyor. Öğleden sonra, gösterdikleri patikada yola koyuluyor ve çok geçmeden küçük kasabayı geride bırakıyor. Bir saat kadar sonra, kademe kademe denize kadar inen bir düzlüğe yukarıdan bakan, zeytin ağaçları ve gri taşlarla kaplı alçak tepelerin arasına çıkıyor. İçinde, yürürken ve yalnızken hissedebildiği türden yoğun bir mutluluk var. Yol yükselip alçaldıkça çok ötesini görebildiği ya da hiçbir şey göremediği anlar oluyor. Başka birilerini arayıp duruyor ama engin manzara tamamen terk edilmiş gibi. İnsanlığa dair tek belirti arada bir uzaklardan görünen tek tük, minicik evler ve yolun kendi gerçeği. Derken bir noktada, bir tepenin doruğuna ulaşırken, uzaktaki başka birinin silüetini seçiyor. Erkek ya da kadın olabilir, herhangi bir yaşta olabilir, iki yönden birine doğru gidiyor, ona yaklaşıyor ya da uzaklaşıyor olabilir. Yol alçalarak gözden yitinceye kadar izliyor ve bir sonraki bayırın tepesine ulaştığında daha net görebildiği silüetin kendisine doğru geldiğini anlıyor. Bakmıyormuş gibi yaparak birbirlerini izliyorlar şimdi. Yan yana geldiklerinde duruyorlar. Silüet kendi yaşlarında, baştan aşağı siyah giyinmiş bir adama ait. Siyah pantolon ve gömlek, siyah botlar. Sırt çantası bile siyah.


İlk adamın üstünde ne olduğunu bilemiyorum, unutmuşum. Başlarıyla selamlaşarak gülümsüyorlar. Nereden geliyorsun. Miken. Omzunun üzerinden arkasını gösteriyor. Ya sen. Siyahlı adam da, belli belirsiz, katettiği mesafeyi gösteriyor. Nereye gidiyorsun peki. ilk adamın anlayamadığı bir aksanı var, İskandinav ya da Alman. Harabelere. Harabelerin öteki tarafta olduğunu sanıyordum. Evet. O harabeler değil, orayı görmüştüm. 7 Başka harabeler de mi var. Evet.

Ne kadar uzakta. On kilometre sanırım. Öyle dediler. Adam başını sallıyor. Omuzlarına dökülen ipeksi uzun saçlarıyla, suratsız bir güzelliği var. Ortada gülümsenecek bir şey olmadığı halde gülümsüyor. Nerelisin peki. Güney Afrika. Sen. Almanım. Miken’de nerede kalıyorsun. Hostelde. Çok kalabalıktır. Benden başka kimse yok. Sen orada mısın.

Adam başını iki yana sallarken uzun bukleler havada süzülüyor. Bu gece trenle gideceğim. Atina’ya. Bu sohbeti tuhaf bir resmiyet içinde, yolu aralarına alarak sürdürürken, iletişim kurma biçimlerinde tam olarak samimi değillerse de tanışır gibiler. Eskiden, uzun zaman önce tanışmış gibiler. Ama tanışmıyorlar. Harabelerin keyfini çıkar, diyerek gülümsüyor Alman. Güney Afrikalı çıkaracağını söylüyor. Sonra yine başlarıyla selamlaşarak daracık beyaz yolda birbirlerinden yavaşça uzaklaşırlarken arada bir arkalarına bakıyor, sonunda arazinin dalgalanmalarıyla birlikte yükselip alçalan iki minik ve ayrı noktaya dönüşüyorlar yeniden. Harabelere ulaştığında akşam olmasına çok var. Büyük ve belirsiz bir binanın kalıntıları, şu anda ne olduklarını hatırlamıyorum bile, aşılması gereken bir çit vardı, köpek korkusu vardı ama köpekler ortaya çıkmamıştı, kayalarla sütunların ve çıkıntıların arasında sendeleyerek geziniyor, buranın nasıl bir yer olduğunu hayal etmeye çalışıyor, ama tarih hayal edilmeye karşı dirençli. Yükseltilmiş bir taş zeminin kenarına oturup gözlerini çevresindeki tepelere onları görmeden dikiyor ve bu kez geçmişte olanları düşünüyor. Zamanda geriye doğru ona bakarken onun hatırladıklarını hatırlıyorum, ona göre bu sahnenin daha çok içindeyim. Ama belleğin de kendi mesafeleri var, o kısmen bütünüyle ben, kısmense izlediğim bir yabancı. Tekrar kendine geldiğinde, güneş gökyüzünde çoktan alçalmış, dağların gölgeleri düzlük boyunca uzamış.

Mavi serinlikte ağır ağır geri dönüyor. Yıldızlar tepedeki parıltılı yataklara tohumları8 nı bırakıyor, yeryüzü engin, yaşlı ve siyah. Küçük köyün sınırına gelip ıssız anacaddede yürürken akşam yemeği vakti çoktan geçmiş, dükkanlarla lokantalar kepenk ve parmaklıklarla kapatılmış, hiçbir pencerede ışık yok, hostelin açık kapısından giriyor, merdivenleri çıkıyor, koridorlardan, sıra sıra boş ranzalarla dolu odaların önünden geçiyor, hepsi de karanlık ve soğuk, yılın bu zamanında gelen yok, sonra en üstteki en son odaya, çatının ortasındaki, bir düzleme sabitlenmiş beyaz bir küpe benzeyen odaya gidiyor. Artık çok yorgun ve aç, uyumak istiyor. Ama Alman odada onu bekliyor. Elleri dizlerinin arasında, yataklardan birine oturmuş gülümsüyor. Merhaba. İçeri girip kapıyı kapıyor. Ne işin var senin burada. Bu geceki treni kaçırdım. Sabah bir tane daha var. O zamana kadar beklemeye karar verdim. Adama beni senin odana yerleştirmesini söyledim. Onu görüyorum. Sakıncası yok ya.

Sadece şaşırdım, beklemiyordum, hayır, sakıncası yok. Sakıncası yok ama aynı zamanda rahatsız oluyor. Öteki adamın yolculuğunu tren yüzünden değil kendisi yüzünden, yoldaki sohbetleri yüzünden ertelediğini biliyor. Kendi yatağına oturuyor. Bir kez daha karşılıklı gülümsüyorlar. Sen daha ne kadar buradasın. Ben de sabah gidiyorum. Atina’ya mı gideceksin. Hayır. Aksi yöne. Sparta’ya. Miken’i zaten gördün demek. İki gündür buradayım. Haa. Burada, ikisinin de hiç kıpırdamadığı bir sessizlik oluyor.

Bir gün daha kalabilirim. Acelem yok. Sevdim burayı. Alman düşünüyor. Ben de öyle düşünmüştüm. Miken’i görmedim. Görmelisin. Yani kalıyorsun. Evet. Peki. O zaman ben de kalıyorum. Bir günlüğüne. 9 Bu uygulanabilir plandan daha fazlası üstünde anlaşmış gibiler ama bunun tam olarak ne olduğu belirsiz. Saat geç, hava soğuk, küçük oda floresan ışığında kaba ve çirkin. Güney Afrikalı az sonra uyku tulumunun içine giriyor.

Çekingen biri ve normalde soyunarak uyusa da bu gece öyle yapmıyor. Ayakkabılarını, saatini, iki bakır bilekliğini çıkarıyor ve tulumun içine girip sırtüstü uzanıyor. Üstteki ranzanın metal çubuklarına bakarken o güne ait birbirinden bağımsız imgeler görüyor, harabeler, patika, zeytin ağaçlarının kıvrımlı gövdeleri. Alman da yatmaya hazırlanıyor. Uyku tulumunu oturduğu yatağa seriyor. Uyku tulumu da siyah tabii. Bağcıklarını çözüp botlarını çıkarıyor, yan yana yere koyuyor. Belki normalde o da soyunurdu ama bu gece soyunmuyor, normalde ne yapacağını bilebilmek mümkün değil. Saat takmıyor. Siyah çoraplarını çıkarmadan kapıya gidip ışığı söndürdükten sonra usulca dönüp yatağına yatıyor. Yerleşmesi birkaç saniye sürüyor. Güney Afrikalı bir şey söylüyor. Duyamadım. Adın ne. Reiner.

Seninki. Damon. Damon. İyi geceler. İyi geceler, Reiner. İyi geceler. Ertesi gün uyandığında öteki yatak boş ve yandaki duştan suyun tıslama sesi geliyor. Kalkıp dışarı, çatıya çıkıyor. Hava buz gibi, pırıl pırıl ve temiz. Çatının kenarına kadar gidip duvara oturduğunda kasabanın bütün damları, batıdan doğuya uzanan anacadde, bir çayırda minicik görünen atlar olduğu gibi altında. Evinden çok uzakta. Uzun saçlarını havluyla kurulayarak Reiner de çatıya çıkıyor. Üzerinde dün giydiği siyah pantolon var ama gömleği yok, vücudu esmer ve sıkı, gayet biçimli. Güzel olduğunu bilmesi her nasılsa onu çirkinleştiriyor. Güneşte durup kurulandıktan sonra o da gidip duvarın üstüne oturuyor.

Havlu boynunda, tüyleri soğuktan diken diken, su taneleri göğsündeki sert kıllarda metal gibi parlıyor. 10 Bugün ne yapmak istersin. Şu harabelere ne dersin. Harabelere gidiyorlar. Orayı zaten görmüş, dün orada saatler geçirmişti, ama o kalın duvarlarla temellere, surlarla yüksek kubbelere, bir kademeden diğerine aynı sabit hızla, uzun bedenini dimdik tutarak yürürken ifadesi hiç değişmeyen Reiner’in gözlerinden bakıyor şimdi. Beklemek için bir kayanın üstüne oturuyor ve Reiner yanına çömeliyor. Bana burayı anlatsana, diyor. Gerçeklere dair fazla bir bilgim yok, daha çok mitolojiyle ilgiliyim. Öyleyse onu anlat. Hatırladığı kadarını, kadının tek başına kocasının Truva’daki uzun savaştan dönmesini bekleyişini, öldürülen kızının acısıyla intikam planları kuruşunu, intikamı acıdan daha çok ateşleyen bir şey olmadığını, bunun tarih tarafından tekrar tekrar öğretilen bir ders olduğunu, kadının öfkesinin kendi acıları ve intikam planları olan sevgilisinin öfkesiyle birleştiğini, sonunda Agamemnon’un dönüşünü, yanında esir aldığı cariyesini, geleceğin neler getireceğini görebilen ama bunu engellemek için hiçbir şey yapamayan o kadın kahini de getirişini anlatıyor. Saraya karısının önüne serdiği parlak renkli halının üzerinde yürüyerek ve on yıllık kuşatmayı peşinde sürükleyerek girişini, peşinden Kassandra’nın gelişini, içeride ikisinin de katledilişini. Agamemnon banyodayken öldürülüyor, bu imge her nedense en canlı ve gerçek olanı, koca adamın balta darbeleriyle devrilişi, etrafa kanlar saçarak kan kırmızı suların içine çırılçıplak yığılışı, şiddeti hayal etmek hep çok kolayken güzel şeyler neden benim için hep sözcüklerde kilitli. Daha bu hikayenin sonunda bir sonraki acı ve intikam döngüsü kaçınılmaz, yani sonraki hikaye başlamak zorunda. Peki gerçek mi bu, diyor Reiner. Nasıl yani.

Gerçekten olmuş mu. Hayır, hayır, efsane, ama her efsanede bir gerçeklik vardır. Peki buradaki gerçeklik ne. Bilmem, burası var işte, uzun zaman boyunca olmadığı düşünülmüş, en başta bu gerçek. Ben efsanelerle pek ilgili değilim, diyor Reiner, haydi şuraya tırmanalım. Harabelerin arkasındaki dağı kastediyor. Şuraya mı. Evet. Neden.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir