E. Abdurrahman – Citlembik 6

Her ne kadar gazetemizin üst seviye yöneticileri yanında çocukluktan, toyluktan, hamlık ve bücürlükten kurtulamasak, hamsici büyükler yanında hâlâ inatçı Fenerbahçe’li olarak bilinsek, Aborjin Şevki Amca tarafından gülünüp geçilsek de okuyucularımız katında, elhamdülillah bir yerimiz var. Gerçi ev danası tosun olmazmış. Ona da şükür. Eğer tosun olsaydım bu kurban mutlaka kurbanlık diye ‘tosunami’ bilgesine derdimi anlatma fırsatım olmadan gönderilebilirdim. Çünkü, maşaallah bazı amca ve ablalar Endonezya, Aceh ve Afrika’ya kurban gönderelim diye her şeye tosun gözüyle bakmaya başladılar. Her neyse. İşte bu fakire gelen bir mektupta şunlar yazılı: Evladım Abdurrahman, Son Şahitler isimli kitabı okuyordum. Abdurrahman Yargın isimli bir kişi Antalya’da askerlik yaparken başından geçen bir olayı şöyle anlatıyordu: “Bir gün Karacaören köyüne vazifeli olarak gitmiştik. Yağmurlu havada ıslanıp hasta oldum. Yatsı namazını zorla kıldım. ‘Yâ Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî’ diye medet isteyip, çok yalvardım. O gece rüyamda birisi arkamdan gözlerimi tuttu. Sanki vücudum elektrik tedavisi oluyordu. O arkadan gözlerimi tutan zat, ‘Sen kimi çağırıyorsun?’ diye sordu. Ben de Şeyh Abdülkadir Geylânî hazretlerini çağırdığımı söyledim.


O zaman o zat, ‘Ben buradayım.’ deyince. ‘Siz kimsiniz?’ diye sordum. Kendisini tanımadığımı ifade ettim. O zât ise heybetle, ‘Ben Said Nursî’yim!’ dedi. Bu esnada âniden uyandım. Hiç mi hiç hastalığım kalmamıştı. Sanki tedavi olmuştum.” Evlâdım Abdurrahman, bunu okuyunca, ameliyattan sonra şişip bana acı ve ağrı veren apsemi hatırladım. Kuru yere oturamıyordum zaten. Büyüyüp barsağı delme tehlikesi de vardı. Türkiye’deki ameliyat olduğum doktoruma telefon ettim. “Hiç bekleme hemen gel” dedi. Uçaktan alelâcele yer bulup hava alanına yöneldim. Yolda 1003 ihlâs suresi okuyup salâvatlarla başta Efendimizin, Abdülkadir Geylânî, Said Nursî, Şah-ı Nakşıbendî ve İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin ruhlarına bağışladım ve Cenab-ı Hak’tan bu zatlar hürmetine şifa talep ettim.

Emin olun, yol boyunca otururken hiç acı hissetmedim. Hastanede doktor, “Enteresan, çok yumuşamış. Bak bastırıyorum, acı duyuyor musun?” diye sordu… “Çok az ve hafif dedim.” “Operasyona gerek yok. İnşaallah fıtrî bir şekilde yavaş yavaş biter.” dedi. Belki bu hatıranın, bazılarına da vereceği mesajlar vardır, diye sizlere nakletme lüzumunu hissettim. SIRF TENKİTLE BİR YERE VARILMAZ Aziz Nesin’in oğlu matematikçi Prof. Dr. Ali Nesil “Matematik Dünyası” isimli bir derginin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü… Derginin başyazısını yazan Ali Nesil, çok güzel bir öz eleştiri yapıyor ve diyor ki. “68’li sayılmasam da, o kuşağa yakınım. O günlerde bütün gençlik, neredeyse tek ağızdan düzeni eleştirirdi. Eğitim sisteminden ekonomik düzene kadar topa tutmadığımız konu yoktu. Analarımızı, babalarımızı, öğretmenlerimizi, müdürlerimizi, yöneticilerimizi beğenmezdik. Biz daha iyisini yapacaktık… Aradan yıllar geçti.

Büyüdük. Sorumluluk aldık. İş güç sahibi olduk. Saçımız sakalımız ağardı; yüzümüz, gözümüz kırıştı; olgunlaştık; dinginleştik. Ana baba olduk, öğretmen müdür olduk, yönetici olduk. Olduk da ne oldu? Hiç! Biz de aynen o eleştirdiğimiz büyüklerimize benzedik. Daha iyisini yapamadık. Neden böyle oldu, diye düşünüyorum. Böyle olmasının bir çok sebebi olabilir, bu sebeplerden birçoğu da bizden bağımsız olabilir, ancak bir sebep var ki… Sanıyorum, büyüklerimizi görevlerini yapmıyor diye eleştirirken, aslında biz gençler de kendi görevlerimizi yapıyorduk. Büyüklerin görevi olur da gençlerin görevi olmaz mı? Az da olsa kütüphane vardı, yanına uğramadığımız. Yetersiz de olsa kitaplarımız, dergilerimiz vardı; okumadığımız veya kutsal kitap gibi okuduğumuz. Kulağımız vardı, dinlemiyorduk, beynimiz vardı, düşünmüyorduk; ağzımız vardı, sadece kavga etmeye ve eleştirmeye yarayan. Eleştirmeye hak kazanmak lâzım. Gençliğin gereğini yapmayan biz gençler, öğretmenliğin gereğini yapmayan öğretmeni, yöneticiliğin gereğini yapmayan yöneticiyi eleştiriyorduk. Hakkımız yoktu.

Eleştirmeye hak kazanmamıştık. İşte bu yüzden biz de eleştirdiğimiz büyüklerimiz gibi olduk. Meğer ne ekersen onu biçermişsin… Kimin aklına gelirdi!” Hiçbir şey ortaya koymadan sadece tenkit edenler, gayr-i memnunlar, tahrip gücüyle devletleri bile yıkabilirler; ama hayır adına, müsbet bir iş adına hiçbir şey ortaya koyamazlar. Tahrip kolaydır, ama tamir zordur. Yirmi kişinin çalışıp yirmi günde yaptığı bir binayı bir kişi bir günde yıkabilir. Hatta şahane bir sanat eseri olan Süleymaniye Câmii’nin yapılması için ne kadar arsa, ne kadar işçi, nasıl bir mimar lâzımdır? Hatta nasıl bir Sultan gerekir? Hâlbuki yıkmak için sadece eline bomba vereceğiniz bir deli yeterlidir. Onun için siz siz olun, tenkit ve gıybeti bir tarafa bırakıp, “Acaba ben ne yapabilirim? Nasıl hizmet edebilirim? İnsanlığa nasıl faydalı olabilirim?” diye düşünün. İyilikler ve olumluluklar üretin… Allah iyilik yapanları, yaptığını güzel yapanları sever. DÜNYA BİZİ CEZBETMESİN Kur’ân-ı Kerîm, birçok peygamberin (Aleyhimüsselâm) kıssasından ibret ve ders almamız için bahisler açtığı gibi, Hazreti. Süleyman Aleyhisselâm’dan da bahis açmıştır. “Davud’a evlât olarak Süleyman’ı ihsan ettik, Süleyman ne güzel kuldu! Hep Allah’a yönelirdi. Hani bir gün ikindi vakti ona; durduğunda sâkin, koştuğu zaman ise süratli, safkan koşu atları gösterilmişti. Onlarla ilgilenip, ‘Ben Rabbimi hatırlattıkları için güzel şeyleri severim.’ dedi ve onlar gözden kayboluncaya kadar onları seyredip durdu. Sonra, ‘Onları tekrar bana getirin!’ deyip bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.

”1 Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, bu hususta: tefsirinde diyor ki: “Aşiy, öğleden sonra akşama kadar demektir. “Essâfinât” ise: atın üç ayağını basıp, birinin tırnağını dikerek duruşuna “sufun” denir ki, en güzel duruştur. Genellikle halis Arap atlarında olur. Öyle duran ata, “sâfin” çoğuluna da “sâfinât” denir. “El- ciyâd” koşuda süratli olan öğdül atlar demektir. Demek ki, “sâfinât” duruştaki güzelliği; “ciyad” da gidişteki güzelliği ifade ediyor. Şu hâlde arzda hem duruş gösterilmiş, hem koşuş… “Onun üzerine ‘Gerçekten ben hayır (mal, at) sevgisine sırf Rabbimi zikretmek için düştüm.’ dedi.” ayetine tefsircilerin çoğu, “Ben hayır, yani mal ve at sevmek için Rabbimin zikrinden kaldım.” manasını vermişler. İkindi namazı geçti, diye bu şekilde üzüldü ve bundan dolayı, getirin onları bana deyip, hepsini Allah için kurban etti , diyorlar. Bu durumda, “Hatta güneş battı;” ifadesinden, ibadetimi eda edemedim, şeklinde bir mâna anlaşılıyor. Fakat diğer bir takım tefsircilerle beraber, biz bunu şöyle anlıyoruz: ‘Ben o hayrı, at Rabbimin zikrinden dolayı sevdim.’ dedi. Yani namazını veya virdini geçirmedi, bilakis böyle diyerek atları bırakıp zikrini yerine getirmeye gitti.

Nihayet o atlar perdenin ardına gizlendi; ahırlara çekildi; yahut koşuda gözden kayboldu, o zaman namazını bitirdi. ‘Geri getirin onları bana. dedi. Artık bacaklarını, boyunlarını silmeye başladı. Okşadı, tımarlarına itina gösterdi. Bazı tefsirciler buna kılıç ile silmek mânası vermişler ve namazı geçirmeye sebep oldular diye Allah yolunda kurban edildiklerini söylemişlerdir ki, ikisi de Süleyman Aleyhisselamın çok zikir ve tesbih eden biri olduğunu anlatan birer misaldirler. Eğer bu kurban ediş, harbe gönderilmek suretiyle öldürülmüş olmaları ise güzel bir mânadır.” 2 İşte dünya malı, zikre, tefekküre vesile ise, bizi ibadetten alıkoymuyorsa, istediğimiz anda onu Allah için verebiliyorsak bu çok güzel bir durum. Yoksa ona bağlanıp kalıyorsak, bizi “esfel-i sâfilin”e, yani yerin dibine çeker… Devamlı kalbimizi yoklayıp bir durum muhakemesi yapmak durumundayız. Bakalım, ibadetlerimize ve hizmetlerimize engel oluyorlar mı? Engel olunca kolayca onlardan vazgeçebiliyor muyuz? BİZ KENDİ İRADEMİZLE HAREKET ETMİYORUZ. Konyalı, emekli Öğretmen Mustafa Kırıkçı amcam anlatıyor: “(Üstad Bediüzzaman 9 Aralık 1959’da Konya’yı ziyarete gelmişti.) Üstad’ın taksisi, cami kapısının yakınındaki asfalt caddenin kenarında, tam türbe kapısının karşısına gelen bir yerde durmuştu. (…) Bu hengâme içerisinde, Üstad arabasından indi, namazını kılmak için, câmiye, batı kapısından girdi. Namazdan sonra camiden çıkıp türbeye girdi ve Mevlâna Hazretlerinin kabrini ziyaret etti. Ziyareti müteâkip yine otomobiline bindi ve o yorgun hâli ile ve hiçbir kimse ile görüştürülmeden, geldiği yere; yani Isparta’ya dönmek zorunda bırakıldı.

(…) O hüzünlü 9 Aralık ziyaretinden sonra olanlardan dolayı hepimiz fevkalâde müteessir olduk. (Onu Sadullah Nutku Konya’ya davet etmeyi kararlaştırdık. Mektup yazıp Hasan Nevruz’u Isparta’ya gönderdik.) Nevruz, ziyaretten döndü. Üstad’ın davete karşı, ‘On gün sonra geleceğim.’ dediğini bizlere nakletti. Artık, dünyalar bizimdi; sevincimize payan yoktu. Hem de Üstad’ın bundan sonraki ömrünü Konya’da geçirmesini arzu ediyorduk. (…) On gün sonra, 5 Ocak 1960 Salı, ikindiden sonra Üstad’ın gelmek üzere olduğunu öğrendik. (…) Üstad tebessümle otomobilinden indi, çok keyifli olduğu hâlinden anlaşılıyordu. Bir koltuğunda ben, diğer koltuğunda Zübeyir Ağabey olmak üzere, kendisini evin merdivenlerinden çıkararak, çok güzel şekilde temizleyip döşenerek hazırlanan odasına götürdük. (…) Bir ara ben yanından ayrılmıştım. Çok kısa bir zaman sonra Üstad’ın ayrılmak üzere ayağa kalktığını bana duyurdular. Hemen yanlarına girdim, Üstad ayakta ve hareket hâlinde idi. Şaşırıp kalmıştım.

Çay hazırdı ikram edecektik. Nazlanmaya başladım. ‘Olur mu Üstadım, henüz bir istirahat etmiş değilsiniz, nasıl ayrılırsınız?’ gibi beyanlarla, ‘Gitmeyin Üstadım.’ diye ısrar ediyordum. Benim ısrarlarıma karşı şöyle dediği hâlâ kulaklarımda çınlar. ‘Kardeşim, ben kendi irademle hareket etmiyorum.’ Ve gitti… (Sonra ne oldu dersiniz?) Öbür günün (06-01-1959 Çarşamba) (sabahı beni), Dr. Sadullah Nutku’yu, Osman Yıldız’ı, Hasan Helvacılar’ı ve Mazhar İyidöner’i polisler götürdü ve aynı gün hepimiz ikindiden sonra mevkufen hapisaneye gönderildik. (…) Böylece bir gün önce aramızda olan Üstad’ın, ani olarak birden bire kalkıp gitmesinin izâhı, bu olayın zuhuru ile daha da açığa çıkmış oluyordu.” Nitekim Üstad’ın hasta hâlinde Ramazan günü oruçlu olarak nâmüsait şartlarda Isparta’dan kalkıp Urfa’ya gidişi ve İçişleri Bakanının tazyiklerine karşılık, “Ben buraya ölmeye geldim!” demesi ve gerçekten Kadir Gecesi Urfa’da vefat etmesi de herhâlde bir tesadüf değil, kaderin yönlendirmesiyledir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir