Darian Leader – Delilik Nedir

Bundan yıllarca önce, henüz öğrenciyken, bir terapi topluluğunda (therapeutic community) haftada bir gün gönüllü çalışmaya başlamıştım. Aklım fikrim psikanalizdeydi ve psikoza özgü tuhaf fenomenleri daha iyi anlamak istiyordum: okuyup durduğum ama birinci elden hiç tanık olmadığım o halüsinasyonları, hezeyanları (delusion) ve dil aksaklıklarını. Tanıştığım insanların çoğu gayet sakindi, pek bir “çılgınlık” emaresi göstermiyorlardı. Uzun süreli ilaç tedavisinden yorgun düşmüş, kendilerine özgü sessiz bir rutin içinde yaşıyorlardı. Ama içlerinde konuşmaya hevesli bir adam vardı; onunla saatlerce felsefeden, siyasetten ve gündemdeki konulardan söz ediyorduk. Belagatli, aklı başında ve son derece zekiydi; son birkaç yılı psikiyatri hastanelerinde geçirdiğini öğrenince hayret etmiştim. Sohbetlerimiz sırasında, iş çıkışı buluştuğum öğrenci arkadaşlarımdan farklı bir rahatsızlığı varmış gibi görünmüyordu. Muhabbetimiz devam ederken, kadrolu personelden birkaç kişiye bu adamın niye bir terapi topluluğunda yaşadığını, niye ilaç tedavisi gördüğünü sordum. Yanıt olarak karşılaştığım alaycı gülümsemeler bariz bir şeyden, gençlik heyecanıyla açtığım antenlerimin algılamadığı apaçık bir gerçekten haberim bile olmadığına işaret ediyordu. Sahiden de öyleydi. Bundan birkaç ay sonra, bir sohbet esnasında, adını hiç duymadığım bir ülkeden bahsetti. Cehaletime şaşırdıktan sonra beni bilgilendirmeye başladı: aslında İngiltere’de değil, vahşi hayvanların ve bir alay dolusu egzotik tanrının bulunduğu Xamara’da yaşıyordu. Xamara’nın coğrafyasını, tarihini ve altyapısını tarif etti. Tıpkı Brontë kardeşlerin çocukken uydurduğu Angria ve Gondal krallıklarında olduğu gibi, her şey adlandırılmış ve sınıflandırılmıştı. Onun için, Xamara destanında üstlendiği başkahramanlık rolü ile topluluk içindeki gündelik hayatı ve meşgaleleri arasında herhangi bir uyuşmazlık yoktu.


Rolünü tarif ederken sesinde herhangi bir heyecan, duygulanma belirtisi veya ton değişimi olmuyordu; varoluşunun diğer bir parçasından bahseder gibiydi. Beni sesindeki bu devamlılık çarptı: paylaştığımız gerçeklikten ayrılıp mahrem bir dünyaya giriyor olduğumuza dair herhangi bir işaret yoktu konuşmasında. Her şey aynı gibiydi; sonraki konuşmalarımızda da bana bir tür sır vermiş olduğuna dair herhangi bir emare olmadı. Hayat eskisi gibi devam etti. Hezeyan ile gündelik hayat nasıl böylesine pürüzsüzce iç içe olabilirdi? Bir kişi nasıl olup da birbirinden farklı görünen iki mekanda birden, aralarında hiçbir engel yokmuşçasına, aynı anda yaşayabilirdi? Üstelik Xamara’da yaşamak delice görünse bile, niye tıbbi bir düzen veya hastaneye yatırılmayı gerektirsindi? Kimseye bir zararı yoktu bunun, o kişinin hayatında da herhangi bir çalkantı yaratmıyordu. Bunlar hâlâ sormaya devam ettiğim sorular; bu kitapta da delilik ile normal hayat arasındaki bazı bağlantıları incelemeye çalıştım. Hezeyan ile ruh sağlığı birbirinden sıkı sıkıya ayrılmalı mı, yoksa aksine, ilki ikincisiyle tutarlı olabileceği gibi, ikincisinin bir koşulu dahi olabilir mi? Bunlar soyut, entelektüel sorular değil; günümüz toplumunda psikoza gösterilen muameleyi doğrudan ilgilendiriyorlar. Delilik konusunda aldığımız tavırlar, gerek gündelik etkileşimler gerekse mevcut tedavi seçenekleri bakımından deliliğe nasıl yanıt verdiğimizi şekillendiriyor. Gelgelelim bu hususta gelenekler arasında bariz bir diyalog eksikliği var. Dünyanın dört bir yanında en az yarım yüzyıldır geliştirilmekte olan, fakat çok dar bir mesleki çevre dışında hemen hiç bilinmeyen delilik teorileri ve tedavileri bulunuyor. Delilik deneyimini anlamak, neden ve nasıl ortaya çıkabildiğini açıklamak için ilginç ve kuvvetli araçlar sağlıyor bunlar. Tedavi ve psikozun nasıl dengelenebileceği konusunda da zengin olanaklar sunuyorlar. Bilhassa internet çağında bilginin birikerek arttığını ve birleşik olduğunu düşünmek istiyor olabiliriz; ama durum hiç de öyle değil. Kendilerini “güncel” olarak lanse eden araştırmalar yüzeysel ve kaygı verici bir itimat görüyor; sanki 2010’da fiyakalı bir dergide yayımlanan bir makale, ancak tozlu arşivlerde ulaşabileceğimiz bir tıp dergisinde yüz yıl önce yazılmış ve artık unutulmuş bir makaleden daha değerliymiş gibi. Ben Kıta psikiyatrisi geleneğinden çıkan çalışmalara odaklanacağım.

On dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başı psikiyatristlerine ırsi, bünyesel ve zihinsel ve zihinsel bozulma gibi konulardaki önyargıları yüzünden edilmedik laf kalmamıştır; oysa bunların birçoğu vakit ayırıp hastalarını dinlemiş ve klinikten öğrendiklerine sadık kalan delilik teorileri geliştirmiştir. Uzun süreli ilaç tedavileri olmadığı için, hayatı psikoz tarafından paramparça olmuş bir kişinin zamanla nasıl yeni bir denge bulabildiğini inceleme imkânları olmuştur. Psikiyatristlerin deyimiyle bu “telafi mekanizmaları”nın, hayata dönüş yollarının keşfi, bu araştırmaların merkezî bir kısmını oluşturmuştur; bugün bundan öğreneceğimiz çok şey vardır. Jacques Lacan genç bir tıp öğrencisi olarak 1920’ler Paris’inde psikiyatri eğitimine başladığında, kendi fikirlerini işte böyle bir kültürel ortamda geliştiriyordu. Günümüzde psikoz konusunda dünyanın dört bir yanında, bilhassa Fransa, Belçika, İspanya, İtalya, Latin Amerika ve giderek artan bir şekilde İngiltere’de Lacancı klinik çalışmalar yapılıyor. Deliliğin farklı boyutlarını keşfetmeye adanmış dergiler, kitaplar, bültenler, konferanslar, dersler ve sunumlardan oluşan dört başı mamur bir kültür mevcut. Lacancı klinisyenlerin psikotik öznelerle yaptıkları çalışmalar üzerine bugüne kadar yayımladıkları vaka hikâyelerinin sayısı birkaç bini buluyor. Ne var ki maalesef, bu sahanın dışında duran psikiyatristlerin, psikologların ve ruh sağlığı çalışanlarının bu araştırmalarla yolları hiç kesişmeyecek. Bunun birçok nedeni var. Deliliğe ilişkin psikanalitik çalışmanın klasik psikanaliz anlamına geldiği sanısı yaygın: hasta divana uzanıp serbest çağrışımda bulunur, analist de hastanın çocukluğu hakkında yorumlar yapar. Psikanalizin büyük ölçüde zaten böyle olmadığı bir yana, asıl kafa karışıklığı teori ile teknik arasındaki fark konusunda ortaya çıkıyor. Psikanalitik bir psikoz teorisi, psikanaliz yapılacağı – hatta yapılması gerektiği – anlamına gelmez. Daha ziyade, analitik fikirlerin başka tür çalışmalara, her bir hastanın tekilliğine (singularity) uygun düşen başka tedavilere esin kaynağı olabileceği anlamına gelir. Klinisyenlerin geçtiğimiz yüz yıl içinde açıkça gördüğü bu gerçek, yanlış anlamalar ve kafa karışıklıkları yaratmaya devam ediyor; belki de psikanalize karşı – ve psikanaliz içerisinde – kökleri derinlere uzanan önyargılar yüzünden. Psikanalitik yaklaşımın her bir hastanın biricikliği konusunda gösterdiği özen, bireysel hayatların ayrıntısına ve değerine gittikçe daha az yer veren bir toplum içinde yaşadığımız bugünlerde daha da büyük önem taşıyor.

Dört bir yanı saran o farklılık ve çeşitliliğe saygı nakaratına rağmen, günümüzde insanlar, çocuk yuvalarından meslek hayatının koridorlarına varıncaya dek, daha önce görülmedik ölçüde birörnek düşünmeye zorlanıyor. Ruh sağlığı dünyasında bunun yansımasını görüyoruz: tedavi, her iki tarafa da sorumluluk yükleyen, işbirliğine dayalı, müşterek bir çalışmadan ziyade, edilgen bir hasta üzerinde uygulanan neredeyse mekanikleşmiş bir teknik olarak anlaşılıyor. Bugün ruh sağlığı hizmetlerinin bir tür tamirhane gibi, insanların en kısa sürede onarılıp işlerine – ve belki ailelerine – geri gönderildiği bir yer olarak görülmesi yönünde artan bir baskı var. Psikotik özne, dinlenmesi gereken bir insandan çok, tedavi edilecek bir nesne haline gelmiş durumda. Hastanın özgüllüğü ve hayat hikâyesi çoğu zaman rötuşlanıyor. Eskinin psikiyatri kitapları hastalardan aktarılan sözlerle doluyken, bugün sadece istatistiklerle ve sözdematematiksel şemalarla karşılaşıyoruz. Çalışmalarda tek tek vakalarda ne olup bittiğine hemen hiç değinilmeyip, vakaların bir arada kümelendiği sayılar sunuluyor. Mesela bir kişinin belli bir tedaviye niye yanıt verdiğini ve bu yanıtın tam olarak ne olduğunu asla öğrenemiyoruz; bunun yerine, katılımcıların yüzde kaçının yanıt verdiğine veya vermediğine dair istatistikler buluyoruz. Birey ortadan kaybolmuş durumda. Bunlar psikiyatriye özgü olmayan, çağımız söylemine ait gerçekler; ama bu noktada tam da psikiyatrinin farklı bir şey sunması beklenebilirdi. İlerici psikiyatristlerin yıllardır yaptığı uyarılara ve 1960 ve 70’lerin anti-psikiyatri hareketlerine rağmen, psikoz hâlâ büyük bir sıklıkla bazı insanların toplumsal normlara uyum sağlayamamasına eşitleniyor. Öncü klinisyenlerden Marguerite Sechehaye’in yıllar önce belirttiği gibi, “Şizofren biriyle aramızda köprü kurmaya kalktığımızda, çoğunlukla onu gerçekliğe – kendi gerçekliğimize – ve kendi normumuza geri döndürme düşüncesiyle hareket ediyoruz. O da bunu hissediyor ve haliyle bu zorlamaya sırt çeviriyor.” Birey için işlerin uzun vadede iyi gitmeyeceği anlamına gelse bile, günümüzde toplumsal normlara uyum sağlamak prim topluyor. Bunu kültürümüzün en temel düzeyinde, çocuğun vereceği özgün yanıtın yerini çoktan seçmeli testlere bıraktığı ilk ve orta okul eğitiminde görebiliyoruz.

Çoktan seçmeli sorularda, çocukları kendi başlarına düşünüp bir yanıt oluşturmaya teşvik etmek yerine, aralarında seçim yapmaları gereken iki üç yanıt önermekle yetiniliyor. Bu da çocukların başka birinin bildiği bir “doğru yanıt” olduğunu öğrenmeleri ve kendi buluşlarının önünün kesilmesi anlamına geliyor elbette. Burada başarının anahtarı, kendi başına özgün bir çözüm üretmeyi denemek değil, başka birinin ne duymak istediğini çözmek oluyor. Toplum yorumcularının çağımızı “sahte benlik” [false self] devri olarak tarif edişine şaşmamalı. Son elli altmış yılda sorgulama, açık fikirlilik ve hoşgörü kültüründen öylesine uzaklaştık ki, 1950 ve 60’larda psikozla çalışan klinisyenlerin metinlerini bugünkülerle kıyaslayınca hayret ediyor insan. Çağdaş yazarların birçoğu, sanki genetik veya nörolojik araştırmalarla birlikte delilikle ilgili meseleler çözülmüş gibi yazıyor: psikoz beyindeki bir hastalıktır ve ilaçla tedavi edilir. Dikkate değer istisnalar bulunuyor elbette – bilhassa İskandinav ülkelerindeki birçok psikiyatrist ve ruh sağlığı çalışanının çalışmaları – ama genel durum tam bir perişanlık içinde. Her bir hastaya saygıyla yaklaşan özenli, uzun süreli çalışmaların yerini, ölçülebilir neticeler ve gözle görülür “sonuçlar” üzerinde duran sözde-bilimsel bir vurgu almış durumda. Psikoz psikoterapisinde eski geleneği devam ettiren iki Amerikalı psikolog kendi çabalarını Dr. Seuss’un Horton karakterine benzetmiştir. Bu sevimli fil, tek bir toz zerresinde mevcut olan mikroskopik bir dünyada yaşayanların seslerini duyabilir, ama ormandaki kimse ona inanmaz. Bu canlıların içinde oldukları zor durumun, karşı karşıya oldukları felaketin farkındadır, ama kimseye söz dinletemez. Makroskopik arkadaşlarından destek bulamaması, dahası köstek olmak için ellerinden geleni yapmaları, Horton’ın tek kişilik kurtarma girişimini daha da zora sokar. Ruh sağlığı alanında çalışıp da psikoterapi yaklaşımını benimsemiş olan herkes benzerliği derhal fark edecektir: önceden belirlenmiş neticelere, yüzeydeki davranışa ve “normalleştirme”ye duyulan saplantı, farklı görüşlerin acayip ve inanılmaz görünmesine yol açmaktadır. Bu kitapta ortaya konan fikirlerin nihayetinde hepimizi ilgilendiren bir dizi soru üzerine bir parça diyalog doğuracağını umuyorum.

Farklı geleneklerin birbirlerini dinlemesi gerekiyor; mesela on sekizinci yüzyılda ve on dokuzuncu yüzyıl başlarında psikiyatriyi insanileştirdiği için övülen, hastalarını ve Kıta Avrupası’ndan meslektaşlarını dinlemekle kalmayıp İngiltere’deki York Bakımevinde çalışan William Tuke ve çalışma arkadaşlarını da dinlemiş olan Phillippe Pinel’in yaptığı gibi. York Şifa Yurdu gibi ufak tesislerde, tıbbi müdahaleler yerine insanlar arası ilişkiler üzerinde durarak faaliyet gösteren bu Quakerlar, insanca bir tedaviyi tercih ediyordu. “Sağaltım” [cure] tutkusunun hafifletilmesini savunuyor, “sağaltılabilirlik kültünü” eleştiriyorlardı. Tuke kısıtlama ve cezalandırma uygulamalarına karşıydı; Pinel ve başkaları tarafından devralınan çalışmaları, psikiyatride birçok ülkede uygulanan zalimce tekniklerin sonunda ortadan kaybolmasına yol açacaktı. Bu zalimlik günümüzde yokmuş gibi görünüyor olabilir, ama psikotik öznelere yönelik şiddet farklı bir biçim almıştır. Zaptetmenin ahlaki yönetim teknikleri ve telkin biçiminde, olsa olsa dıştan içe kaydığını savunan daha sonraki psikiyatri tarihçileri, Pinel ve Tuke’a da eleştirel yaklaşmıştır. Dış güç kullanımı ve zaptetmenin azaldığı yerde şiddet, belli bir dünya görüşü dayatma biçiminde varlığını sürdürdü. Hastaya kendi değer sistemini ve normallik anlayışını aşılamaya çalışan bir klinisyen, şüphesiz yerli halkları kendi iyilikleri için eğitmeye uğraşan bir sömürgeciden farksız hale gelir. İster laik ve eğitim odaklı bir sistem, isterse dinî bir sistem söz konusu olsun, her iki durumda da güya yardımcı olunan kişinin tarihi ve kültürü dümdüz edilir. Bir kadın hastam yakınlarda manik nöbet geçirirken hastaneye kaldırılmıştı. Koğuşa geldiğimde, irice bir güvenlik görevlisi hastamın üstüne oturmuş, hemşirelerden bir tanesi de iğne yapmaya çalışıyordu. Zorla alıkonulmak bu hastanın çocukluk geçmişinin en tahrip edici boyutlarından biri olduğu için bu durumdan çok rahatsızdı ve var gücüyle karşı koyuyordu. Gösterdiği tepki fiziksel baskının daha da artmasına yol açmıştı; ancak, bu sahnedeki zalimlik, yatıştırıcı verilmesinden sonra da, farklı ama aynı derecede önemli bir şekilde devam edecekti. Yatıştırıcı verilmesinin ardından maruz kaldığı kontrol ve görüşmeler yüzünden, başından geçenler hakkında konuşacak fırsatı hemen hiç olmamıştı. Nöbeti neyin tetiklediğinin ayrıntıları üstünde durulmamıştı.

Bunun yerine, kendisine yabancı gelen bir dizi kavram ve kategori içine sıkıştırılmıştı; tıpkı Sarah Kane’in 4:48 Psychosis adlı oyununda, kendisine zarar vermenin onu teskin edip etmediği sorusundan öteye geçmemekte direten doktoru karşısında öfkesi gittikçe büyüyen kahramanın başına gelenler gibi. Hastama davranışının ne bakımdan yanlış olduğu, farklı düşünmeyi nasıl öğreneeği anlatılmış ve kendisini, yeniden “normalliğe” kavuşmak için kimyasal tedaviye ihtiyacı olan hasta bir kişi olarak görmesi gerektiği söylenmişti. Bir de tanı etiketi taşıması gerekiyordu: hayatının geri kalanı boyunca sadece tıbbi kayıtlarda değil, zihninde de yer edecek bir damga. Bu tür hastalık ve sağlık anlayışlarını ne kadar yerinde görürsek görelim, her bir kişinin iç dünyasını ve inançlarını kesinlikle ciddiye almalı, kendi dünya görüşümüzü onlara dayatmaktan kaçınmalıyız. Hasta için en iyisinin peşinen bilindiği ruhsal hijyen ile bunun bilinmediği psikoterapi arasındaki fark budur. Burada iş başında olan şiddet kolayca gözden kaçabilir, fakat yeni bir değer ve davranış sistemi dayatarak hastanın inanç sistemini ezmeye kalktığımız anlarda her zaman mevcuttur. Bunun karşısına, her bir kişinin dünyayla ilişkisindeki hataları değil doğruları arayan bir yaklaşımı, yeniden dünyaya angaje olmasına yardımcı olmak için kendi hikâyesine mahsus unsurları devreye sokma çabasını koyabiliriz: gerçekliğe uyum sağlaması için değil, kendi gerçekliğinin nelerden meydana geldiğini ve bunun ona nasıl yararlı olacağını öğrenmek için. ~ Kelime dağarcığı ve kavramlar üzerine ufak bir not: “Delilik” ve “psikoz”u kitap boyunca birbirinin yerine geçebilecek terimler olarak kullanıyorum. Sonraki bölümlerde açıklığa kavuşacak nedenlerden dolayı göreci bir görüşü – deliliğin toplumsal normlara uymayan bir şeyden ibaret olduğu görüşünü – savunmuyorum. Ne var ki psikoz diye bir şey olduğunu kabul etmek, akıl hastalığı/sağlığı söylemini benimsemek gerektiği anlamına gelmiyor. Birçok insan dayanılmaz sıkıntılar yaşıyor olabilir, ama bu onları “akıl hastası” yapmaz; zira ruh sağlığı diye bir şey yoktur. Vakaları tek tek daha yakından inceledikçe, “sağlıklı” görünen kişilerin hayatlarında hiçbir çatışma yaratmayan, dolayısıyla hiç dikkat çekmeyen hezeyanlı inançlar ya da semptomlar taşıyabildiğini de daha sık görüyoruz. Her birimiz kendimize özgü yöntemlerle başa çıktığımız sorunlarla yüz yüze geliriz; göreceğimiz gibi, akıl hastalığı diye damgalanan şey de aslında bu güçlüklere eğilme ve karşılık bulma çabası olabilir. Bu tür etiketler kullanılması sağlık/hastalık şeklindeki yanlış ikiliği pekiştirdiği gibi, psikoz fenomenlerinin yaratıcı, pozitif boyutunu da örtüyor. Bu kitaba yaptıkları incelikli ve muhtelif katkılardan dolayı teşekkür etmek istediğim arkadaşlarım ve meslektaşlarım var: Josh Appignanesi, Chloe Aridjis, Devorah Baum, Sadie Coles, John Forrester, Anouchka Grose, Andrew Hodgkiss, Richard House, Ruiz Karu, Peter Owen, Colette Sepel, Christos Tombras ve Lindsay Watson.

Paris’te psikoz hakkında öğrendiklerimi Éric Laurent ve Colette Soler’e borçluyum; bu kitabın büyük bir kısmı onların psikanalitik yaklaşımıyla şekillendi. Geneviève Morel’in çalışmaları, her zaman olduğu gibi, verili hikmetleri sorgulamak ve teorik sorularla klinik soruları olabildiğince yakından ilişkilendirmek konusunda ilham kaynağı oldu. Jay Watts, Lacancı görüşlerimi dengeleyip eleştirme ve ufkumu genişletme çabalarında yılmak bilmedi. Astrid Gessert, Sophie Pathan ve Pat Blackett araştırma konusunda paha biçilmez yardımlarda bulundular; Hamish Hamilton’da çalışan herkes de yayım sürecinin sorunsuz geçmesini sağladı: bilhassa Sarah Coward, Anna Kelly ve Anna Ridley’e teşekkürler. Simon Prosser bir kez daha hem eleştirel hem destek verici kusursuz bir editörlük yaptı; ipuçları ve önerileri için özellikle minnettarım. Wylie’de çalışan menajerim Tracy Bohan da teşvik ve tavsiyeleriyle sürekli yardımcı oldu. Son olarak, bana öğrettikleri her şey için psikotik hastalarıma teşekkür ederim. Bu kitabın onların deneyimine sadık kaldığını ve içinde kendi seslerini işitebileceklerini umuyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir