Danielle Steel – Mucevherler

Popey’e Hayatta sadece tek gerçek aşk vardır, o oluşur, o büyür ve o sonsuza kadar sürer… Yaşamda… ölümde… Daima beraber… Tatlı sevgilim, sen benimsin. Benim, tek sevgilim… Sonsuza kadar. Tüm kalbimle, SARAH huzurlu bir şekilde penceresinden dışan bakarken, parlak yaz güneşinin aydınlattığı hava öylesine durgundu ki, kilometrelerce uzaklıktaki sesler bile duyuluyordu. Arazi mükemmel bir şekilde işlenmiş, bahçeler, Versailles sarayınınki gibi, Le Nötre tarafından gerçekleştirilmişti ve Meuze Şatosu’nun bu yeşil alanının çevresini yüksek ağaçlar sarmıştı. Şatonun kendisi dört yüz yıllıktı ve Whitfield Düşesi Sarah elli iki yıldan beri burada yaşamaktaydı. Buraya daha henüz küçücük bir kızken William’la gelmişti ve şimdi kâhyanın iki köpeğinin birbirlerini kovalamalarını izlerken, bunu anımsayıp gülümsedi. Bu iki küçük çoban köpeğinin Max’m ne kadar hoşuna gideceğini düşününce, gülümsemesi daha da arttı. Burada oturup, bu hale getirmek için çok çalıştıkları bu topraklan izlemek ona her zaman huzur veriyordu. Savaşın umutsuzluğunu, sonsuz açlığı, ürün vermeyen tarlaları hatırlamak çok kolaydı. Oysa o günlerde her şey ne kadar zor, ne kadar farklıydı. Ve, ne tuhaftı ki, elli yıl geçmiş olmasına rağmen ona o kadar uzak gelmiyordu. Ellerine ve her zaman taktığı iki büyük zümrüt yüzüğe baktı. Yaşlı bir kadın elleri görmek onu hâlâ şaşırtıyordu. Bu eller hâlâ güzel, asil ve Tann’ya şükür, yararlıydılar ama yetmiş beş yaşında bir kadının elleriydiler. İyi ve uzun bir yaşamı olmuştu.


Bazen düşünüyordu da, Willi-am’sız yaşamı oldukça uzun sürmüştü ama yine de her zaman görülecek, düşünülecek ve planlanılacak bir sürü yeni şey vardı. Yaşadığı yıllar için teşekkür borçluydu ama yine de herşey tamamlanmış gibi bir duyguya kapılmıyordu, insanın önünde hep beklenmedik bir yol, düşünülmedik bir olay ya da onun ilgisini gerektirebilecek durumlar olabiliyordu. Ona hâlâ gereksinim duyduklarını düşünmek garipti, çünkü ona sandıklarından daha az gereksinimleri vardı ama yine de zaman zaman ona başvurup, kendisini önemli ve hâlâ yararlı hissetmesini sağlıyorlardı. Ve tabii onların çocukları da vardı. Onlan düşününce gülümsedi ve pencereden bakmaya devam ederek ayağa kalktı. Onların geldiğini olduğu yerden görebiliyordu. Gülümseyen ya da kahkaha atan, arabadan inerken beklenti içinde onun penceresine bakan yüzlerini görebiliyordu. Sanki onun her zaman pencerede onları beklediğini biliyorlar gibiydi. Onların geleceği öğleden sonra yapacağı her ne işi olursa olsun, üst kattaki o şık ve küçük odasına çıkıp onlar gelene kadar oyalanırdı. Onların yüzlerini görüp, hikayelerini ya da dertlerini dinlemek, bunca yıl sonra bile heyecan vericiydi. Onlan her zamanki gibi seviyor ve endişe duyuyordu. Sanki her biri, Willi-am’la paylaştığı o büyük aşkın birer parçalarıydılar. O ne muhteşem bir erkekti. Hiçbir fanteziye ya da rüyaya sığmayacak kadar büyüktü. Savaştan sonra bile, onu tanıyan herkesin hatırladığı, sevdiği biriydi.

Sarah yavaş adımlarla pencerenin yanından ayrıldı ve soğuk kış öğleden sonraları önünde oturup düşündüğü, notlar yazdığı ve hatta çocuklarından birine mektup yazdığı mermer şöminenin önünden geçti. Onlarla Paris, Londra, Roma, Münih ve Madrid’den sürekli olarak telefonla görüşüyordu ama yine de mektup yazma3n çok seviyordu. Yıllar önce Venedik’te bulduğu eski ve solmuş ama mükemmel bir el işçiliği sergileyen brokar masa örtüsüne baktı ve masanın üzerindeki çerçeveli fotoğraflara hafifçe dokunup, daha iyi görebilmek için eline aldı. Birden aklına düğün günü geldi. Fotoğraftaki o anı ne kadar iyi hatırlıyordu. William birinin söylediği bir şeye gülerken, kendisi başını kaldırmış, ürkek bir ifadeyle ona bakıyordu. O gün öylesine mutluydu ki, bundan adeta korku duymaya başlamıştı. Bej rengi saten ve dantel karışımı bir elbise giymiş, başına yine bej dantelden çok şık bir şapka takmış, eline de çay renkli küçük orkideler almıştı. Ailesinin evinde, en sevdiği dostlarının katıldığı küçük bir törenle evlenmişlerdi. Sade ama son derece şık resepsiyona yüz kadar arkadaş katılmıştı. Bu kez nedimeler, teşrifatçılar ya da büyük bir düğün partisi yoktu. Yanında yalnızca mavi bir saten elbise giymiş ve Lily Dache tarafından yapılmış çarpıcı bir şapka takmış olan ablası vardı. Anneleri zümrüt yeşili kısa bir elbise giymişti. Sarah bunu hatırlayarak gülümsedL. annesinin elbisesinin rengi, kendi zümrüt yüzüklerîyle aynı renkteydi.

Annesi onun sürdürdüğü hayatı görebilecek kadar yaşasaydı ne kadar mutlu olurdu. Masanın üzerinde başka fotoğraflar da vardı. Çocukların küçüklük fotoğrafları… ilk köpeğiyle birlikte Julian… Eton’a ilk girdiğinde son derece büyük görünen ama ancak sekiz dokuz yaşlarında olan Phillip. Ve Isabelle genç kızlık döneminde Güney Fransa’dayken… ve hepsi ilk doğdukları gün Sarah’ın kucağında. William bu fotoğrafları her zaman kendisi çeker, Sarah ve yeni doğan her bebeğe bakarken gözlerinde biriken yaşlan belli etmemeye çalışırdı. Ve Elizabeth… sararmış fotoğrafta Phillip’in yanında ne kadar da küçük. Sarah’nın gözleri yaşla dolau. Tüm yaşamı şimdiye kadar çok güzel ve dopdolu geçmişti ama her zaman kolay olduğu söylenemezdi. Orada durup fotoğraflara uzun uzun baktı, onlara dokundu, düşündü, anılara gülümsedi ama çok acı olanlara yaklaşmamaya çalıştı. İçini çekerek oradan uzaklaştı ve yine penceresinin önüne döndü. Son derece asil bir görünümü vardı. Boyu uzun, sırtı dik, azimli. Başını bir balerinin gurur ve zarafetiyle taşıyordu. Bir zamanlar simsiyah parlayan saçları şündi kar beyazına dönüşmüştü ama iri yeşil gözleri yine zümrütler gibi kopkoyu bakıyordu. Çocuklarının içinde bir tek Isa-belle’in gözleri yeşildi ama onunkiler bile o kadar koyu ve derin değildiler.

Hiçbiri onun gücüne, dayanıklılığına, kararlılığına ve yasam mücadelesine sahip değildi. Onların hayatları daha kolay geçmişti ve bunun için Tanrıya şükran duyuyordu. Ama bazen onlara gerektiğinden fazla ilgi gösterdiğini ve bu yüzden yeterince güçlü olmadıklarını fazla ilgi gösterdiğini ve bu yüzden yeterince güçlü olmadıklarını düşünüp endişe duyuyordu. Gerçi kimse Phillip, Julian, Xavier ve hatta Isabeîle için zayıf diyemezdi ama yine de Sarah’mn o olağanüstü ruh gücüne sahip değillerdi. Sarah bir salona girdiğinde bunu çevresine yayıyordu ve insanlar, sevseler de sevmeseler de ona saygı duymak zorunda kalıyorlardı. William da ona benziyordu ama Sarah’a göre daha dışa dönüktü. Sarah, William’m yanında olmadığı zamanlarda hep sessiz ve suskun kalırdı. Onun içindeki güzellikleri dışan çıkarmayı bilen tek kişi William’di. Sık sık söylediği gibi, William ona her şeyi vermişti. İlgi duyduğu, sevdiği ya da ihtiyacı olan her şeyi. Yeşil çimenlere bakıp, her şeyin nasıl başladığını hatırladı ve gülümsedi. Sanki her şey başlayalı yalnızca birkaç saat ya da gün geçmiş gibiydi. Yarın yetmiş beş yaşını bitireceğine inanmak olanaksızdı. Çocukları ve torunları doğum gününü kutlamak için oraya geliyorlardı. Ertesi gün de bir sürü önemli ve renkli kişilerle bir kutlama 10 j’apılacaktı.

Bu doğum günü partisi ona hâlâ aptalca geliyordu ama çocuklar çok ısrar etmişlerdi. Julian her şeyi düzenlemişti. Phillip ise Londra’dan defalarca arayıp, hazırlıkların nasıl gittiğini sorup durmuştu. Ve Xavier, Botswana ya da Brezilya, her nerede olursa olsun mutlaka geleceğine dair yemin etmişti. Ve şimdi pencerenin önünde durmuş, hafif bir heyecan içinde onların gelmelerini bekliyordu. Eski ama mükemmel bir kesime sahip siyah bir Chanel elbise giymiş, görenlerin nefesini kesen ve neredeyse her an taktığı inci kolyesini takmıştı. Bu incilere savaştan beri sahipti ve bugünün parasıyla iki milyon dolardan fazla ederlerdi. Ama Sarah bunu hiç düşünmezdi, onları yalnızca sevdiği, kendisine ait oldukları ve William istediği için takardı. “Whitfield Düşesinin böyle incileri olmalı, sevgilim.” Sarah onları bahçede çalışırken giydiği eski bir kazağın üzerine ilk taktığında, William onunla alay etmişti. “Anneminkiler bunların yanında çok önemsiz kalıyor,” demişti ve birbirlerine sarılıp öpüşmüşlerdi. Sarah Whitfield güzel şeylere ve harika bir yaşama sahipti. Ve gerçek anlamda olağanüstü bir insandı. Sonunda sıkılıp başını pencereden çevirdiğinde ilk arabanın sesini duydu. Siyah Rolls-Royce limuzinin pencereleri öylesine koyuydu ki, içinde kim olduğunu göre-miyordu.

Ama biliyordu, onların hepsini çok iyi tanıyordu. Onları izlerken gülümsedi. Araba şatonun giriş kapısının önünde ve onun penceresinin tam altında durdu. Şoför dışan çıkıp, kapıyı açmak için koştuğunda, Sarah keyifle başını salladı. En büyük oğlu her zamanki gibi saygın ve oldukça İngiliz havalı görünürken, arabadan onunla birlikte inen kadın tarafından rahatsız edildiğini belli etmemeye çalışıyordu. Kadının üzerinde beyaz bir ipek elbise, ayaklarında Çhanel ayakkabılar vardı. Saçları modaya uygun bir şekilde kısacık kesilmişti. Bulabildiği her yere taktığı pırlantaları yaz gwnesi altında pınl pırıl parlıyordu. Sarah pencerenin önünden çekilirken kendi 11 kendine gülümsedi. Bu, çılgın ve ilginç günlerin yalnızca başlangıcıydı… inanması zordu… Willlam’in turn bu olanlara… yetmiş beşinci doğum günü için hazırlanan bu şamataya ne diyeceğini merak etti. Tam yetmiş beş yıl… ne çabuk da geçmişti… Oysa başlangıçtan bu yana yalnızca bir kaç an geçmiş gibi geliyordu ona… 12 S. ARAH Thompson 1916 yılında New York’ta iki kızın küçüğü ve hem Astor’lar hem de Blddle’lann, belki biraz daha şanssız ama son derece rahat ve saygın kuzeni olarak doğmuştu. Ablası Jane on dokuz yaşındayken bir Vanderbilt’le evlenmişti ve Sarah da iki yıl sonra. Şükran Günü’nde Freddie Van Deeringle nişanlanmıştı. O sırada kendisi de on dokuzundaydı ve Jane ile Peter’in ilk bebekleri olan san bukleli James yeni doğmuştu.

Sarah’ın Freddie ile nişanlanması aile için bir sürpriz olmadı, çünkü hepsi Van Deering’leri yıllardır tanıyorlardı. Sürekli olarak yatılı okulda okuyan Freddie’yi daha az tanımalanna rağmen, New York’ta Princeton’da okuduğu sıralarda herkes onu yeterince görmüştü. Freddie nişanlandıkları yılın haziran ayında mezun olmuştu ve bu görkemli olaydan beri keyfi yerindeydi ama bu arada Sa-rah”ya kur yapma fırsatını da bulmuştu. Parlak ve canlı bir çocuktu. Arkadaşlarına şakalar yapar, gittikleri her yerde herkesin ve özellikle Sarah’ın eğlenmesi için çaba 13 gösterirdi. Bir konu hakkında ciddi olduğu çok nadirdi, sürekli olarak şaka yapardı. Onun bu ilgisi ve yaşam keyfi Sarah’m hoşuna gitmişti. Onunla birlikte olmak eğlenceli, konuşmak rahattı ve yaşam keyfî sanki bulaşıcı gibiydi. Freddie’yi herkes severdi, iş dünyasına karşı olan ilgisizliği ise, Sarah’ın babasının dışında kimsenin umurunda değildi. Ama tüm hayatı boyunca hiç çalışmasa bile aile servetiyle krallar gibi yaşayabileceği de herkes tarafından biliniyordu. Ama Sarah’ın babası, serveti ne kadar büyük olursa olsun ya da ailesi kim olursa olsun, genç bir erkeğin iş hayatına katılmasının önemli olduğunu düşünüyordu. Onun bir bankası vardı ve nişandan önce Freddie ile planlan hakkında uzun uzun konuşmuştu. Freddie de iş güç sahibi olacağına dair söz vermişti. Hatta New York’taki J.P.

Morgen şirketinden ve Boston’daki New England Bankası’ndan iyi iş teklifleri bile almıştı. Yılbaşından sonra bu tekliflerden birini kabul edeceğini söyleyerek Bay Thompson’u memnun ettikten sonra, resmi nişanlılar olarak yaşamaya başlamışlardı. O yıl tüm taüller Sarah için çok keyifli geçti. Onların nişanlanmalarının şerefine sonsuz partiler veriliyor, her gece arkadaşlarıyla birlikte olup, sabahlara kadar darıse-diyorlardı. Central Park’ta buz pateni partileri, öğle ve akşam yemekleri, danslar hiç bitmeyecek gibiydi. Sarah bu süre içinde Freddie’nin oldukça çok içtiğini farketmişti ama ne kadar içerse içsin, her zaman zeki, nazik ve neşeliydi. New York’ta herkes Freddie Van Deering’e tapıyordu. Düğünün Haziran’da yapılması planlanmıştı ve ilkbahar geldiğinde Sarah, düğün armağanlarını takip etmek, gelinliği için provalara gitmek ve sürekli olarak davetlere katılmaktan yorgun düşmüştü. Sanki başı sürekli olarak dönüyor gibiydi. Bu süre içinde Freddie ile hiç yalnız ka-lamıyorlardı ve sanki birlikte olabildikleri tek yer katıldıkları davetlerdi. Geri kalan zamanlarda Freddie, onu ciddi 14 evlilik yaşamına dalmaya hazırlayan arkadaşlarıyla birlikteydi. Aslında Sarah tüm bunlardan keyif almalıydı ama sonunda dayanamayıp Jane’e açıldığı gibi, hiç de keyif almıyordu. Her şey bir girdap gibiydi, hiçbir şeyi kontrol edemiyor, sürekli olarak yoruluyordu. Bir öğleden sonra gelinliğinin son provasından çıktı ve ağlamaya başladı. Ablası ona sessizce dantel mendili uzattı ve kız kardeşinin omuzlarına dökülen uzun saçlarını okşadı.

“Bu çok normal. Düğünden önce herkes böyle hisseder. Aslında çok güzel ve keyifli bir olay ama nedense hep böyle yorucu olur. Aynı anda o kadar çok şey oluyor ki, oturup düşünmeye ya da yalnız kalmaya bile vaktin kalmıyor… Ben de düğünümden önce zor günler geçirmiştim.” “Sahi mi?” Sarah iri yeşil gözlerini, yirmi bir yaşına yeni basan ve Sarah’a göre daha akıllı görünen ablasına çevirdi. Bir başkasının da aynı zorluklan ve duygulan yaşamış olduğunu öğrenmek çok rahatlatıcıydı. Sarah’ın şüphe duymadığı tek şey, Freddie’nin ona olan şefkatiydi. Düğünden sonra ne kadar mutlu olacaklarından emindi. Yalnızca fazla şamata, fazla koşuşturma ve şaşkınlıktı onu yoran. Sanki Freddie partilere gidip eğlenmekten başka bir şey düşünmüyor gibiydi. Aylardır ciddi bir konuşma yapmamışlardı ve iş konusundaki planlarından ona hâlâ söz etmemişti. Yalnızca endişelenme deyip duruyordu. Yılbaşından sonra bankadaki işi kabul etmemiş, düğünden önce yapılacak çok işi olduğunu, yeni bir işin stresine giremeyeceğini söylemişti. Edward Thompson, Freddie’nin iş konusundaki düşüncelerine pek katılmamakla birlikte, kızına bu konuda hiçbir şey söylememeyi yeğlemişti. Konuyu karısına açtığında, Victoria Thompson, Freddie’nin düğünden sonra sakinle-şeceğini ve düzenli bir hayat süreceğini belirtmişti.

Ne de olsa Princeton’a gitmişti. Düğün planlandığı gibi Haziran’da yapıldı ve gerçek-15 ten bütün hazırlık ve yorgunluklara değdi. Beşinci Caddedeki St. Thomas KiÜsesi’nde yapılan düğün gerçekten çok güzeldi. Daha sonra Saint Regis’de bir resepsiyon verildi. Dört yüz davetli, sürekli olarak çalan harika bir müzik, muhteşem yemekler ve şeftali renkli organza elbiseleri içinde çok hoş gözüken on dört nedime. Sarah’ın gelinliği beyaz dantel ve Fransız organzasından yapılmıştı ve yedi metrelik bir kuyruğu vardı. Beyaz dantel duvağı ise büyükannesinden kalmaydı. Kesinlikle muhteşemdi. Güneş bütün gün parlamıştı ve Freddie de olabildiğinde yakışıklıydı. Yani her anlamda mükemmel bir düğündü. Ve neredeyse mükemmel bir balayı. Freddie bir arkadaşının Cape Cod’daki evini ve yatını ödünç almıştı ve evliliklerinin ilk dört haftası boyunca baş başa kaldılar. Sarah önceleri çekingen davrandı ama Freddie her zaman nazik ve şefkatliydi. Onunla birlikte olmak çok eğlenceliydi.

Ciddi olduğunda, ki bu çok nadirdi, son derece akılh oluyordu. Sarah onun mükemmel bir denizci olduğunu da farketti. Eskisine oranla daha az içmesi de Sarah’ı rahatlatıyordu. Düğünden önce bu konuda endişeleri vardı ama Freddie içkinin yalnızca bir eğlence aracı olduğunu söyleyip ona güvence vermişti. Balaylan öylesine güzeldi ki, Temmuz ayında New York’a dönmekten nefret ediyordu ama evlerini ödünç veren kişiler Avrupa’dan dönüyorlardı. Sarah ve Freddie artık kendi dairelerine yerleşmenin zamanının geldiğini biliyorlardı. New York’un üst doğu kesiminde bir daire bulmuşlardı ama boyacılar, işçiler ve dekoratör her şeyi hazır edene kadar, yaz boyunca Sarah’ın ailesinin Southampton’daki evinde kalacaklardı. Ama o sonbahar isçi Günü’nden sonra New York’a döndüklerinde, Freddie iş bulma konusunda yine gevşek davranmaya başladı. Ona göre iş arayacak vakti yoktu ama yaptığı tek şey arkadaşlarıyla buluşmaktı. Ve içkiyi yine çoğaltmıştı. Sarah bunu o yaz Southampton’da far-16 ketrnişti. Ve kendi evlerine geçtiklerinde ise farketmemek olanaksızlaşmıştı. Bütün gününü arkadaşlarıyla geçirdikten sonra, akşam üstü eve sarhoş olarak geliyordu. Hatta bazı zamanlar gece yanlarına kadar dışarıda kalıyordu. Zaman zaman Sarah’ı partilere ya da balolara götürüyordu ve gittikleri her yerde odak noktası o oluyordu.

O herkesin en iyi dostuydu ve Freddie Van Deering’in bulunduğu ortamda çok eğleneceklerini herkes biliyordu. Sarah’ın dışında herkes. Noel’den önce çaresiz bir mutsuzluğa kapılmıştı genç kadın. Freddie artık iş bulmaktan da söz etmez olmuştu ve Sarah’ın bu konudaki ince yaklaşımlarını duymazlıktan geliyordu. Eğlenmenin ve içki içmenin dışında hiçbir planı yok gibiydi. Ocak ayında Sarah iyice solgun görünmeye başladı ve Jane sorunun ne olduğunu anlamak için onu çaya davet etti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir