David Baldacci – Süpheli Gercek

Bu cezaevindeki kapılar üç santimetre kalınlığında ve çeliktendir; fabrikadan pürüzsüz çıkmış olmalarına rağmen, şimdi üzerlerinde pek çok iz vardır. Geniş yüzeylerinde insan yüzlerinin, dizlerinin, dirseklerinin, dişlerinin izleri ve kan kalıntıları birikmiştir. Cezaevi hiyeroglifleri olan acı, korku ve ölüm orada sürekli, en azından yeni bir metal parçası gelene dek kalacak izler bırakmışlardır. Kapılarda göz hizasına gelen kare biçimli bir pencere vardır. Gardiyanlar buradan bakıp gözetimleri altındaki insan sürüsünün üstüne ışık tutarlar. Hiçbir uyarı olmaksızın coplar birer silah patlaması gibi kapılara çarpar. Kıdemliler buna iyi dayanır. Sessiz bir başkaldırı içinde gözlerini yere indirip belirli bir noktaya bakmadan öylece dururlar, ama hiç kimse buna ne aldırır, ne de fark eder. Mahkûmlar her seste ya da ışık vurmasında gerilir; bazıları pamuklu pantolonlarına işer ve siyah, alçak ayakkabılarının kenarından yere akıp gitmesini seyrederler. Eğer hayatta kalmak istiyorlarsa, kısa zamanda bu durumu atlatıp kahrolası kapağı arkadan çarpar, küçük birer çocuk gibi gözlerinde biriken yaşları ve midelerinin bulantısını bastırırlar. Gece olunca etrafta görünen garip siluetlerin dışında, cezaevi bir mağara karanlığına bürünür. Bu gece fırtına vardır. Gökten bir yıldırım düştüğünde, ışık küçük pleksiglas pencereierden hücrelere düşer. Her çakışta camın üstüne gerilen kümes telinin petek deseni karşı .duvara vurur.


Işığın vurduğu, böyle bir anda, adamın yüzü sanki birdenbire su yüzüne çıkmış gibi, karanlığın içinden belirir. Diğerlerinin aksine o yalnız kalmakta, yalnız düşünmekte, hiç kimseyi görmemektedir. Mahkûmlar ondan korkarlar, hatta silahlı olmalarına rağmen gardiyanlar da çekinir, çünkü o korkutucu cüsseye sahip bir adamdır. Mahkûmlardan her biri kendilerine göre kaşarlanmış, şiddet dolu adamlar olmalarına rağmen, o önlerinden geçerken hemen gözlerini kaçırırlar. Đsmi Rufus Harms’tır ve Fort Jackson Askeri Cezaevi’nde bir imha makinesi olarak tanınır: Eğer üstüne giderseniz sizi ezer. ilk adımı atmamasına rağmen, son adımı daima o atar. Yirmi beş yıl boyunca geçirdiği tutukluluk hayatı adamın üzerinde büyük etki bırakmıştır. Harms’ın vücudundaki yara izleri ve tam iyiieşmemiş kırıklar da tıpkı bir ağacın halkaları gibi, orada geçirdiği zamanı anlatmaktadır. Öte yandan, beyninin yumuşak dokusunda, insanlık merkezlerinde çok daha kötü bir hasar oluşmuştur: Bellek, düşünce, sevgi, nefret, korku; hepsi lekelenmiş, hepsi ona ihanet etmiştir. Özellikle belleği, beikemiğinin ucundaki ezici demirden bir ur gibidir. Heybetli cüssesinde hâlâ hatırı sayılır bir güç kalmıştır. O uzun, boğum boğum kollardan, omuzlarının sıkılığından bu anlaşılmaktadır. Belinin genişliği bile olağanüstü bir gücün göstergesidir. Ancak Harms hâlâ sendeleyen bir meşedir; tepesi kesilmiş, bazı dalları ölmüş ya da ölmekte, artık budama zamanı geçmiş, kökleri iki taraftan yarılmıştır. O yaşayan bir çelişkidir: Nazik, saygılı, Tanrı’sına inançlı; ama geri dönülmez bir biçimde acımasız katil rolüne bürünmüş.

Bu yüzden gardiyanlarla diğer mahkûmlar onu kendi haline bırakırlar. Onun bu durumdan şikâyetçi olduğu söylenemez. Ancak bugün farklı. Erkek kardeşinin ona getirdiği şey; bir altın paketi, bir umut demetidir. Bu yerden çok, çok uzakta. Bir başka ışık patlamasında gözlerinin kanlanmış, göz kenarlarının da kızardığı görülür; esmer, sert bakışlı yüzünden dökülen yaşlar seçilir. Işık solarken kâğıt parçasını düzeltir, gardiyanların burunlarını sokmamaları için ses çıkarmamaya gayret eder. Işıklar söndürüleli birkaç saat olmuştur ve zamanı öne alması imkânsızdır. Çeyrek yüzyıldır olduğu gibi, karanlık ancak şafağın sökmesiyle sona erecektir. Öte yandan, ışığın olmamasının da pek önemi yoktur. Harms mektubu zaten okumuş, her bir sözcüğü ezberlemiştir. Her bir hece bir bıçak gibi saplanmaktadır. Kapısının tepesinde koyu renkle Amerika Birleşik Devletleri ordusunun amblemi görülmektedir. O amblemi çok iyi tanımaktadır. Ordu neredeyse otuz yıldır onun işvereni, gardiyanı olmuştur.

Ordu, Vietnam döneminin başarısız ve unutulmuş eri Rufus Harms’tan bilgi istiyordu. Ayrıntılı bilgiler. Harms’ın vermesi mümkün olmayan bilgiler. Harms parmağını karanlıkta bile doğru hareket ettirerek mektupta bunca yıldır içinde sürüklenmekte olduğu anı parçacıklarını en çok uyaran bölüme dokundu. Bu parçacıklar sonsuz bir karabasanı başlatmıştı, ama asıl olan çok çok gerilerde kalmış gibiydi. Harms mektubu ilk okuduğunda başını kâğıdın üstüne iyice eğmiş, sanki daktiloyla basılmış bu şekilciklerdeki gizli anlamları ortaya çıkarmak; ölümlü yaşamının en büyük gizemini çözmek istemişti. Bu gece, o çarpık parçacıklar bir araya gelerek kesin bir anımsamaya, bir gerçeğe dönüşmüştü. En sonunda. Harms ordudan gelen mektubu okuyana dek yirmi beş yıl öncesine ait o geceden yalnızca iki şey anımsayabiliyordu: Küçük kız ve yağmur. Tıpkı bu geceki gibi, şiddetli bir fırtınaydı. Kızın yüz hatları narin, burnu minicik, cildi henüz güneşin, yılların ve kederin etkisiyle kırışmamış; doğrudan bakan gözleri mavi ve masumdu. Gözlerinin derinliklerinde, önündeki uzun yaşamın tutkuları daha yeni yeni biçimleniyordu. Cildi şeker beyazı ve bir çiçek sapı kadar narin boynundaki kıpkırmızı izler dışında lekesizdi. O izler Er Rufus Harms’ın ellerine aitti. Aklı tekrar tehlikeli bir biçimde kızın görüntüsüne kayarken elindeki mektubu buruşturan ellerine baktı.

Ne zaman o ölü kızcağızı düşünse ağlardı. Elinde değildi, ağlamak zorundaydı, ama bunu sessizce yapardı. Haklıydı da. Gardiyanlarla mahkûmlar birer şahin ve köpekbalığı gibiydiler. Kanın, zayıflığın kokusunu bir milyon mil öteden alır; gözlerinizin seyirmesinde, derinizdeki gözeneklerin açılmasında, hatta terinizin kokusunda bunu görürlerdi. Burada güçlü, hızlı, sert ve çevik olmak yaşamak demekti. Ya da yaşamamak. Askeri inzibat onları bulduğunda kızın yanında diz çökmüştü. Çocuğun incecik elbisesi minicik bedenine yapışmış; sanki çok yükseklerden sığ bir mezara bırakılıvermiş gibi toprağa gömülmüştü. Harms başını kaldırıp inzibata bir kez baktı, ama kararmış siluetlerden başka hiçbir şey algılamadı. Hayatında hiç böylesine bir gazap duymamıştı; midesi bulanıyor, gözleri kararıyor, nabzı, soluğu, tansiyonu durma noktasına geliyordu. Sanki beyninin kafatasından fırlayıp sırılsıklam havaya fışkırmasını engellemek ister gibi elleriyle başını tutmuştu. Başını indirip bir kez daha ölü kıza, sonra onun yaşamına son veren, titreyen bir çift ele bakınca, sanki birisi içine takılı prizi çekmişcesine öfkesi tükendi. Bedensel işlevleri anlaşılmaz bir biçimde onu terk ederken sırılsıklam, titreyerek ve dizleri çamura batmış bir durumda diz çökerek öylece kalakaldı. Tanıklardan biri sonradan onu, soluk yüzlü küçük bir kurbanın başında duran yeşil üniformalı siyah büyük şef olarak tanımlayacaktı.

Ertesi gün küçük kızın adını öğrendi: Ruth Ann Mosley, on yaşında, Güney Carolina, Columbia’dan. Küçük kız ve ailesi üsteki ağabeyini görmeye gelmişlerdi. Harms o gece Ruth Ann Mosley’yi, kendi 1.95 metre boyunun ve yüz elli kiloluk cüssesi-nin yanındaki küçük, hatta minicik bir ceset olarak tanımıştı, inzibattan birinin kafatasına indirdiği tüfek dipçiğinin bulanık görüntüsü, Harms’ın o geceden anımsadığı son bellek parçacığıydı. Darbeyle yere, kızın yanı başına serilmişti. Kızın cansız yüzü yukarı bakıyor, hareketsiz duran vücudunun her çukurunda yağmur damlacıkları birikiyordu. Rufus Harms kendi yüzü çamura saplanırken başka bir şey göremedi. Ve başka bir şey de hatırlamadı. Bu geceye dek. Ciğerlerini yağmur havasıyla şişirip gözlerini yarı açık pencereden dışarı dikti. Birdenbire ender bulunan o yaratıklardan biri haline gelivermişti: Hapisteki masum adamdı o. Yıllarca böylesi bir kötülüğü bir kanser gibi içinde taşıdığına kendi kendini inandırmıştı. Bir başkasının, daha da kötüsü bir çocuğun canını almış olduğu için intihar etmeyi bile düşünmüştü. Ancak o, Tann’ya yönelmiş herhangi bir mahkûmdan öte, fazlasıyla dindardı. Bu yüzden zamanı gelmeden son nefesini verme günahını işleyemezdi.

Kızın ölümünün öteki dünyada kendisine şu anda çektiğinden bin kat daha fazla acı hazırladığını da biliyordu. Oraya koşmaya istekli değildi. Şimdilik burası, bu insan yapısı hücre daha iyiydi. Artık yaşama kararının doğru olduğunu biliyordu. Tanrı bu an için onu canlı tutmuştu. Şaşırtıcı bir netlikle o gece, hücresinde yanına gelen adamları anımsadı. Her bir buruşmuş yüz, bazılarının üniformalarındaki şeritler; tüm silah arkadaşları aklında belirdi. Avlarını kuşatan kurtlar gibi, sayılarının fazla oluşlarından dolayı duydukları cesaretle çevresinde dönüşlerini, sözcüklerle nefretlerini kusmalarını hatırladı. O gece yaptıkları Ruth Ann Mosley’nin ölümüne neden olmuştu. Ve gerçekte Harms da onunla birlikte ölmüştü. Bu adamlara göre Harms, eli silah tutan, ama hiçbir zaman ülkesini savunmak için savaşmamış bir askerdi. Kuşkusuz, başına gelenleri hak ettiğine inanıyorlardı. Artık o, uzun zaman önce işlenmiş bir suç yüzünden aldığı cezayla bir kafeste yavaş yavaş ölmekte olan, orta yaşlı bir adamdı. Kendi adına adaletin yerine getirilip getirilmediğini görmeye gücü yoktu. Her şeye rağmen, Rufus Harms gözlerini hücresinin bildik karanlığına dikerken, kendisine güç veren tek bir tutkusu vardı: Yirmi beş yıldır içini paralayan ve her gün biraz daha artan suçluluk duygusunun ardından, artık acı çekme sırasının onlara geldiğini bil-mesiydi.

Annesinin ona vermiş olduğu eski Đncil’i kavrarken kendisini asla terk etmeyen Tann’sına bunun için söz verdi. Amerika Birleşik Devletleri Yüce Mahkemesi’ne geniş, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen basamaklardan çıkılıyordu. Bunları tırmanmak Zeus’la görüşebilmek için Olimpos Dağ/’na çıkmaya benziyordu ve gerçekte yapılan da buydu. Ana kapının üstünde HUKUK ÇERÇEVESĐNDE EŞĐT ADALET yazıyordu. Bu cümlenin yazılış nedeni herhangi bir belge ya da mahkeme hükmüne dayalı oluşu değil; adliye binasını tasarlayıp yapan mimar Cass Gilbert’ın isteğiydi. Bu sözcükler Gilbert’ın unutulmayacak bir hukuk deyişi için ayırdığı alana tam uymuşlardı. Görkemli bina zeminin üstünde dört kat yükseliyordu. Kaderin garip bir cilvesi olarak, Kongre yapım için gerekli fonu 1929’da ayırmış, ama o yıl borsa çöküp Büyük Buhran başlamıştı. Binanın dokuz milyon dolarlık maliyetinin hemen hemen üçte biri mermer alımına gitmişti. Dış cephedeki som Vermont mermerler bir kamyon filosu tarafından taşınmış; içerdeki dört mahkeme salonu Georgia kayasıyla donanmış; büyük giriş holü dışındaki zeminlerle duvarların büyük bölümü süt rengi Alabama taşıyla kaplanmıştı. Yerlerse daha koyu renkli Đtalyan mer-meriyle, diğer taraflar da Afrika taşıyla döşeliydi. Holdeki sütunlar Montarrenti ocağından çıkarılıp Knoxville, Tennessee’ye gönderilen Đtalyan mermerinden yapılmaydı. Orada sıradan insanlar bloklara binayı taşıyacak onar metrelik biçimlerini vermişlerdi. Bina 1935’ten beri dokuz erkeğin; 1981’den beri de en az bir kadının profesyonel yuvası olmuştu. Bunların hepsi de olağanüstü başarılı kişilerdi.

Binayı beğenenler buranın korint stili Yunan mimarisinin güzel bir örneği olduğunu söylüyorlardı. Beğenmeyenlere, binanın adaletin mantıklı dağıtıldığı bir yerden çok, kralların çılgın zevklerine adanmış bir saraya benzediğini öne sürüyorlardı. Yine de, John Marshall’ın devrinden bu yana, Yüce Mahkeme, anayasayı savunmuş ve yorumlamıştı. Kongre’nin çıkardığı bir yasanın anayasaya aykırı olduğuna hükmedebiliyordu. Bu dokuz kişi görevdeki bir başkanı eninde sonunda istifaya ve onursuzluğa sürükleyebilecek bantlarla belgeleri vermeye zorlayabiliyorlardı. Ülkenin kurucuları tarafından Kongre’nin yasama ve başkanlığın yürütme yetkilerinin yanı sıra oluşturulan, Yüce Mahkeme önderliğindeki Amerikan yargı sistemi devletin üçüncü gücüydü. Ve yargılamaya gelince bunu çok iyi yapıyor, herhangi önemli bir konu hakkında verdiği hükümler aracılığıyla Amerikan halkının iradesini biçimlendiriyordu. Büyük holde yürüyen yaşlıca adam da bu onurlu geleneği sürdürüyordu. Uzun boylu ve kemikliydi; gözlüğe gerek duymayan, yumuşak bakışlı gözleri vardı. Onca yıldır küçücük harfli yazılar okumasına rağmen, görüşü hâlâ mükemmeldi. Neredeyse hiç saçı kalmamış; yıllar içinde omuzları daralıp eğilmiş ve hafif aksayarak yürüyordu. Buna rağmen Başyargıç Harold Ramsey’de yerinde duramayan bir enerji ve fiziksel eksikliğini fazlasıyla telafi edecek, eşsiz bir akıl vardı. Adımları bile özel bir amaç taşıyor gibiydi. Ülkenin en yüksek yargıcıydı ve bu da onun mahkemesi, onun binasıydı. Medya uzun süredir buraya tıpkı Warren Mahkemesi ve diğer selefleri gibi, “Ramsey Mahkemesi” adını takmıştı.

Bu, onun geleceğe mirası olacaktı. Ramsey mahkemesini doğru ve dürüst bir elle yönetiyor, on yıla yakın bir süredir tutarlı bir çoğunluk sağlıyordu. Mahkemede perde gerisindeki uğraşlan severdi. Şurada burada özenle yerleştirilmiş bir paragraf ya da sözcük, bir noktada birazcık ödün verip ilerde karşılığında bir iyilik görmek. Ve doğru davanın gelmesini bekleyerek, mutlak saplantısı olan çoğunluğu sağlamak üzere gerekli beş oyu toparlamak. Mahkemeye üye olarak katılmış ve on yıl önce en tepeye yükselmişti. Kuramsal olarak yalnızca eşitler arasında birinci olmasına rağmen, gerçekte bundan öteydi. Ramsey yoğun inançları ve kişisel felsefesi olan bir adamdı. Şansına, seçim sürecinde bugünkü politik inceliklerin olmadığı bir dönemde Yüce Mahke-me’ye atanmıştı. O zamanlar kürtaj, idam cezası ve ırkçılığa karşı kotalar karşısında adayın tavrı gibi, Yüce Mahkeme yargıcı olma sürecini son derece politize bir hale getiren rahatsız edici sorular yoktu. Eğer başkan sizi atamışsa, hukukta gerekli geçmişe sahipseniz veya dolabınızda gizlenmiş tatsız olaylar yoksa, işiniz oluyordu. Senato Ramsey’yi oybirliğiyle onaylamıştı. Aslında hiç seçenek yoktu. Eğitimi ve hukukçuluk geçmişi birinci sınıftı. Hepsi önde gelen üniversitelerden alınmış birkaç diploması ve her birinde de sınıf birinciliği vardı.

Daha sonra hukukun ve ona bağlı olarak da insanlığın izlemesi gereken yönle ilgili geniş kapsamlı kendine özgü kuramlarıyla ödül aldığı bir hukuk profesörlüğü süreci geliyordu. Ardından federal temyiz mahkemesine atanmış, kısa zamanda kendi dalında başyargıç olmuştu. Temyiz mahkemesinde çalıştığı sürede Yüce Mahkeme aldığı kararların birini bile reddetmemişti. Yıllar içinde doğru kişilerle bağlantı kurmuş, artık elinden geldiğince sıkı tuttuğu konumuna gelebilmek için yapması gereken her şeyi yapmıştı. Bu mevkiyi çalışarak kazanmıştı. Hiçbir şey ona verilmemişti. Bu, onun kesin inançlarından bir tanesiydi. Eğer çok çalışırsanız, Amerika’da başarılı olurdunuz. Hiç kimsenin; ne yoksulların, ne zenginlerin, ne de orta sınıfın bir şey yapmadan istemeye hakkı yoktu. Amerika Birleşik Devletleri fırsatlar ülkesiydi, Şüpheli Gerçek / F: 2 ama bunun için çalışmanız, ter dökmeniz, ödünler vermeniz gerekiyordu. Ramsey insanların çalışmaksızın ilerleyemediklerin-den dolayı öne sürdükleri mazeretlere hiç dayanamazdı. Kendisi çok yoksul bir ailenin, içki içen, istismarcı bir babanın çocuğuydu. Annesi de ona kol kanat germemişti; babası annesinin bütün analık hislerini çoktan yok etmişti. Hayata başlangıcı pek umut verici olmamakla birlikte, şimdi neredeydi. Eğer o böylesi koşullar altında hayatta kalıp gelişebilmişse, başkaları da yapabilirdi.

Ve eğer yapamıyorlarsa, bu onların suçuydu ve aksini duymak bile istemiyordu. Kendinden memnun bir şekilde iç çekti. Yeni bir adli dönem daha başlamıştı, işler düzgün gidiyordu. Ancak tek bir pürüz vardı. Bir zincir ancak en zayıf halkası kadar sağlamdır. Onda da bu zayıf halkalardan bir tane vardı. Olası Waterloo’su. Đşler şimdilik iyi gidiyor olabilirdi, ama ya beş yıl sonra? En iyisi o sorunları şimdi, daha kontrolden çıkmadan ele almaktı. Elizabeth Knight’ta neredeyse dengini bulduğunu biliyordu. O da kendisi kadar akıllı, belki bir o kadar sertti. Bunu daha adaylığının onaylandığı gün anlamıştı. Yaşlı adamlarla dolu olan bir mahkemede genç bir kadın. Daha birinci günden beri onunla ilgileniyordu. Çekimser olduğunu hissettiği zamanlarda kararları ona yazdırıyor; çoğunluk toplayacak bir taslak kaleme almanın onu kesin bir biçimde kendi tarafına çekeceğini umuyordu. Onu kanatlarının altına almaya, yargı sürecinin inceliklerini öğretmeye çalışmıştı.

Buna rağmen o, çok bağımsız ve inatçı çıkmıştı. Başyargıçların yerlerini kanıksadıklarına, boş bulunduklarına, sonuçta liderliklerini daha azimli olan başkalarına kaptırdıklarına çok tanık olmuştu. Ramsey asla o gruba katılmamaya kararlıydı. Michael Fiske, Sara Evans’a, “Murphy, Chance davası için kaygılanıyor,” dedi. Evans’ın adliyenin ikinci katındaki odasın-daydılar. Michael 1.90 boylarında, yakışıklı, bir zamanların sporcusuna yakışacak bir yapıya sahipti. Çoğu kâtip Yüce Mahke-me’de bir yıl çalıştıktan sonra özel bürolara, kamu hizmetine ya da üniversitelere daha prestijli konumlara geçerlerdi. Michael ise daha önce hiç görülmemiş bir biçimde, mahkemenin efsanevi liberali Yargıç Thomas Murphy’nin başkâtibi olarak üçüncü yılına giriyordu. Michael olağanüstü bir zekâya sahipti. Beyni bir para sayma makinesi gibiydi: Kafasının içine akan veriler hızla ayrılıyor ve yerlerine gönderiliyordu. Gerçeğe dayalı bir düzine karmaşık senaryoyu aklında çevirebilir, başkalarına olan etkisini görmek için her birini test edebilirdi. Mahkemede zekâ yönünden kendine denk insanlarla birlikte, ulusal önem taşıyan davalarla ilgilenmek onu mutlu ediyordu. Yorucu entelektüel konuşmalar bağlamında bile, bir yasada yer alan sözcüklerle belirlenen çıplak gerçekten daha derin bir şeye zaman ve fırsat olabileceğini öğrenmişti. Yüce Mahkeme’den ayrılmayı gerçekten istemiyordu.

Dış dünya ona hiç çekici gelmiyordu. Sara kaygılanmış gibiydi. Murphy geçen dönem Chance davası için oy vermişti. Sözlü iddianame tamamlanmış, dava dilekçesi hazırlanıyordu. Sara yirmi yaşlarının ortalarında, 1.60 boyunda, incecikti, ama bedeninde hoş kıvrımlar vardı. Saçları gür ve koyu kumral olmasına rağmen yaz günlerinde sarıya çalıyordu ve sanki her zaman hoş kokuyor gibiydi. Sara, Yargıç Elizabeth Knight’ın başkâtibiydi. “Anlamıyorum. Bu konuda arkamızda olduğunu sanıyordum. Tam ona göre. Küçük adam bürokrasiye karşı.” “O bir yandan da kendinden öncekileri devam ettirmeye inanır.” “Yanlış olsa bile mi?” “Kilisede vaaz veriyorsun, Sara, ama ben yine de söylemeyi düşündüm. Knight o olmadan beş oy alamaz, bunu biliyorsun.

Onunla bile eksik kalabilir.” “Peki, ne istiyor?” Çoğu zaman böyle oluyordu. Uniü kâtip dayanışması. Pek çok utanmaz politikacı gibi, kendi yargıçları adına pazarlık ediyor, tartışıyor, yalvarıyorlardı. Yargıçlar açıkça oy avcılığı yapmaya, bir görüşün belirli bir biçimde ifade edilmesi ya da ricacı olmaya tenezzül etmezlerdi. Ama bu, kâtipler için olanaksız değildi. Aslında çoğu bu işten büyük gurur duyardı. Bu, ulusal çıkarların söz konusu olduğu, hiç bitmeyen muhteşem bir dedikodu sütunu gibiydi. Hem de ilk işlerinde çalışan, yirmi beş yaşındaki gençlerin elinde. “O Knight’ın görüşüne kesinlikle katılmıyor değil. Ancak, Knight eğer toplantıda beş oy alırsa, hüküm ucu ucuna verilmiş olacak. Adam çiftliği vermeyecek, ikinci Dünya Savaşı’nda or-dudaymış. Buna çok büyük saygı gösteriyor. Görüş taslağını hazırlarken bunu bilmen gerekir.” Sara başıyla onayladı.

Yargıçların geçmişleri, verdikleri kararlarda çoğu insanın düşündüğünden daha büyük rol oynardı. “Sağ ol. Ama kaleme almak için önce Knight’ın bir karara varması gerek.” “Tabii ki varacak. Ramsey, Feres ile Stanley’m reddine oy vermiyor, biliyorsun. Murphy toplantıda büyük olasılıkla Chan-ce’in lehine oy verecek. En kıdemli üye olduğu için, onun görüşü sorulur. Knight eğer toplantıda beş oy alırsa, ona bir şans verecek. Eğer sözünü yerine getirirse, sorun kalmaz.” Amerika Birleşik Devletleri ile Chance arasındaki dava bu dönemdeki gündemi oluşturuyordu. Barbara Chance orduda çavuştu. Korkutulmuş, taciz edilmiş ve erkek üstlerinden birka-çıyla tekrar tekrar cinsel ilişki kurmaya zorlanmıştı. Dava ordunun iç kanallarında görülmüş ve sonuçta adamlardan biri Askeri Mahkeme’ye çıkarılıp hapse atılmıştı. Ancak Barbara Chance bununla yetinmemişti. Ordudan ayrıldıktan sonra orduya tazminat davası açmış, kendisi ve diğer kadın askerler için bu düşmanca ortamın sürdürülmesine göz yumulduğunu iddia etmişti.

Dava ağır ağır gerekli yasal kanallardan geçmiş, Chance her seferinde kaybetmişti. Konu, yasalarda öylesine belirsizdi ki, sonunda kocaman bir balık gibi bu mahkemenin eşiğine düşüvermişti. Ama ne yazık ki, yürürlükteki yasalar Chance’in kazanma şansının olmadığını gösteriyordu. Ordunun, gerekçesi ya da kendi kusuru ne olursa olsun, personelinin açacağı tazminat davalarına karşı hemen hemen dokunulmazlığı vardı. Ancak, yargıçlar yasanın dediklerini değiştirebilirlerdi. Knight ile Sara Evans da tam olarak bunu yapmak için sahne arkasında çalışıyorlardı. Thomas Murphy’nin desteği bu plan için çok önemliydi. Murphy ordunun dokunulmazlık hakkını tümüyle iptal etmeyi desteklemeyebilirdi, ama Chance davası en azından ordunun yenilmezlik duvarında bir delik açabilirdi. Henüz görülmeyen bir davanın sonucunu tartışmak erken gibi görünebilirdi, ama birçok yargıç ve dava için duruşmanın pek heyecanı yoktu. Zamanı geldiğinde çoğu zaten kararlarını vermiş olurlardı. Sürecin duruşma aşaması daha çok yargıçların meslektaşlarına kendi görüş ve kaygılarını sergilemeleri için bir vitrin oluştururdu. Zihinsel korkutma taktiklerine benzer, “Yargıç Kardeş, o şekilde oy verirsen neler olabileceğini görüyor musun?” der gibi olurdu. Michael kalkıp Sara’ya baktı. Sara onun ısrarıyla bir dönem daha mahkemede kalmıştı. Kuzey Carolina’da küçük bir çiftlikte büyüyen ve Stanford’da eğitim gören Sara’yı da burada çalışmış tüm kâtipler gibi ayrıldıktan sonra harika bir gelecek bekliyordu.

Đnsanın özgeçmişinde Yüce Mahkeme kâtipliğinin bulunması, bir avukatın çantasına koymak isteyebileceği hemen her yere girmesine yarayacak altın bir anahtardı. Bu bazı kâtipleri olumsuz bir biçimde etkilemişti, egolarının çok fazla şişmesine yol açmıştı. Ancak Sara ile Michael hiç değişmemişlerdi. Sa-ra’nın zekâsı, güzelliği ve son derece dengeli kişiliği, Michael’ın bir hafta önce ona çok önemli bir soru sormasının nedenlerindi – den biriydi. Bu sorusuna kısa zamanda yanıt almayı umut ediyordu. Belki de şimdi. Hiçbir zaman özellikle sabırlı bir erkek olmamıştı. Sara umutla başını kaldırıp ona baktı. “Sorumu hiç düşündün mü?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir