Dean Koontz – Hicbir Seyden Korkma

Mum ışığıyla aydınlanan çalışma odamdaki telefon çaldı ve ben korkunç bir değişimin yaşanacağını hissettim. Medyumluk yoktur bende. Gökyüzündeki işaretleri ve olacak olayların belirtilerini görmem. El çizgilerim bana geleceğimle ilgili bir ilham vermez. Islak çay yapraklarının oluşturduğu şekillerden kader çizgilerini ayırt etmekte, bir çingenenin yeteneğine de sahip değilim. Babam günlerdir ölüm döşeğinde can çekişiyor. Fakat alnındaki terleri silerek ve güçlükle nefes alışını duyarak önceki geceyi yatağının başucunda geçirdikten sonra anladım ki artık daha fazla hayatta kalamayacak. Yirmi sekiz yıllık yaşamımda ilk kez onu kaybetmekten ve yalnız kalmaktan korkuyordum. Ben tek oğluydum, tek çocuk. Annem iki yıl önce bu dünyadan göçmüştü. Onun ölümü bende şok etkisi yaratmıştı ama hiç olmazsa yavaş yavaş öldüren bir hastalığı çekmek zorunda kalmamıştı. Dün gece gün doğumundan az önce yorgunluktan bitap düşüp eve dönmüş, ama pek iyi uyuyamamıştım. Koltuğumda öne doğru eğilmiş telefonun susmasını diliyordum ama susmayacaktı. Bu çalışın anlamını köpek de hissetmişti. Tıpış tıpış yürüyerek karanlıklardan çıkıp mumun ışığına girmiş, gözlerini üzgün üzgün bana dikmiş bakıyordu.


Kendi türünün aksine ilgilendiği sürece o, kim olursa olsun adam ya da kadınlarla göz göze gelebilir. Hayvanlar bizlere genellikle doğrudan ama kısa süre bakabilirler, sonra insanların gözlerinde gördükleri bir şeyle ürkmüş gibi bakışlarını kaçırırlar. Belki öbür köpekleri gördüklerini Orson da görüyordur. Belki o da o tür bir şeyle rahatsız oluyor ama sinmiyordur. Orson garip bir köpektir ama benim vefakâr arkadaşımdır ve onu çok seviyorum. Yedinci çalışında, kaçınılmaza teslim olup telefonu açtım. Arayan Mercy Hastanesi’ndeki bir hemşireydi. Orson’a bakarak hemşireyle konuşuyordum. Babam ruhunu teslim etmek üzereydi. Hemşire gecikmeksizin başucuna gelmemi tavsiye ediyordu. Telefonu kapattığımda Orson koltuğuma yanaşıp kocaman kara başını kucağıma koydu. Usul usul inildeyerek burnunu elime sürdü. Kuyruğunu sallamıyordu. Bir an duygularım uyuştu. Düşünemedim ve hareke edemedim.

Evin sessizliği bir okyanusun derin sular kadar ezici ve kımıldayamaz duruma getiren bir baskı yapıyordu. Sonra beni hastaneye götürmesini rica etmek için Sasha Goodall’a telefon ettim. Sasha genellikle öğlenden akşam sekize kadar uyurdu. Ayışığı Körfezi’ndeki tek radyo istasyonu KBAY’de gece yarısından sabah altıya kadar müzik çalıyordu. Bu mart akşamında, saat beşi birkaç dakika geçe büyük olasılıkla uykudaydı. Ona uyandırmak zorunda olmaktan üzüntü duydum. Hüzünlü bakışlarıyla Orson gibi Sasha da daim başvurabileceğim dostumdu ve bir köpekten çok daha iyi araba kullanabilirdi. Sasha telefonun daha ikinci çalışında sesinde hiçbir uyku belirtisi olmaksızın cevap verdi. Daha ne olduğunu anlatmaya fırsat bulamadan, sanki bu telefonu bekliyormuş ve benim telefonumun çalmasında Orson’la benim almış olduğum aynı uğursuz işareti o da almış gibi, “Tanrım, çok üzgünüm,” dedi. Dudağımı ısırıp gelmekte olan şeyi düşünmeyi reddettim. Babam yaşadığı sürece bende doktorların yanılmış oldukları umudu kalmıştı. Son dakikada bile kanserin hafiflemeye yüz tutma ihtimali olabilirdi. Mucizelere inancım vardır. Yine de şartlarıma karşın, bazıları dışarıdan bakarak hayatımın bir felaket olduğunu düşünseler de, yirmi sekiz yıldan fazla zamandı yaşıyordum ki, bu da bir tür mucizeydi. Mucizelere inancım var ama daha çok, tam o noktada onlara ihtiyacımız olduğuna inanıyorum.

Beş dakikada orada olurum, diye söz verdi Sasha. Geceleyin hastaneye yürüyebilirdim ama bu saatte o yolu yürümeye kalkışsaydım fazlasıyla büyük bir tehlikeyle ve bir dehşet manzarasıyla karşılaşacaktım. “Hayır,” dedim. “Arabayı dikkatli kullan. Hazırlanmam herhalde beş on dakika alır.” “Seni seviyorum, Karadam.” “Ben de seni seviyorum.” diye cevap verdim. Hastaneden telefon geldiğinde kullandığım kalemi başlığını takarak sarı ufak bloknotumun kenarına geçirdim. Uzun saplı pirinç mum söndürücüyü kullanıp üç kalın mumu söndürdüm. İnce, yılankavi bir duman gölgelerin içinde kıvrılarak yükseldi. Alacakaranlıkta güneş gökyüzüne doğru henüz yükseliyordu ama hâlâ tehlikeliydi. Tüm pencereleri kaplayan pilili perdeleri kenarlarından tehdit ederek parlıyordu. Benim niyetimi sezinleyen Orson her zamanki gibi daha şimdiden odadan çıkmış yukarıdaki hole gitmişti. Bir cadı kedisi kadar kara, kırk kiloluk bir Labrador kumaşıydı.

Evimizin koyu karanlığı içinde gözükmeden her yanda dolaşır, onu varlığını sadece büyük patilerinin halı üzerindeki gümbürtüsü ve sert, tahtada ye döşemesinde tırnaklarının çıkardığı tıkırtı ele verir. Çalışma odamın karşısındaki yatak odamda, ayarlı elektrik düğmesini ve buzlu camdan tavan kepengin açmakla uğraşmadım. Batıya doğru yönelen güneşin perde kenarlarından zorla giren acı san ve doğrudan gelmeyen ışığı bana yeterliydi. Gözlerim karanlığa uyum sağlamakta çoğu insandan daha iyiydi. Mecazi anlamda söylemek gerekirse baykuşun kardeşi olduğum halde, doğaötesi bir hüner ölçüsünde heyecan verici ya da romantik, Tanrı vergisi özel bir gece görme gücüne sahip değilim. Basitçe bu şöyleydi: Karanlığa yaşam boyu olan alışkanlığım, benim geceleyin görme gücümü keskinleştirmişti. Güneşin aydınlattığı dünya için giyinip kuşanırken Orson taburenin üzerinden atlayıp beni seyretmek üzere koltuğa kıvrıldı. Bitişik banyodaki dolabın çekmecesinden, yüzde elli oranında koruma faktörlü güneşten koruyucu bir losyon tüpü aldım. Yüzüme, kulaklarıma ve boynuma bol bol süründüm. Losyonda baygın bir hindistancevizi kokusu vardı. Öyle bir aromaydı ki bu güneşin altındaki palmiye ağaçlarının, tropikal gökyüzünün, öğlen güneşinin altında pırıltılar saçan okyanus manzaralarının çağrışımın yapar bende. Bu benim için arzunun, feragatin ve umutsuz özlemin kokusu, ulaşılmazın özlü parfümü. Bazen bir Karaib plajında güneş ışığı yağmurunda ayağımın altında ışıltılar saçan temiz bir yastık gibi gözüken bembeyaz kumda yürüdüğümü görürüm rüyamda. Derimde güneşin sıcaklığı bir âşığın dokunuşundan da sıcaktır. Rüyamda güneş bana sadece banyo yaptırmakla kalmaz ta içime işler.

Sonra bir mahrumiyet duygusuyla uyanırım. Oysa şu anda losyon tropik güneşin kokusunu getirse de boynumda ve yüzümde soğuk soğuktu. Sonra bileklerim ile ellerime de sürdüm ondan. Banyoda perdesi sürekli olarak açık duran tek bir pencere vardı ama içeri giren güneş ışığı, buzlu camda ve bir ağacın zarif dallan arasından süzüldüğü için ışık yetersizdi. Yaprakların gölgesi camda titreşiyordu. Lavabonun üstündeki aynada görüntüm gölgeden biraz daha iyi görünüyordu. Işığı açsam bile yine de görüntüm net olamazdı, çünkü aynanın üstündeki ampulün ışığı şeftali rengi ve vatı düşüktü. Tam bir ışıkta yüzümü görmem nadirattandı. Sasha kendisine, Asi Gençlik’ten çok Cennetin Doğusu’ndaki James Dean’ı anımsattığımı söyler. Ben şahsen böyle bir benzerlik görmüyorum. Evet saçlarla açık mavi gözler aynı. Fakat o öyle yaralı gözüküyor ki, ben kendimi o şekilde görmüyorum. Ben James Dean değilim. Kendim, Christopher Snow dışında hiç kimse de değilim ve bununla yaşayabilirim. Losyon sürmeyi tamamladıktan sonra yatak odasına geri döndüm.

Orson hindistancevizi kokusunu koklamak için koltukta kafasını kaldırdı. Ben her zaman spor çoraplar, Nikes, blue jeans ve siyah bir T-shirt giyiniyordum. Yakası düğmeli, uzu kollu siyah pamuklu bir T-shirt çekip aldım çabucak. Orson aşağı kata, antreye kadar izledi beni. Veranda alçak tavanıyla derin ve bahçede iki büyük California meşesi olduğu için güneş ışığı yanlardaki camlara direkt olarak ulaşamıyordu; sonuç olarak bunlar perdeyle ya da panjurla kapatılmıyordu. Pencerelerdeki kurşunlu cam plakalar saydam, yeşil, kırmızı ve amber rengi geometrik mozaikleriyle mücevher gibi yumuşak pırıltılar saçıyordu. Portmantodan fermuarlı siyah bir deri ceket aldım. Hava karardıktan sonra dışarıda olacaktım. Ilık bir mart günü sürüyor olsa bile güneş batınca California’ nın orta kıyıları serin olabiliyordu. Portmantonun rafından lacivert siperli bir şapka çektim ve başıma geçirdim. Siperliğin üzerindeki kısımda koyu kırmızı harflerle işlenmiş Gizem Tren sözcükleri vardı. Geçen sonbaharda bir gece Fort Wyvern’de, Ayışığı Körfezi’nden içerdeki terk edilmiş askeri üste bu şapkayı bulmuştum. Yerin altındaki üç katlı, beton duvarlı, soğuk ve kuru yerdeki tek nesneydi. İşlenmiş bu sözcüklerin neye atıf yaptığı hakkında hiçbir fikrim olmamasına karşın merakımı uyandırdığı için şapkayı muhafaza etmiştim. Ön kapıya doğru yöneldiğimde Orson yalvarırcasına sızlandı.

Eğilip onu okşadım. “Eminim ki baba son bir kez seni de görmek isterdi. Öyle olduğunu biliyorum ama sana bir hastanede yer yok.” Doğrudan doğruya bakan kömür karası gözleri parladı. Bakışlarının duygudaşlık ve kederle dopdolu olduğuna yemin edebilirdim. Belki de bastırılmış gözyaşlarımın içinden ona bakıyor olduğum için öyle görünüyor du. Arkadaşım Bobby Halloway hayvanlara, hakikatte sahip olmadıkları insani nitelikler ve davranışlar atfederek onları insanlaştırma eğilimi taşıdığımı söyler. Belki de bazı insanların tersine, hayvanların beni her zaman olduğum gibi kabul etmelerinden kaynaklanıyordur bu. Ayışığı Körfezi’nin dört ayaklı vatandaşları, en azından komşularımın bazılarından şefkat kadar daha karmaşık bir hayat anlayışına sahip gözükürler. Bobby’nin benim onlarla olan hayat tecrübemi öne sem eksizin hayvanları insanlaştırdığımı söylemesi bir hamlık göstergesi. Bobby’ye gidip kendi kendini becermesini söylüyorum. Kulaklarının arkasını kaşıyıp parlak kürküne vurarak onu rahatlattım. Garip bir biçimde gergindi. Beni duyamadığım sesleri dikkatle dinlemek üzere iki kere kafasını havaya dikti. Sanki uzaklardan beliren bir tehdidi, babamın kaybında bile daha kötü bir şeyi seziyormuş gibiydi.

O anda babamın yaklaşan ölümüne ilişkin şüpheli bir şey görmemiştim henüz. Eğer Tanrı’nın cinayet suçuyla ithamı denenmek istenmiyorsa, kanser cinayet değil, bir kaderdi. İki yıl içinde hem annemi hem babamı kaybetmiştim. Annem öldüğünde sadece elli iki yaşında, babam ölüm yatağında yatarken sadece elli altı yaşındaydı… eh tüm bunlar bendeki kötü talihi gösteriyordu ki ana tahmine düştüğümden beri gerçekten benimle birlikteydi. Sonradan Orson’un gerginliğini bana hatırlatacak nedenler olacaktı; ve bizi baştan aşağı yıkayacak koca bir bela dalgasını acaba sezmiş miydi, diye merak edeceğim yeterli nedenler. Bobby Halloway mutlaka bununla da alay edecek ve iti insanlaştırmaktan daha da kötüsünü yapıp ona insan üstü vasıflar atfettiğimi söyleyecekti. Kabul etme zorunda kalıp Bobby’ye, gidip kendi kendini çabucak becermesini söyleyecektim. Her neyse, sokakta, hemen sonra da garaj yolunda bir korna duyuluncaya kadar Orson’u okşayıp kaşıdım, rahatlattım. Sasha gelmişti. Boynumda koruyucu krem olmasına karşın, ek bir korunma sağlamak için ceketimin yakasını kaldırdım. Maxfield Parrish’i Daybreak’inin bir baskısının altındaki antre masasından gözlerimi tamamen saran bir güneş gözlüğü aldım. Elim dövme bakır kapı topuzundayken Orson’a bir kez daha dönüp, “İyi olacağız,” dedim. Hayatımızı babamsız nasıl sürdüreceğimizi aslında pek biliyor da değildim. Işığın dünyasıyla ve gündüzün insanlarıyla bizim halkamız oydu. Bundan daha da fazlası, dünya yüzünde kalmış hiç kimsenin sevemeyeceği gibi, sadece tek ebeveynin eksikli çocuğunu sevebileceği gibi seviyordu beni.

Belki de bir daha hiç kimsenin anlayamayacağı kadar beni anlıyordu. “İyi olacağız,” diye tekrarladım. Köpek yalan söylediğimi anlarmış gibi, nerdeyse acıyarak ciddiyet ve vakarla bir kez yüzüme baktı dikkatli dikkatli. Ön kapıyı açıp dışarı çıkarken gözlüklerimi taktım. Öze gözlük camları tamamen ültraviyole geçirmez cinstendi. Gözlerim en hassas noktamdı. Onlarla ilgili herhangi bir riski göze alamazdım. Sasha motoru çalışır vaziyetteki yeşil Ford Explorer’mın direksiyonunda, gara yolunda bekliyordu. Evin kapısını kapayıp kilitledim. Orson ayaklarım atlama girişiminde bulunmadı hiç. Batıdan hafif bir rüzgâr esmeye başlamıştı: Denizi baygın, buruk kokusuyla sahile doğru bir esinti. Meşelerin yaprakları, sanki daldan dala sırlar naklediyor gibi fısıltılar çıkarıyordu. Gün ışığında dışarı çıkma cesareti göstermem icap ettiğinde her zaman olduğu gibi, göğsüm öyle bir sıkıştı ki ciğerlerim daralmış gibi geldi bana. Bu semptom tümüyle psikolojik ama her şeye rağmen etkileyiciydi. Verandanın merdivenlerini inip parke taşlı garaj yolu boyunca yürürken, ağırlığımın beni aşağı doğru çektiğini hissettim.

Belki dalgıçların, tepeleri üzerindeki su yun krallığıyla basınç elbisesi içinde hissettikleri de buydu. Explorer’a bindiğimde Sasha Goodall sakince, “Selam Karadam,” dedi. “Selam.” Sasha vitesi geriye geçirirken ben de emniyet kemerimi taktım. Geri geri uzaklaştığımız sırada, bir daha ki görüşümde bana nasıl gözükeceğin merak ederek şapkamın siperi altından evi merakla süzdüm. Babam bu dünyada ayrıldığında, ona ait olan her şeyin daha kötü ve eksik görüneceğini hissettim. Çünkü ruhu onlara dokunmayacaktı artık. Ev Green ve Green geleneğinde bir Craftsman dönemi yapısıdır: Yüzeyi kaba yontulmuş taşlar ve minimum sıvayla, yanları zaman ve havanın etkisiyle gümüşümsü pırıltılar saçan sedir tahtasından, çizgileri tamamen modern ama sağlam yapaylıkla zerrece ilgisi olmayan, tam anlamıyla doğaya yakın ve heybetli. Taş, tahta çatının sert hatları, son kış yağmurlarından sonra yeşil bir liken örtüsüyle yumuşamış. Sokağa geri geri çıkarken derin verandanın arkasında, oturma odası pencerelerinden birinde, kenara çekilmiş perdeyi ve Orson’u ayakları pencere eşiğinde, camda gördüğümü sandım. Evden uzaklaşırken Sasha, “Ne kadar zamandır dışarı böyle çıkıyorsun?” diye sordu. Gün ışığına mı? Dokuz yıldan biraz fazla. “Karanlığa düşen parlak yıldız.” O aynı zamanda bir şarkı sözü yazarıydı. Allah kahretsin, Goodall bana şairlik yapmaya kalkışma, dedim.

Dokuz yıl önce ne oldu? Apandisit. Ha, ölümden döndüğün şu zaman. “Sadece ölüm beni gün ışığına çıkarıyor.” “E azından bundan seksi bir yara izi kazandın,” dedi Sasha. “Sence öyle mi?” Onu öpmek hoşuma gidiyor, öyle değil mi? “Bu hep merakımı çekmiştir.” “Aslına bakarsan o yara izi beni korkutuyor,” dedi Sasha. “Ölebilirdin de.” “Ölmedim.” O yarayı küçücük bir şükran duası ediyor gibi öpüyorum. Burada benimlesin. “Ya da belki biçimsizlikler seksüel bakımdan seni tahrik ediyor.” Hergele. Annen sana böyle bir lisan öğretmemiştir. “Din cemaat okulundaki rahibelerdi öğretenler.” “N istediğimi biliyorsun değil mi?” dedim.

“Nerdeyse iki yıldır birlikteyiz. Evet ne istediğini bildiğim sanıyorum.” İstediğim, benimle asla dalga geçmemen. “Niye geçeyim ki?” dedi Sasha. Losyon ve elbise zırhının içinde, ültraviyole ışınlarına karşı hassas gözlerimi koruyan gözlüklerin arkasında bile, tepemdeki ve çevremdeki gün ışığından ürküntü duyuyordum. Mengene içindeki nazik yumurta gibi hissediyordum kendimi. Sasha rahatsızlığımın farkındaydı ama dikkatin çekmiyor rolü yapıyordu. Güneşle aydınlanan dünyanın sınırsız güzelliği ile tehdidinden aklımı uzaklaştırmak için her zaman çok başarılı olduğu şeyi yapıyordu, ki işte Sasha tam buydu. Daha sonra nerede olacaksın? diye sordu. “Bittiğinde.” “Eğer biterse. Yanılıyor olabilirler.” “Ben yayındayken nerede olacaksın sen?” “Gece yarısında sonra…Herhalde Bobby’nin yerinde.” “Radyoyu garanti açar o.” “Bu gece istek alacak mısın?” diye sordum.

Senin araman gerekmez. Neye ihtiyacın olduğunu ben anlarım. Sonraki köşede, Okyanus caddesine doğruca sürdü Explorer’ı. Denizden uzaklaşarak tepeye doğru çıkıyordu. Geniş yaya yolunun ötesindeki restoran ve dükkânların cepheleri, sokakta dalları yayılmış yüksek akça ağaçlarına bakıyordu. Kaldırım güneş ışığı ve gölgelerle kaplıydı. On iki bin insanı barındıran Ayışığı Körfezi, limanda ve düzlüklerden sonra sıra sıra yumuşak eğimli tepelere doğru yükselir. California turistik broşürlerini çoğunda bizim kasabamız, Orta Kıyılarının Mücevheri diye adlandırılır. Kasaba bu adı yalnızca ağaç zenginliğimizden değil, pek çok nedenle hak etmiştir; yüzyıllık dallarıyla heybetli meşeler, çamlar, sedir ağaçları, palmiyeler ve sık okaliptüs korulukları. Benim en sevdiklerim ise baharda pelerinler gibi döküm döküm çiçekler açan dantelimsi salkımlarıyla melaleuca luminam’lardır. İlişkimizin sonucu olarak Sasha Explorer’ın camlarına koruyucu tabaka yaptırmıştı. Görüntü yine de alışkın olduğumdan, beni sarsacak ölçüde, daha parlaktı. Gözlüklerimi burnumun üzerine kaydırdım ve çerçevenin üzerinden etrafa baktım. Çamların iğneleri öğlen sonrasının gizemle parlaya harikulade morumsu mavi gökyüzünde incecik nakışlar yapıyor ve bu biçimlerin yansımaları ön camda titreşiyordu. Gözlüğümü çabucak yerine ittim.

Sadece gözlerim korumak için değil, babam ölümle pençeleşirken gün düz gözü ender yaptığım bu yolculuktan haz duymak tan utandığım için de. Trafiğin olmadığı kavşaklarda hiç durmadan mantıklı bir hızla giderken Sasha, “Seninle içeri geleceğim,” dedi. Gerek yok. Sasha’nın doktorlara, hemşirelere ve tıbbi her şeye karşı duyduğu şiddetli nefret fobi sınırındaydı. O çoğu zaman sonsuza kadar yaşayacağına kaniydi; vitaminlere, minerallere, antioksidanlara, olumlu düşünceye ve akıl-beden sağlığı tekniklerine inançla bağlıydı. Bir hastane ziyareti, onun tüm canlı yaratıkların akıbetinden kaçınabileceği inancını geçici de olsa sarsardı. “Gerçekten,” dedi, “seninle gelmek istiyorum. Babanı seviyorum.” Sesindeki titreme dış görünüşündeki sükûneti yalanlıyordu. En fazla tiksindiği bir yere benim için gösterdiği gitme arzusu dokundu bana. Onunla yalnız olmak istiyorum. Çok az zamanımız var artık. dedim. Doğru mu söylüyorsun? “Doğru söylüyorum. Bak şimdi, Orson’un yemeğin dışarı çıkarmayı unuttum.

Tekrar eve gidip onunla ilgilenir misin?” Peki, dedi. Bir görev almak onu ferahlatmıştı. “Zavallı Orson. Sen ve baban onun gerçek dostlarısınız.” Her şeyden haberdar olduğuna yemin edebilirim. Elbette. Hayvanlar her şeyi anlarlar. “Özellikle Orson.” Ocean Avenue’den sol tarafa Pasific View’e döndü. Mercy Hastanesi iki blok uzaktaydı. “Orson’u merak etme,” dedi Sasha. Pek fazla göstermiyordu ama kendi üslubunda acı çekiyordu. Onu kucaklar bağrıma basarım. “Babam onun gündüzle bağlantısıydı.” Bundan böyle ben olacağım, diye söz verdi Sasha.

Sadece karanlıkta yaşayamaz. “Ben varım onun için ve asla bir yer gitmeyeceğim.” Gitmeyecek misin? “Orson’u merak etme.” Konuşmamız artık köpek hakkında değildi aslında. Hastane ucuz inşa tarzını ve çekici olmayan bölge mimarisini hatırlatmayan bir başka dönemde yapılmış üç katlı California Akdeni tipi bir yapı. Parlak bronzdan çerçeveleriyle pencereler derinde gözüküyor. Zemin katta kireçtaşı kolonlar ve kemerleri olan bir tarafı açık bölmeler var. Kolonların bazıları tepelerine kadar eskiden kalma bugonvilya asmalarıyla sarık. Bugün, bahar birkaç hafta uzakta olsa bile, koy kırmızı ve parlak mor çiçek çağlayanı saçaklardan aşağıya dökülüyor. Gözlüğümü birkaç dakika kadar burnumun üzerin indirerek bu renk cümbüşüyle büyülenme cesareti gösterdim. Sasha yandaki girişte durdu. Emniyet kemerimi çözerken Sasha elini koluma koyu hafifçe sıktı. “Gelmemi istediğinde oda numaramı ara,” dedi.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir