Doğan Cüceloğlu – Onlar Benim Kahramanim

İlk yazdıklarımı gözden geçiren ve beni yüreklendiren eşim Yıldız’a; Kitabın son halini okuyarak eksikleri tamamlamama yardım eden Yankı ve Şule Yazgan’a; Kitabın yazılış süresince gerekli kavramsal araştırmaları başarıyla yapan asistanım Sabiha Kocabıçak’a; Ses kayıtlarım sabır ve itinayla metne dönüştüren Pınar Kaya’ya; Kitabın ilk okumasını yapan Ishak Reyna’ya; Sekreterlik hizmetleriyle yardımcı olan Sema Lahçalar’a; Remzi Kitabevi’nden Kapak tasarımını yapan Ömer Erduran’a; Yayın koordinatörü Öner Ciravoğlu’na; Kitabı daha akıcı bir dile döken editörüm Neclâ Feroğlu’na; Sayfa tasarımını yapan ve düzeltileri titizlikle giren Hatice Taş’a, kendim ve okurlarım adına teşekkür ederim. Gültekin Yazgan, Ankara’da avukatlık yapıyordu. Bu genç avukatın ofisinde çalışan Vahit Efendi, istiklal Savaşı’nda Karabekir Paşa’nm ordusunda bulunmuş, Ermeni çatışmasını Erzurum’da bizzat yaşamış, daha sonra İzmir’e giren ilk Türk askerleri arasında yer almış biriydi. Vahit Efendi zaman zaman Erzurum ve İzmir’deki askerlik anılarını Gültekin’e anlatırdı. Anadolu insanının zaman içinde oluşan o gösterişsiz ama güçlü bilgeliğinin pırıltıları bu sohbetlerde yer aldıkça bu genç avukat gülümser ve onu tüm dikkatiyle dinlemeye özen gösterirdi. Aynı yıl İstanbul’da Tülay adında güzel mi güzel, enerji ve yaşam dolu genç bir kız, Atatürk Kız Lisesi üçüncü sınıfına geçmişti. Bu genç kız, halasının daveti üzerine 17 Haziran 1957 günü İstanbul’dan Ankara’ya trenle hareket etti ve Ankara garında karşılandı. iki gün sonra hala, “Hadi, Gültekin’in yazıhanesine bir uğrayalım,” dedi. Tülay’m halası Gültekin’in de halasıydı, ama ne ilginçtir ki, Tülay ve Gültekin o güne kadar hiç karşılaşmamışlardı. Gültekin misafirlerini güler yüzle karşıladı. O sırada Vahit Efendi de oradaydı. Bir süre sohbetten sonra Gültekin misafirlerine, “Sizi bir yere yemeğe götüreyim,” dedi. Tülay kendiliğinden Gültekin’in koluna girdi ve birlikte yürümeye başladılar. Günlerden 20 Haziran 1957 Perşembe idi. Bu birlikte yürüyüş, elli yılı aşkın bir süredir devam ediyor.


Vahit Efendi, daha sonra Gültekin’e, “Sen o kıza daha ilk o gün vuruldun ve onunla evlenmeyi kafana koydun,” diyecekti. Vahit Efendi’nin onların evleneceğine ilişkin kanısı gün geçtikçe kuvvetlendi. Genç avukat Gültekin o yemekten iki gün sonra bir şiir yazdı: Hep düşünmüştüm Sevginin büyük kapılar açılıp bana geleceğini Hep düşünmüştüm Yıldızlı gökler altında birinin beni seveceğini Hep düşünmüştüm birinin beni düşüneceğini Ama düşünmemiştim Senin böyle gelivereceğini Tülay Ankara’da bir süre kaldıktan sonra İstanbul’a döndü ve Gültekin’le mektuplaşmaya başladılar. Şimdiye kadar okuduklarınız, insanlar var olalı beri milyarlarca defadır tekrar eden bir öyküyü anlatıyor. Ben bu öyküyü size niçin anlatıyorum? Çünkü Gültekin Yazgan ve Tülay Yazgan benim için özel insanlar. Niçin? Biraz daha anlatayım: Evet, onlar mektuplaşmaya başladılar ve Tülay’m yazdığı her mektubu Gültekin’e Vahit Efendi okuyordu. Mektupları Vahit Efendi okuyordu, çünkü Gültekin kördü. Yazıhanede yemek için ayağa kalktıklarında, Tülay o nedenle onun koluna girmişti. Bu yolculuğun ömür boyu süreceğinin farkında değildi, ama koluna girdiği adamın özel bir insan olduğunu o gün hissetmişti. Gültekin kör olduğundan mı benim için özel oldu? Hayır. Tülay kör bir avukatın koluna girip, ömür boyu bırakmadan birlikte bir yolculuk yaptığı için mi benim için özel oldu? Hayır. Onlar benim için özel oldu, çünkü ben onları “kahraman” olarak görüyorum. Evet, onlar benim kahramanım. 10 DOĞAN CÜCELOĞLU ONLAR BENİM KAHRAMANIM 11 Onları nasıl keşfettim ve nasıl benim kahramanım oldular kısaca anlatayım. Yankı Yazgan, Gültekin ve Tülay Yazgan’ın oğlu, uzmanlık alanı çocuk ve ergenlik psikolojisi olan bir psikiyatri profesörü.

Yakınım bir ergen kız için Yankı Bey’den randevu aldık ve randevu zamanında ofisine gittik. Yankı Bey’le önceden tanışıyorduk; ofisinde kendisiyle kısa bir .sohbet yapma olanağı bulduk. Daha sonra çevreme bakınırken orada Kör Uçuş adında bir kitap gördüm. Kitabın yazarı Gültekin Yazgan idi. Yankı Bey, yazarıyla ilgili merakımı gidermek için, “Babam,” dedi ve kitaptan bir adet bana verdi. Kitap, 2002 yılında bin adet olarak basılmıştı/11 ilk okuyan, eşim Yıldız oldu. Okurken, sık sık okuduklarından etkilendiğini belirten sesler çıkarıyor ve o an durup bunları benimle paylaşmak istiyordu. Ben ise, okuduklarını benimle paylaşmasını istemiyordum, çünkü o bitirir bitirmez ben okumak niyetindeydim ve kitabın etkisinin kaybolmasını istemiyordum. Baktım olmuyor, daha fazla bekleyemedim, kendime de bir kitap aldım. Kitabı okumaya başladım; okudukça kör yazar benim gözümde devleşti. Türkiye’nin gizli kahramanlarından birini keşfetmiştim. Gültekin Yazgan bir cumhuriyet aydını, olgun bir insan ve gerçek bir “savaşçı”ydı. Kitabı tanıtan bir yazı yazdım ve kendi sitemde ( dogancuceloglu. net) yayınladım.

Bu ülkede milyonlarca özürlü var; insan olarak her birinin, aynen diğerleri gibi, saygı duyulacak kişiler olduğuna inanıyorum. Bir insanın kör olması benim gözümde onu özel kılmaz. Gültekin Bey’i özel kılan olaylara yaklaşımı, düşünüşü, kişiliği, değerleri, inançları; yani varoluşu. Kitabı okumayı bitirince her ikisini de, özellikle Tülay Yazgan’ı tanımak istedim. Çünkü onun varlığını kitabın her yerinde hissedebiliyordum. ‘Gültekin Bey’in yolculuğunun derinliğinde ve coşkusunda o var,’ diye düşündüm. Tanışınca yanılmadığımı an1 Gultekin Yazgan, Kör Uçuş, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002 12 DOĞAN CÜCELOĞLU ladım. O da özel bir insandı ve onsuz Gültekin Yazgan’m yaşamı, şimdiki derinliğini ve kapsamını bulamazdı. O da benim gizli kahramanlarımdan biri oldu. Kendime dert edindim; onları tanımak ve tanıtmak istiyordum. Onların yaşamım bilmek Türkiye’yi zenginleştirecekti; buna inanıyordum. Onların yaşamını anlatan bir kitap yazmak istedim. İzin verdiler, Kör Uçuştan da istediğim kadar alıntı yapabilecektim. Umarım onlar, kitabı okuduktan sonra, sizin de kahramanınız olur. 1939 Nisan’ının ilk günleriydi.

İki ayı aşkın bir süredir yattığım Cerrahpaşa Hastanesi’nden taburcu olmuş, annemin kolunda çıkıyordum. Ne var ki bu çıkış hastaneye gelirken geride bıraktığım yaşantıma dönüş değildi. Allaha ısmarladık bile diyemeden ayrıldığım sınıfıma, kitaplarıma, defterlerime ve de aydınlığa geri dönmüyordum. Yarım k a lan oracıkta yarım kalmıştı. Yeni bir yola çıkıştı bu: Kör uçuş başlıyordu. Gültekin Yazgan Kör Uçuş’a bu sözlerle başlıyordu. Kendisi “Kör uçuş” diyor ama çok az insan onun kadar bilinçli, “görerek” yaşamıştır. Akla hemen, neden kör oldu sorusu geliyor. Gültekin Yazgan’m babası Dr. Ahmet Nafiz, 1925’te Niğde’den Aydın’a sağlık müdürü olarak tayin ediliyor. Aydın o yıllarda on bin nüfuslu bir kent, doktor sayısı az. Tayinden iki yıl sonra Gültekin doğuyor. Bir süre sağlık müdürü olarak çalışan baba, daha sonra kendi muayenehanesini açıyor ve serbest çalışmaya başlıyor. Mahalledeki her çocuk gibi Gültekin de bol bol oynuyor. Yaz tatilindeyken bir gün kapıyı kız arkadaşları çalıyor ve “Halkevinde kurs açılmış, mandolin dersine gidiyoruz, hadi sen de gel,” diyorlar.

O da ablasının mandolinini kaptığı gibi onlara katılıyor. Böylece üçüncü sınıfta mandolin dersine başlıyor. O yıllarda Aydm’a İstanbul Şehir Tiyatrosu gelirmiş; arada bir 1 a.g.e., s. 15 14 DOĞAN CÜCELOĞLU de Zati Sungur. Küçük Gültekin ve ailesi de bu etkinlikleri kaçırmazmış. Aydın Halkevi’nde de anma geceleri olurmuş. Ölümleri veya doğumları sebebiyle Mimar Sinan, Ziya Gökalp gibi Türk büyükleri birer konuşmayla anılırmış. Konuşma bitince halkevinin piyanisti —ki kendisi sessiz sinema zamanlarında piyanistlik yapmış biriymiş- ve ortaokulun müzik öğretmeni, birlikte küçük bir konser verir, popüler Batı müziği parçaları çalarlarmış. Bu konserler küçük Gültekin’in müzik ilgisinin artmasını sağlamış. Anılarını bana anlatırken, “Halkevi önemli bir yerdi o zaman. Toplumdaki eksikliğini hâlâ duyuyorum,” dedi. İzmir’de Mithatpaşa Caddesi Köprü’deki evlerinde buluştuğumuzda, Gültekin Bey’in çocukluğuna dair aramızda şöyle bir konuşma geçti: D: Kim veriyordu mandolin derslerini? G: Tanımadığımız biri gelmiş, kurs açmış, ders vermeye başlamış.

Ama sonra, okullar açılınca, okulda bir kurs açıldı. Kursu açan, müzikle çok ilgili bir öğretmendi. Allah rahmet eylesin, adı Cevahir Ünver’di. “Cevahir Bey’in mezun olduğu okul neydi acaba?” diye sorunca eşi Tülay Hanım beni düzeltti: T: Hanım. Cevahir Hanım. G: Yozgat’ta anaokulu öğretmenliğinden mezun olmuş. Kendini sevdiren bir öğretmendi. Sert değildi. Kursu organize eden, kursu açan benim öğretmenimdi, ama müzik dersini veren mandolin öğretmeni başka bir sınıfın öğretmeniydi, Hüseyin Bey. O biraz sertti ama ben mandolinde kusur etmediğim için bana fazla bir sertliği olmadı. Onu da anmam lazım çünkü altı ay kadar ondan epeyce ders aldık. Okul müsameresinde grubumuz konser verdi, çok güzel oldu. D: Bir şey sorabilir miyim Gültekin Bey? G: Evet. D: Öğretmen deyince akılda biraz sert, korkulması gereken bir imaj oluşur muydu siz çocukken? ONLAR BENİM KAHRAMANIM 15 G: Eee, bir mesafe olurdu. Her sabah mutlaka ellerimizi sıranın üzerinde mendilimize koyar, tırnak ve mendil muayenesi için beklerdik.

Mendili olmayan evine gönderilir, evden alıp gelirdi. Sonra boylarımız ölçülür, arada bir göğüs ölçümüz alınır, o duvardaki tablolara yazılırdı. Bunlar o zamanlar yapılan şeylerdi. Beşinci sınıftayken ben gazete kolundaydım. Gündüz elektrik yok. Atatürk’ün ölümünü, ancak akşam radyo haberlerinden duyabildik. Ertesi gün haber olarak sınıfın karatahtasına yazdım. D: Ne yazdınız? G: Mustafa Kemal… Cumhurbaşkanımızın hangi saatte nerede öldüğünü yazdım ve o sınıfta ağlayanları görmeliydiniz. Birinci sınıf öğrencileri çok kedere büründüler. Hele bir kızı çok iyi hatırlıyorum. Kendini yerlere atarak ağlıyordu, bağırarak, çağırarak.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir