Danielle L. Jensen – Cadi Avi

Kendimi, o istemese bile beni tutacağına güvendiğim Julian’ın kollarına bıraktığımda, salonda yankılanan sesim gittikçe azalarak duyulmaz oldu. Yanağımı yasladığım sahne zemini pürüzsüz ve serindi. Yüzlerce vücudun tıkıştığı bu yerde bana sağladığı rahatlığa şükrettim. Sığ nefesler almaya çalıştım, ölü taklidi yaparken burnuma gelen aşırı parfüm ve yetersiz yapılan banyo kokularına aldırmadan. Julien’in sesi benimkinin yerini aldı, yaktığı ağıt kulaklarımda ve tiyatronun içinde yankılandı. Ben ise pek dinlemiyordum, dikkatimi bir başkasının tamamen gerçek olan kederi dağıtıyordu. Şu an ulaşılamaz olan birisinin. Seyirciler bir alkış tufanı kopardı. Biri, “Bravo!” diye bağırdı. Sahneye atılan bir çiçek yanağımı sıyırıp geçerken neredeyse gülümseyecektim. Perde inip ister istemez gözlerimi açtığımda perdelerin kızıl kadifesi beni nahoş bir gerçekliğe geri çekti. “Bu gece dikkatin dağınık gibi,” dedi Julian beni kabaca ayağa kaldırırken. “Ve ancak sol çizmem kadar duygusal. Onun bundan hoşlanmayacağını biliyorsun.” “Biliyorum,” diye mırıldandım kostümümü düzeltirken.


“Dün gece biraz geç yattım.” “Şok edici.” Julian gözlerini devirdi. “Kendini şehrin tüm zengin kadın ve erkeklerine sevdirmek yorucu iş.” Tekrar elimi tuttu ve set ekibine başıyla işaret etti. Perde tekrar yükselirken ikimiz de yüzümüze bir gülümseme yerleştirdik. Seyirciler, “Cecile! Cecile!” diye bağırıyordu. Ortaya el sallayıp eğilerek selam vermeden önce karşımdaki suratlar denizine bir öpücük yolladım. Tekrar sahnenin önüne çıkmadan diğer oyuncuların da selam vermesi için geriye çekildik. Julian kalabalığın destekleyen çığlıkları içinde diz çöktü ve eldivenli elime bir öpücük kondurdu. Ardından perde son kez indi. Perde yere değer değmez elini benimkinden bir hışımla çekip doğruldu. “En kötü performansında bile hâlâ senin adını haykırıyor olmaları komik,” dedi, yakışıklı yüzü öfkeyle kararmıştı. “Bana sanki senin sahne dekorlarından biriymişim gibi davranıyorlar.” “Bunun doğru olmadığını biliyorsun,” dedim.

“Yüzlerce hayranın var. Bütün erkekler seni kıskanıyor, bütün kadınlar da kollarındakinin kendileri olmasını diliyorlar.” “Basmakalıp sözlerine ihtiyacım yok.” Omuz silkip ona arkamı döndüm ve kulise yürüdüm. Tri-anon’a varalı iki, Trollus’tan dramatik bir şekilde ayrılalı ise üç ay olmuştu ama iyi olduğunu düşündüğüm bir plana sahip olsam bile hâlâ Anushka’yı bulmaya yaklaşmış değildim. Julian’ın kıskançlıkları dertlerimin arasında en önemsiziydi. Sahne arkasında alışık olduğumuz kaotik düzen sürmeye devam ediyordu. Tek fark oyunun sona ermesinin şarap tüketimini artırmış olmasıydı. Yan çıplak koro kızları saçlarını, başlarını düzelterek Julian’ın başında duruyorlardı, iç içe geçmiş zar zor anlaşılır laflarla performansına övgüler yağdırıyorlardı. Bundan memnundum – hak ettiği kadar ilgi görmüyordu. Beni ise görmezden geldiler, bu da iyiydi, çünkü tek istediğim bu geceki işimin bitmesiydi. Gözlerim soyunma odamda, oyuncuların arasından ilerlerken adımın seslenildiğini duyup durdum. “Cecile!” Yavaşça topuklarımın üzerinde döndüm ve annem odanın ortasında ilerlerken açılan kalabalığı izledim. Yanaklarımdan sertçe öptü ve bana sıkıca sarıldı. Parmakları babaannemim sakatlığımı tedavi etmek için açtığı uzun ve mor yara izinin içine battı.

“Kesinlikle berbat bir performanstı,” diye fısıldadı kulağıma sıcak nefesiyle. “Bu akşamki kalabalıkta zevk sahibi birinin olmamasına şükret.” “Tabii ki yoktu,” diye geri fısıldadım. “Eğer olsaydı sahneye çıkan sen olurdun.” “Bu kadar umursamaz olmasan minnettar kalacağım bir durum olurdu.” Kendini geri çekti. “Bu gece muhteşem değil miydi!” diye odaya seslendi. “Doğal bir yetenek. Dünyaya böyle bir ses daha gelmemiştir.” Herkes mırıldanarak katıldı, hatta bazıları alkışladı bile. Annem gözlerinden ışıltılar saçarak baktı onlara. Yüzü mosmor olana kadar beni eleştirebilirdi ama başkasının aleyhimde tek bir kelime etmesine bile izin vermezdi. “Hakikaten evet, aferin Cecile!” Bir adamın sesi dikkatimi çekti ve annemin arkasına baktığımda odada yürüyen Marquis’yi gördüm. Düz bir adamdı, genelde annemi koluna takıyor olmasını saymazsak ancak gri renk boya kadar dikkat çekici ve akılda kalıcıydı. Reverans yaptım.

“Teşekkür ederim lordum.” Koro kızlarını süzerken eliyle de doğrulmamı işaret etti. “Harika bir performanstı tatlım. Eğer Genevieve yânımda oturuyor olmasaydı sahnedekinin o olduğuna yemin edebilirdim.” Annemim yüzü gerginleşti, benimki de sarardı. “Çok kibarsınız.” Konuşmadan birbirimize bakıp durduğumuz rahatsızlık verecek kadar uzun bir süre geçti. “Artık gitsek iyi olur,” dedi sonunda annem sesinde kulak tırmalayan bir neşeyle. “Geç bile kaldık. Cecile, tatlım, bu gece eve gelmeyeceğim. Beni bekleme.” Başımı evet anlamında sallayıp Marquis’in anneme arka çıkışa kadar eşlik etmesini izledim. Adamın annemle babamın evliliğini bilip bilmediğini ve biliyorsa bile umurunda olup olmadığını merak ettim. Yıllardır annemin hamisi olmuştu ama Trianon’a gelene kadar onun varlığından bile haberim yoktu. Artık bu gerçek ailemden mi saklanmıştı yoksa ailem mi benden bu gerçeği saklamıştı, bilmiyordum.

İçimi çekerek soyunma odama gidip kapıyı arkamdan sıkıca kapattım. Aynanın karşına oturup elimdeki eldivenleri yavaşça çıkardım ve bileklerimdeki ip yaralarını kapatmak için kullandığım iki parça danteli aldım. Dövmemdeki gümüş mum ışığında parıldayınca omuzlarım düştü. Bir insan en fazla ne kadar işkenceye dayanabilirdi? Zihnimin gerisinde düğümlenmiş bir acı artık kendine sürekli bir yer edinmişti. Hiç bitmeyen korku ve nefretle körüklenmiş bir acı. Trianon’da güvende olabilmem için Tristan’ın Trollus’ta çektiği azapların bir hatırlatıcısı. “Cecile?” Gelenin Sabine olduğunu fark etmeyince içgüdüsel olarak döndüm ve ip yaralarımı ellerimle örttüm. Yüzümü görünce kaşlarını çattı, kapıyı arkasından kapatıp yanıma geldi. En eski ve en sevgili dostum Sabine, ailesinin tüm karşı çıkışlarına rağmen benimle Trianon’a gelmek konusunda ısrar etmişti. Her zaman yetenekli bir dikişçi olmuştu ve saçla makyajdan da anlıyordu. Dolayısıyla onu kostümcüm olarak işe almaları için kumpanyayı ikna etmem çok da zor olmamıştı. Ben iyileşirken ailem Oyuk’taki herkese Trianon’a gitmekten ürküp Ada’nm güney ucundaki Courville’ye kaçtığımı söylemişti. Ama sırrımı Sabine’den saklamak asla bir seçenek olmamıştı. Yokluğumda yaşadıklarını göz önüne alınca onu bunca acıya sahne korkum yüzünden katlandığına inandırmak affedilemez olurdu. “O kadar da kötü değildin,” dedi elindeki bezi soğuk kreme batırıp makyajımı silmeye hazırlanırken.

Altın kolyemi boynuma taktı. “Aslında, kötü bile değildin. Sadece en iyi performanslarından biri değildi. Bu koşullarda da olması beklenemezdi zaten.” Başımla onayladım. İkimiz de canımı sıkanın annemin sözleri olmadığını biliyorduk. “Ve Genevieve, aksini söyleyecek kadar yaşlı bir cadı.” Görünüşe göre annemin fisıltılı eleştirileri pek de etraftan duyulmamış değildi. “Benim için en iyisini istiyor,” dedim, neden onu savunma ihtiyacı duyduğumu bilmeden. Vazgeçemediğim bir çocukluk alışkanlığıydı. “Tabii ki öyle düşünürsün, sonuçta kızısın, ama…” Sabine duraksadı, kahverengi gözleri aynadaki yansımamızda benimkileri aradı. “Herkes seni kıskandığım biliyor. Senin yıldızın parlarken onunki sönüyor.” Gülümsedi. “Sahnede Julian’ın aşkını senin oynaman daha iyi gözüküyor.

Genevieve onun annesi olacak yaşta, seyirciler de, anlarsın ya, kör değiller.” “Hâlâ benden daha iyi.” Gülümsemesi yüzünden silindi. “Sadece tutkun onun başına gelenler yüzünden çalındığı için.” Asla Tristan’m adını söylemezdi. “Eğer eskisi gibi şarkı söyleseydin…” Lisanmışçasına nefes alıp verdi. “Bunun için çok çalıştın, Cecile ve bu işi sevdiğini de biliyorum. Bir yaratık uğruna hayatını fırlatıp atman beni sinirlendiriyor.” Bu tartışmayı ilk yaptığımızda çok kızmıştım, dişlerimi çıkarıp pençelerimi göstererek Tristan’ı ve verdiğim kararları sonuna kadar savunmuştum. Ama zamanla olayları Sa-bine’nin bakış açısından görmeye başladım. Onun aklında kalanlar hep kötü kısımlardı ve her şeyi bir yana bırakıp beni esir tutanları kurtarmaya çalışmama anlam veremiyordu. “Yardım etmeye çalıştığım sadece o değil.” Aklımdan isimler geçti. Bana güvenen yüzler belirdi. Tristan, Marc, Victoria, Vincent… “Belki değil.

Ama seni değiştiren o.” Sesinin tınısı ve yüzünün hali dönüp ona bakmama neden oldu. “Bu kadını onlar için kovalıyor olabilirsin ama hayatını yaşamaktan vazgeçmen onun yüzünden.” Sabine eğildi ve ellerimi avuçlarına aldı. “Ona âşık olduğun için şarkı söyleme tutkunu kaybettin ve dilerim ki…” Gözleri ellerime kenetlenmiş halde duraksadı. Niyetinin iyi olduğunu biliyordum ama artık tercihlerimi savunmaktan bezmiştim. “Sırf sahnede daha iyi olayım diye onu sevmekten vazgeçmeyeceğim,” diye parlayıp ellerimi ellerinden çektim. Daha bir saniye geçmeden de sert çıkışımdan dolayı pişman oldum. “Özür dilerim. Sadece bu yola baş koymuş olmamı kabul etmeni dilerdim.” “Biliyorum.” Ayağa kalktı. “Sadece mutluluğu bulman için yapabileceğim daha fazla şey olmasını dilerdim.” Mutluluğu bulmak…Cadıyı bulmak değil. Sabine, Anush-ka’yı bulma planımın vazgeçilmez bir parçası olmuştu – dedikodu ve bilgi ortaya toplamakta üstüne yoktu – ama bunu yapmaktan haz almadığını da açık şekilde belirtmişti.

“Kulaklarını açık tutman benim için yeterli.” Elini yakalayıp öptüm. “Ve de beni tarz giyindirmen.” Uzun uzun bakıştık, ikimiz de aramızdaki bu yeni ve ilginç uyumsuzluğun farkındaydık ve bunun olamadığı günleri özlüyorduk. “Bu gece bizimle gel,” dedi kelimeler ağzından son bir rica gibi dökülürken. “Sadece bir kerecik, trolleri unutup biz ikinci sınıf canlılarla birlikte olamaz mısın? Pigalle’ye fal baktırmaya gidiyoruz. Dansçılardan biri katılımcılardan birinden orada avucuna bakıp geleceğini gören bir kadın olduğunu duymuş.” “Zar zor kazandığım paramı bir dolandırıcının eline bırakacak değilim,” dedim sesimi yumuşatmaya çalışarak. “Ama eğer kızıl saçlı, mavi gözlüyse ve yaşına göre oldukça bilge görünüyorsa bana haber ver.” Keşke bu kadar kolay olsaydı… Herkes fuayeye geçene ya da tiyatrodan çıkana kadar soyunma odamda oyalandım. Katılımcıları eğlendirecek havada değildim ve dahası, Anushka’yı zengin bir soylunun yanında opera gecelerinde bulacağımı sanmaktan vazgeçmiştim. Ya da partilerde. Ya da özel sergilerde. Tüm bu çabalarımın bana kazandırdığı yüzlerce hayran ve erkekleri oyalamakta edindiğim nam olmuştu. Yeni bir taktiğe ihtiyacım vardı, hem de hemen.

Pelerinimin kukuletasını başıma geçirip tiyatronun arka girişine doğrulan merdivenlerden acele acele indim. “Yeterince beklettin.” Chris gölgelerin arasından belirirken gülümsedim. Üzerinde iş kıyafetleri vardı, çizmeleri çamur ve gübreyle kaplıydı. “Oyalanmak yasaktır,” dedim kimsenin dikkate almadığı tabelayı göstererek. “Oyalanmıyordum, bekliyordum,” diye terslendi. “Bütün aylaklar öyle der.” Basamaklardan aşağı atlayıp yanma indim. “Elinde bir şey var mı?” Sabine onu peşine yolladığım kadınların geçmişlerini araştırmakla meşgulken Chris de Kral Naibi’nin cadı avcılarından biriymişçesine azimle büyüyle alakalı fısıltıların peşindeydi. Başıyla onayladı. Gölgelere doğru bir adım atıp elindeki boynunda örülmüş otlardan bir kolye olan kıvrımlı heykeli uzattı. “Dur tahmin edeyim,” dedim. “Doğurganlık muskası.” “Yastığımızın altına koy ve bana boy boy erkek çocuk ver,” dedi, sesindeki tını Trianon’a ilk geldiğimizde var olan beklentili halden çok, buruk bir hal almıştı. Biraz inceleyip kafamı salladım.

“Başka bir şey?” Bana dallardan örülmüş bir bilezik uzattı. “Kadın buna cadı bitiren dedi. Üvez ağacından yapılmış. Eğer takarsan bir cadı senin üzerine büyü yollayamazmış.” Garip şeye bakıp somurttum, sonra da onu cebime attım. Ne kadar saçma. “Sana ne kadara mal oldu?” Bana tutarı söyledi. Cebimden paraları çıkarırken irkildim. Şimdiye kadarki maaşlarımın yarısından fazlasını bu tarz iksir ve incik boncuklara harcamıştım ve henüz garip ıvır zıvırlardan oluşan bir koleksiyondan başka elime geçen olmamıştı. Keşfettiğimiz birkaç gerçek cadı, kızıl saçlı cadı ve lanetler hakkında bir şey bilmiyordu ve hiçbiri bana büyü dersleri vermeyi kabul etmemişti. “Sen yeni bir şey buldun mu?” diye sordu. Kafamı salladım. “Ona uzaktan yakından benzeyen kimse yok. Bilinmeyen ya da kuşkulu bir geçmişe sahip kimse yok. Açıklanamaz bir şekilde beş yüz yıldır sosyetenin içinde yaşayan kimse de yok.

” Chris iç çekti. “Seni eve bırakayım.” Sokağı aydınlatan gaz lambalarının altın parıltısından karanlığa gire çıka yolumuza devam ettik. Annemin konağına çıkan caddenin önüne geldiğimizde ise durdum. Biraz değişikliğe ihtiyacım vardı. “Hadi Papağan’a gidip Fred orada mı diye bakalım.” Chris şaşırmış gibi göründü ama birlikte abimin en sevdiği mekâna doğru ilerlerken itiraz etmedi. Dışarıda kavga edenlerin etrafından dolanıp kalabalık barın içine girdik. Neredeyse ortamdaki herkes bir tür askerdi – benim gibi saray sanatçılarının bulunduğu bir mekân değildi – ama herkes Frederic de Troyes’in küçük kız kardeşi olduğumu biliyordu ve burada kimse canımı sıkmazdı. “Cecile! Christophe!” diye bağırdı Fred bizi görünce. Kolunu doladığı barmen kızı bize bira ısmarlayana ve sürahileri elimize tutuşturana dek bıraktı. Kıza anlatmakta olduğu hikâyeye devam etti, bitirince de gözlerini bana tekrar dikti. “İşletmeci beni kovmadan seni işinin başına geri yollasam iyi olacak,” dedi kıza, içki servisine devam etmeye dönmesini bekledikten sonra da ekledi, “Berbat görünüyorsun Cecile. Şu an evde, yatakta olmalısın.” Yüzümü ekşittim, ev diyerek annemin konağından değil, Oyuk’tan bahsettiğini biliyordum.

Abim Sabine’den daha da beterdi, çünkü sadece Anushka’nın peşinde olmama değil, Trianon’da bulunmama da sert bir şekilde karşıydı. “Başlama.” içkisini bar tezgâhına sertçe vurup bana sürtünerek geçen bir grup adama sert sert baktı. Hareketlerinden okunan gerginlik olay çıkartmak için sebep aradığını söylüyordu. Herhangi bir neden. Bu aralar her şeye sinirliydi. Anneme, bana, dünyaya. “Nasıl olsa konuştuğum tek bir sözü bile dinlemeyeceksin,” diye homurdandı. “O yüzden gidip bildiğini okusan da olur.” Chris dirseğimden tutup beni arkadaki masalardan birine doğru sürükledi. “Fred sadece seni korumak istiyor Cecile,” dedi. “Olanlar için kendini suçluyor. Senin yanında olamadığı için.” “Biliyorum.” Hikâyemi ilk duyduğunda tepkisi Trollus ve içinde yaşayan herkesi yakıp kül edeceğine dair yemin etmek olmuştu ve benim tam tersini planladığımı öğrendiğinde aramızda çıkan tartışma büyük ihtimalle üç çiftlik öteden bile duyulmuştu.

Kararımı duyduğunda sadece karşı çıkmakla kalmamış, anlamamıştı da. Bu da Fred’i sinirlendirdi. Gerçi bu aralar onu sinirlendirmek için pek fazla bir şey yapmaya gerek yoktu ve bu durumun trollerle alakası olmadığını biliyordum. Ben ortadan kaybolmadan çok önce bir şeyler olmuştu. O Trianon’a ilk geldiğinde gerçekleşen şeyler. Annemizle alakalı bir şeyler. Ondan nefret ederdi ve Trianon’a gelip annemin yanında yaşayıp çalışmaya başlayınca beni bir hain olarak gördüğünü düşünüyordum.” Yapış yapış masada oturup abim ve dünya hakkında aklımda ne varsa silmesini dileyerek biramı içmeye devam ettim. ‘Yavaş ol,” dedi Chris, kendi içkisini daha ölçülü bir hızla içerek. “Anladığım kadarıyla bir şeyler olmuş çünkü bu abi-nin alışıldık huysuzluklarından biri değil.” “Hayır.” Kızlardan birine içkimi tazelemesi için işaret ettim. “Hiçbir şey olmadı, sorun da burada zaten.” Birkaç büyük yudum aldım. “Anushka’yı bulmak için hiçbir ilerleme kaydetmediğim bir gün daha.

Ben sahnede hayranlanma şarkılar söylerken Tristan’ın kim bilir ne acılar çektiği bir gün daha. Bundan nefret ediyorum.” “Trianon’da kalmaya gücünün yetmesi için tek yol bu. Ayrıca, sahneye çıkmaktan hoşlandığını sanıyordum.” Gözlerimi sıkıca yumdum ve başımla onayladım. “Ama almamalıyım.” “Cecile.” Chris masanın diğer tarafından uzanıp bardağımı tutmaya çalıştı ama elinden kurtarıp kafama diktim. Yüzünü ekşitti. “Senden kendi uğruna aldığın her nefesi eziyete dönüştürmeni istemediğini biliyorsun.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir