David Pears – Wittgenstein

VVittgenstein’ın felsefesi, çağdaşlarının ve Kendisinden öncekilerin çalışmalarından birçok bakımdan ayrılıklar gösteren olağandışı bir deha ürünüdür. Başarısındaki en çarpıcı şey, biri, 1921’de yayımladığı Tractatus Logico-Philosophlcus’da, öbürü ise, ölümünden iki yıl sonra, 1953’de çıkan ve geç dönem çalışmalarının en tamamlanmış örneği olan Phllosophiccl Investigations’da (bundan sonra Felsefe İncelemeleri) olmak üzere, iki ayrı felsefe üretmiş olmasıdır. Kuşkusuz onun önceki ve sonraki düşüncelerini birbirine bağlayan birçok çizgi vardır; ancak bunlar arasında belirgin ayrılıklar da bulunur. Gelıştirilişleri ise, birbirlerinden VVittgenstein’ın felsefeyi bırakıp Avusturya köy okullarında öğretmenlik yaptığı ve Viyana’da kızkardeşleri için bir ev planlayıp, yapımını denetlediği bir dönemle ayrılmıştır. Felsefe tarihinin kimi dönemlerinde felsefenin amaçları ve bu amaçlara ulaşmanın en iyi yolları konusunda genel bir görüş birliği söz konusu olur. İçinde bulunduğumuz yüzyılın başlangıcından kısa bir süre sonra, Cambridge’den, felsefe anlayışında Russell ve Moore’un başlattıkları bir değişiklik yayılmaya başlamıştır. Buna göre felsefe, artık düşüncenin ve kavramların doğrudan irdelenmesi olarak değil, daha çok dil aracılığıyla irdelenmesi olarak görülmekteydi. Daha sonra, 1920’lerde Viyana, bu dilci felsefenin ikinci yurdu olmuştur. Wittgenstein bu yeni yöntemi izleyerek, özellikle düşüncesinin ikinci döneminde, ona büyük katkıda bulunmuştur. O her zaman için, felsefenin genellikle düşünüldüğünden daha olağandışı bir konu olduğunun bilincini taşımış ve felsefenin ne olduğu, ne olması ve nasıl yapılması gerektiği sorularıyla ilgilenmekten hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Dolayısıyla, felsefesi üzerine yapılacak bir inceleme, yalnızca düşüncesinin önceki ve sonraki dönemleri arasındaki öğreti değişikliklerini değil, bunun yanısıra yöntem değişikliklerini de gözönüne almak zorundadır. Bu her iki dönemde de Wittgenstein’in amacı düşüncenin yapısını ve sınırlarını anlamak, yöntemi ise dilin yapısını ve sınırlarını irdelemekti. Felsefesi, kapsam ve amaç bakımından Kanfın düşünce eleştirisine çok benzeyen, bir dil eleştirisiydi. Kant gibi o da, felsefecilerin çoğu kez bilmeden sınırların ötesine geçip, gerçek düşünceler dile getiriyormuş gibi görünen, ancak gerçekte hiç de böyle olmayan aldatıcı anlamsızlıklara saptıklarına inanmıştı. İnsanların anlamlıyı anlamsızdan ayıran çizgiye ulaştıklarında nerede olduklarını görüp durabilmeleri için bu sınırın kesin yerini bulmayı amaçlamıştı.


Bu, Wittgenstein’in felsefesinin, okurları üzerinde ilk ve çoğunlukla da en derin etkiyi yapan, olumsuz yanıdır. Ancak, bu felsefenin başka ve daha olumlu bir yanı da vardır. Çünkü Wittgenstein’in amacı, yalnızca insanları dilde söylenemeyecek şeyleri söylemeye çalışmaktan kurtaracak yönergeler geliştirmek değil, aynı zamanda söylenebilecek olanın yapısını anlamayı da başarmaktı. Sınırlar ve yapı ortak bir kökene sahip oldukları için de, böyle bir anlayış geliştirmenin tek yolunun dilin sınırlarını koymak olduğuna inanıyordu. Ona göre dille yapılabilecek ve yapılamayacak olanları saptayan, dilin kendi doğasıydı. Wittgenstein’in bütün öğretileri, dilin, kendi iç yapısının belirlediği sınırlara sahip olduğu düşüncesine bağlanır. Örneğin Tröctatus’da, önermelerin doğası üzerine geliştir­ diği ilk görüşlerinden çıkarsadığı dilin sınırlarına ilişkin kura mı gibi, bir mantık kuramı da ortaya atar. Din ve ahlâkı ise söylenebilecek olanın gereklerini yerine getirmedikleri için bu sınırın ötesine koyar. Felsefe İncelemeleri’nde de, benzeri bir biçimde, dış dünyayı betimlediğimiz dilin yardımı olmadan duyumlarımızı dile getirecek bir dil geliştirebilmiş olabileceğimiz kuramını, böyle bir dHin her dilin yerine getirmesi beklenecek bir gereği yerine getiremeyeceği gerekçesiyle yadsır.ı VVIttgensteirt’ın önceki ve sonraki dönem öğretileri arasında iki ana değişiklik vardır. Önce, gerçekliğin yapısının dilin yapısını belirlediği yolundaki düşüncesini bırakarak, bu ilişkinin tam ters yönde olduğunu ileri sürer: Nesneleri dil yoluyla gördüğümüz için, gerçekliği görüş biçimimizi de dil belirler. Böylece artık, bütün dillerin bir ortak yapısı olduğu öncülünden gerçekliğin zaten varolan yapısını çıkarsamanın olanaklı olduğuna ilişkin inancını yitirmiştir. Bu değişiklik çok derinlere dek ulaşır ve VVittgenstein’ın gerçeklik üzerine Tractatus’da ortaya attığı kuramdan daha çok şeylerin yadsınmasını gerektirir. Böylece, mantıksal çıkarım gibi bir düşünce örüntüsü veya dilsel uygulamayı, gerçeklikteki bağımsız bir temel üzerinde kurmaya çalışan her kuramı kökünden sarsar. Eğer bunlar herhangi bir doğrulama gerektiriyorsa, bu doğrulama kendi içlerinde bulunmalıdır; çünkü kendilerinin dışında hiçbir bağımsız destek noktaları yoktur.

Bu türden bir nesnellik, kuşkusuz doğru açıklamanın güven vermeyen niteliğinden ileri gelen bir yanılsamadır. Bu güven vermeyen nitelik ise gereken her türlü desteğin odaktan, yani insanın kendisinden gelmesidir. İkinci ana öğreti değişikliği, VVittgenstein’ın dil felsefesindedlr. Tractatus’da, bütün dillerin, yüzeyde zorunlu olarak görünmeyebilen, fakat felsefi çözümlemeyle ortaya çıkarılabilecek, bir eşbiçimsel mantıksal yapı taşıdıklarını savunmuştu. Dilsel biçimler arasındaki ayrılıklar, ona, mantığın belirlediği tek bir tema üzerindeki yüzeysel çeşitlilikler gibi görünmüştü. Felsefi etkinliğinin ikinci döneminin başlarında buna taban tabana karşıt bir görüşü benimser. Artık dilsel biçimlerdeki çeşitliliğin dilin derin yapısını ele verdiğini, bunun ise önceleri sanaığından bambaşka bir şey olduğunu düşünür. Dilde ortak bir öz yoktur, ya da varsa bile bu, dilin değişik biçimleri arasındaki bağları açıklamayan «asgari» bir özdür. Bu değişik biçimler birbirlerine, oyunlar ya da aynı aileden olan insanların yüzleri gibi daha kaypak bir yoldan bağlıdırlar. Bu yeni dil kuramı, Wittgenstein’in yönteminde köktenci bir değişikliğe yol açtığından, sonraki felsefesini anlayabilmenin anahtarıdır. Sonraki felsefesindeki şaşırtıcı şey, bunun son derece bölük pürçük oluşudur. Tractatus sürekliliği olan bir incelemedir. Açık bir amacı vardır ve bu amaca ulaşmak için açık bir yol izler: Dilin yapısının ve sınırlarının belirlenebilmesi için onun doğasının özü açığa çıkartılmalı ve betimlenmelidir. Ancak, Felsefe İncelemelerl’nin içinde yolunu şaşırmak daha kolaydır, çünkü Tractatus’la aynı biçimde bir araya getirilmiş olmasına karşın —defterlerinden seçilmiş ve konulara göre düzenlenmiş bir dizi açıklama— onun bir ana planı yoktur. Dilin yapısı ve sınırları üzerine aynı ilgi burada da sürer, ancak yapı ve sınırlar artık tek bir kapsayıcı kuramdan çıkarsanmamakta, bunun yerine birbiriyle ilişkili bir dilsel malzeme yığınından parça parça sökülmektedirler.

Sonuç, geniş kapsamlı bir genelleme içermeyen ve ulamsal (kategorik), bildirimleri göze çarpacak ölçüde az olan, yeni bir felsefi yapıt türüdür. Bu, okuyucuyu diyaloga katılmaya çağıran bir biçimde diyalektik olarak sunulmuş, bütünüyle sıradan, ayrıntılı dil betimlemeleriyle doludur. Her yönüyle tamamlanmış bir yapıt olması nedeniyle, Tractatus üzerinde yalnızca değişikliklerle yetinmek, W ittgenstein için zor olurdu. Bu kitap, Wittgenstein’in Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce Cambridge’de birlikte çalıştığı Russell’ca büyük hayranlıkla karşılanmış ve Viyana Giri:j Çevresi filozofları üzerinde de önemli etki yapmıştı. Dilsel felsefe (Linguistic philosophy) üzerinde sonradan yaptığı etki de güçlü idi. Fakat çok soyut oluşu ve felsefe sorunlarının ayrıntılarına pek sık inmeyen bir üst düzeyde kalışı nedeniyle, bu etkiyi belirli bir uzaklıktan yapmıştı. Tractatus’un yayımlanmasından sonra Wittgenstein felsefeyi bırakıp ilkokul öğretmenliğine ve mimarlığa yöneldi. Viyana’daki ev üzerinde iki yılını harcadı. Von Wright’e göre bu ev «en küçük ayrıntısına kadar onun yapıtıdır ve yaratıcısının niteliklerini büyük ölçüde taşır. Her türlü süslemeden arınmışlığı yanısıra, ölçü ve oran konusunda katı b;r kesinlik taşır. Güzelliği, Tractatus’un tümceleriyle aynı yalınlık ve durağanlıktadır.»? Wittgenstein’in felsefi etkinliğinin iki dönemini birbirinden ayıran zaman aralığı, 1929’da, önce bir araştırma görevlisi, onu izleyen yılda da Trinity College’ın öğretim üyesi olarak Cambridge’e dönmesiyle son bulur. Onun felsefeye dönüşü yavaş yavaş olmuştur. C. K.

Ogden’le birlikte Trc-ctatus’un ilk İngilizce çevirisini yapan Frank Ramsey, Wittgenstein’la 1923’de Avusturya’da bağlantı kurmuştu. 1927’de ise Moritz Schlick, kendisini Viyana Çevresi üyelerinden Rudolf Carnap ve Friedrich Waismann’i da kapsayan bir birleşimde felsefe tartışmaları için ikna etmişti. Bu düşünürler, Tractatus’un fazlasıyla soyut olan öğretilerinin ayrıntıda nasıl işleneceğini ve nasıl uygulanaca ğım merak ediyorlardı. Wittgenstein Tractatus’da, felsefe sorunlarını son çözüme götüren anahtarı verdiğini düşünmüştü. Ancak bunun yanılgılı bir dil kuramına dayandırıldığını anlayınca, yeniden, fakat bütünüyle değişik olmayan bir başlangıç yapmak zorunda kaldı. Bu kez, dilin yapısını ve sınırlarını, soyut bir mantıksal kuramdan çıkarsamak yerine, deneysel inceleme yoluyla bulgulamayı deneyecekti. Dil, insan yaşamının bir parçasıdır; o, bütün biçim ve işlev karmaşıklıklarıyla birlikte bu çerçeve içinde incelenmelidir. Norman Malcolm’in Amlar’ında betimlediği gibi, Cambridge’de Wittgenstein, felsefeyi alışılagelmişin dışında bir yolla öğretmiştir:» Derslerini az sayıda dinleyiciye verir, bunların ara sıra veya kısa süreler için izlenmelerini hoş görmezdi. Bu dersler, o sıra uğraştığı sorunlar üzerine geliştirdiği düşüncelerinden seçilir, çok az bir hazırlıkla ve not kullanmaksızın verilirdi. Felsefe İncelemeleri sıradan bir kitaba ne ölçüde az benziyorsa, bunlar da sıradan derslere o ölçüde benzerdi. Onun gerçekte yaptığı yüksek sesle düşünmekti: Bir sorun üzerine incelemesini sınıfa gelmedenki çalışmclarında ulaştırdığı noktadan daha ileriye götürdüğü olur, izleyicileri de yeni düşüncelerinin güç ve kimi kez acı veren doğuşuna böylece tanık olurlardı. Bu sürece öğrencileri de katılırdı; Wittgenstein onları da tartışmaya çeker ve karşı çıkışlarını yanıtlardı. Toplantıları derin bir ciddiyet yanısıra eksik ve yüzeysel çözümlerle hiçbir zaman doyum bulmayan katı bir inatla yönetir, hem kendinden, hem de izleyicilerinden çok şey beklerdi. Bu toplantılardaki olağandışı ortak yoğunluğu oluşturan, yalnızca Wittgenstein’in zekâsı ve kişiliğindeki güç değildi. İkinci döneminde uyguladığı yöntemin, felsefesini kendinden önceki bütün felsefelerden ayıran ve onu neredeyse bir günah çıkarma eylemine dönüştüren alışılmamış bir özelliği vardı.

Dilin yapısı ve sınırları üzerine bu yeni çalışmasını, usun «gözünün bağlanmasına» karşı sürekli bir savaşım olarak görüyordu. Felsefi kuramlar birer imgelem ürünü olarak, bizi dilin gerçek karmaşıklıkları karşısında körleştiren, yalın, ancak görünüşte derin resimler sunarlar. Onun yeni felsefesi, bu büyüye karşı örgütlü bir direnmedir. Yöntemi ise bizi, hiç de yabancısı olmadığımız, ancak eski yoldan felsefe yaptığımızda bir türlü kesin çizgilerle göremediğimiz dil olgusuna geri götürmektedir. Wittgenstein bu yöntem; bir hastalığın iyileştirilmesine benzetirdi. Ona göre felsefi kuram tutkusu bir hastalık gibiyse de gerekli bir hastalıktır; çünkü onsuz, dilin deneysel incelemesi anlamını yitirir. İnsan, felsefi bir kavrayış edinebilmek için önce dili yanlış anlama günahını yaşamak zorundadır. Dilin sınırı, bir kez gösterildi mi geçilmez olarak kabul edilen, tek ve kesintisiz bir aşılmazlık değil; onu aşma güdüsüyle girişimde bulunmuş ve geri püskürtülmüş olanlardan başkasının anlayamayacağı bir aşılmazlıklar labirentidir. Wittgenstein, yeni felsefesinin, kendinden öncekilerin işlediği konulardan ve hatta kendisinin Tractatus’da tartıştıklarından bütünüyle uzakmış gibi algılanabileceğinin bilincindeydi. Ancak sonraki dönem yapıtını öncekine ve bunu da Batı düşüncesinin ana geleneğine bağlayan güçlü ve derin bağlar vardır. Onun felsefesini anlayabilmenin tek yolu, geçmişe dönmek ve felsefesiyle geleneksel metafizik arasındaki ilişkiye özenle yaklaşarak bu gelişim çizgilerinin izini sürmektir. II Eleştirellik-öncesi Felsefe Felsefenin ne olduğunu merak edenler, felsefecilerin bunu pek de kolaylıkla yanıtlayamamalarına çoğu kez şaşırırlar. Eğer işlediği konuyu belirlemekle felsefeyi belirlemek olanağı bulunsaydı, bu kolay bir soru olurdu. Ancak bu tür bir yanıt örneğin filoloji ve psikoloji için geçerli olsa da, felsefe için pek işe yaramaz. Bunun nedeni, felsefenin birçok konuyu kapsamasıdır.

Din felsefesi vardır, ancak bilim felsefesi de vardır; ya da birbiriyle daha yakından bağlantılı bir ikili olan ahlâk felsefesi ile zihin felsefesi de vardır. Bunlar yalnızca birkaç örnek. Yeteri ölçüde genellik ve önem taşıyan her konuya uygulanan bir felsefe dalından söz edilebilir. Dolayısıyla, işlediği konuyu felsefenin doğasını anlamak İçin ipucu olarak kullanmak, bir sonuç vermeyecektir. Başka bir seçenek, felsefenin, yoluna çıkan bir konu yu nasıl işlediğini betimlemek olabilir. Yukardaki soruya verilecek doğru yanıt bunda saklı olmalıdır; çünkü felsefo ı / nin ayırt edici niteliğinin, onun her konuya el atışı olması beklenemez. Felsefeci evrensel bilgiye sahip bir kişi olmadığı gibi, bir felsefe kitabı da, daha derindeki ayrıntıları bilmek istemedikçe, başka kitap almayı gereksiz kılan bir özet değildir. Dolayısıyla felsefecilerin işe sarılış biçiminde, yönteminde ve uyguladıkları düşünme türünde ve de herhalde bunların getirdiği sonuçların niteliğinde ayırt edici bir şey olsa gerektir. Ancak, soruyu ele almanın doğru yolunun bu olması gerekiyor olsa da, felsefe iie uğraşan herkesin çok geçmeden gördüğü gibi, bu türden gerçekten inandırıcı bir yanıt bulmak da pek kolay değildir. Felsefe öğretenler konunun betimlemesini, doğal olarak kendi yöntemlerine ve amaçladıkları vargıların niteliğine uygun olarak temellendirmek eğilimindedirler. Kendi felsefe yapma biçimlerinin devrimci olduğunu öne sürebilir, ya da daha cömert davranarak, önceki felsefecilerin de farkında olmadan aynı çizgide çalıştıklarını onaylayabilirler. Bu yoldan varılmış bir yanıt da belirli bir ölçüde doğruluk taşıyabilir; ancak bunun bir yer ve zaman rastlantısından öte bir şey olmadığı da apaçık ortada olacaktır. Bugün dünyanın değişik yerlerinde felsefenin nasıl yapıldığına kısaca bir göz atmak, felsefenin genel doğası üzerinde bulunduğu söylenebilecek her türlü görüş birliği yanılsamasını gidermeye yeterlidir. Ayrıca her kim felsefe tarihine bir bakacak olsa, şaşırtıcı bir felsefe anlayış çeşitliliğiyle karşılaşacaktır. Doğal olarak kimse, yaptıkları iş konusunda aynı genel anlayışa sahip felsefeciler arasında bile anlaşmazlıklar bulunuyor olmasına şaşırmamalıdır.

Bu, başka alanlarda da söz konusudur. Ancak, felsefenin kendi doğası üzerinde bir uyuşmazlık bulunması daha şaşırtıcıdır. Belki de «Felsefe nedir?» sorusu daha çok «Sanat nedir?» gibi bir sorudur. Kuşku götürmeyen, bilim tarihinin, bilimsel düşüncenin doğası konusunda ortaya böyle bir anlayış çeşitliliği dökmediğidir. Son elli yılda, felsefenin doğası üzerine. Batı düşünce Giriş tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş ölçüde bir karşıtlaşma olmuştur. Bu, VVittgenstein’ın başarısını değerlendirmeyi güçleştiren önemli bir olgudur. Çünkü, insanların onun başarısını değişik biçimde değerlendirmelerinin medeni, çoğu kez birbirini tutmayan felsefe anlayışlarından yola çıkıyor olmalarıdır. Örneğin Russell, VVittgenstein’in ikinci kitabı olan Felsefe İncelemeleri’ni küçümserken, başkaları bunu bir deha yapıtı olarak görmüştür. Bu iki değerlendirme arasındaki ayrılık, açıkça, hangi ölçünün kullanılması gerektiği sorusuna gitmektedir. Çünkü Russeli, Felsefe Incelemeleri’ni doğru yönde bir çaba içinde başarısız olduğu için değil, çabasının felsefe ile bir ilgisini görmediği gerekçesiyle mahkûm eder. Russell’a göre bu kitap, Tractatus LogicoPhilcscphicus’un ters.ne, kendisinin felsefenin gerçek görevi olarak gördüğü mantık, bilgi ve gerçekliğin irdelenmesiyle hiçbir bağlantısı olmayan, değersiz ve sıradan bir dil incelemesidir.4 Bu, alışılmış bir güçlüktür; çünkü yalnızca düşünce tarihine özgü değildir; eleştiri ve değerlendirmeye gereksinim duyulan birçok yerde ortaya çıkar. Ortada ölçülmesi gereken bir şey vardır; ancak bu yerine getirilmek istendiğinde yapılması gereken ilk şeyin önce doğru ölçeği seçmek olduğu ortaya çıkmaktadır.

Peki doğru ölçek nedir? Eğer bu soruya yanıt bulmanın bir nesnel yolu yoksa, işe nereden başlayabiliriz? Bir yapıtı bütünüyle ilgisiz bir ölçü kullanarak yargılamak insafsızlık olur; ancak öte yandan kullanılacak ölçüyü, yalnızca kendi başarısına yönelik olarak yapı tın kendisinin saptamasına izin vermek de aynı oranda saç ma olur. Her şey kendi olduğu büyüklüktedir ve aşırı hoş görü anlamca boş lafa ve bayağılığa varır. Bununla birlikte, bu güçlük en azından felsefe tarihinde göründüğü ölçüde ağır değildir. Bu alanda güçlüğü azaltan iki şey bulunmaktadır. Birincisi, «felsefe» adına sahip çıkan değişik çabalarda ortak bir yön vardır. İkincisi, felse fe olduğunu öne süren rakiplerin ortak olan bu kökenlerin­ den nasıl çıkıp geliştikleri betimlenerek bu gelişimleri bir ölçüde doğrulanabilir. Böylece de, birbirlerinin sesini bastırmaya çalıştıklarında, bu açıdan ciddiye alınmaları gerekmez. Koparılan gürültü duymazlıktan gelinebilir ve tek bir başlangıç noktası üzerinden gelişimlerini gerçekleştirdikleri değişik yollar izlenerek, belirli bir nesnellik derecesine ulaşılabilir. Öyleyse, bu değişik felsefe anlayışlarında ortak olan nedir? Bunun çok kesin bir biçimde betimlenebilecek bir şey olması pek olası değildir. Belki de sonuçta başarılabilenin tümü, bunun ancak ne olmadığının belirlenimi olacaktır. Platon, Schopenhauer ve başka birçok filozof felsefenin kökeninin bir tür merak ya da şeyleri oldukları gibi, veri olarak kabullenmeyi yadsımak olduğunu söylemişlerdi. Ancak, bu doğru olsa da, gerçeğin bütünü olamaz; çünkü daha keskin bir belirlemeye gereksinim vardır. Bilim de aynı duygulardan ve aynı düşünsel tutumdan yola çıkar; ancak felsefe bilim değildir. Öyle ise nedir onları birbirinden ayıran? Bu sorunun yanıtının bir bölümü, felsefe ve bilimin, kullandıkları yöntemler yoluyla a y ri edildiklerini söylemektir. Bilim gözlem ve deneyimi kullanır, oysa felsefe bunların hiçbirini kullanmaz.

Ancak bu da doğru bir yanıt olmakla birlikte, felsefe yöntemini tümüyle olumsuz yönden betimlemesi nedeniyle, çok şeyi karanlıkta bırakmaktadır. Öyleyse felsefe, oturulan koltuktan kalkmadan yapılan bir bilim midir? Filozofun, bilim adamının laboratuvarda çalışıp didinerek ulaştığı vargılara salt düşünce yoluyla ulaştığı mı öne sürülecektir? Bu gülünç bir düşüncedir. Bunların amaçladığı vargılar arasında da bir ayrılık olması gerekir. Filozofun peşinde olduğu kavrayış türü, bilim adamının aradığı kavrayış türünden ayrı olmalıdır. Peki nedir bu ayrılık?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir