Elif Safak – Bit Palas

Bütün istediğin güneşi geçmekti… Neden insan hep uzanamayacağı kadar uzak şeylere ulaşmak ister, bilmek zor. Şimdi lodosun sırtına binmiş dalgaları doludizgin sürerken de bunu istiyorsun yalnızca… Rüzgârı geçmiştin; şimdi de güneşi geride bırakmak istiyorsun. Aslında hayatınla… Geride bıraktığın hayatınla yarışıyorsun… Seni zorlayan sınırlarını aşmaya çalıştıkça Geçiyorsun onu… Hayatının güneşini… Seni tutamıyor artık. Görüyorsun… Yaşam sonrasının ebedi özgürlüğüne doğru; Sürüyorsun onu, acımasızca… Batır mahmuzlarını sağrısına… Acıt canını, hayat denen o ödünsüz zalimin… Sana hükmettiği, ruhunu kanattığı yıllar geride kaldı. Yapabileceği bir şey yok artık. Söz sırası sende… Uzan artık yitik ufuklarına! Bu kez onları yakalayacaksın… Geriye dönüş yok… Bütün yenilgilerin… Yaşanmamış yanılsama yılların… Yitik aşkların… Korkuların… Sevgi veremediğin kadınların… Büyümek isteyip de hep küçüldüğün girişimlerin… Hepsi, tümü, ne var, ne yoksa Ne olmuş ve ne olamayacaksa, Geride kaldı her şey… Geride… O kıyıda… Bir daha aynı beden içinde dönemeyeceğin o sarı sahilde… O yeşil gözlerin ardındaki dünyanın içinde… Sana gençliğini, ilk masumiyetin lekesiz sevgisini vermekten başka bir şey düşünmeyen, seninle tanıdığı kadınlığını üzerine koruyucu bir tül gibi geçirmekten başka bir şey düşünmeyen o güzelliği de kendi içinde boğamazdın. Kanser vücuduna yayıldıkça, anılarının tümörleri bilincini kuşatıyor. Bugün pazar. Kasvetli pazar… Lady Day, hayatın farklı tayflarıyla kişiyi dönüşüme hazırlayan ezgisini, “Küçük beyaz çiçekler, asla uyandırmayacak seni. Gölgelerle tükettim hepsini…” diye fısıldıyor içinden. “Aklında hangi renkler uçuşuyorsa seni oralara taşıyacağım…” Hayatının ışıkla gölge arasındaki dikenli izleklerde yürünmüş yollarında bulamadığın yaşama sevincini burada buldun. Alaçatı’da… İşte bak; yine onlar. Gün batarken karınları suya değecek kadar alçaktan uçan keklik sürüleri altın rengine bürünüyorlar. Onları bu tutkulu uçuşa yönlendiren nedir diye çok düşünmüştün. Belki de doyuma ulaşmaya susamış içgüdüleri günün o son titreşimlerinde harekete geçiyorlardı.


Sevgiyi kanatları altına alacak arzunun şiddetli tonlarıyla. Sığacık taraflarından dalgalanarak esen burcu burcu kekik kokulu rüzgâr yine dolaşıyor saçlarının arasında. Devam ediyor hayat. Özleyeceksin onun kokusunu. Teninin doğal, yabanıl, kadın kokusunu… Vücuda sürülmüş kokular kadının kendi öz salgılarından oluşan doğal kokusuyla bütünleşemiyorsa tutunamazlar tenin üzerinde. Doğal ter kokusunu yanlış kullanılmış bir parfümün kadın naturasını yabancılaştırmasına yeğ tutardın hep. Bunu da onda bulmuştun… Dalga serpintileri rüzgârın şiddetiyle sevdiğinin saçlarını ince sarmaşık filizleri gibi birbirine dolamış. Yıldızların ışığı odanın önündeki büyük yasemin ağacının çiçekleri arasından süzülüyor, güzel yüzünün üzerinde soluk yansımalarla geziniyor. Eşek Adası’nın doğusundaki küçük limanda geçirdiğin geceleri, evrenin soğukluğu karşısında titreşen yıldızlara bakarak kendinden geçtiğin anları düşünüyorsun. Yerleşim birimlerindeki yapay ışık kirliliğinde toz zerrecikleri gibi görünen bu göksel cisimler, özellikle şafağın yaklaştığı, gecenin en koyu karanlığına ulaştığı o saatlerde sonsuzluğun nirengi noktalarını aydınlatan ışıldaklar gibi yanıp sönmeye başlardı. Pek uzun sürmeyen kozmik bir mutluluktu bu. Sanki Yaradan sana, o çok kısa sürede, bir an için olsa dahi, kendini irdelemene, gerçeği yıldızların ışığında kavrayabilmene izin verir gibiydi. İşte o gecelerden birinde ne olmadığının, seni ne olduğundan daha iyi tanımlayabileceğini anlamıştın. Bir dumanın kıvrımlarını yakalamak ister gibiydin. Ama o gökyüzüne yazıldığı gibi durmuyordu.

Onu oradan alıp, günlüğüne bir anlam bütünlüğü sağlayacak tümceler halinde geçiremiyordun. Son düzlüğe varmadan hayatın ölümden büyük olduğunu görmek isterdin. Ama sonsuzluğun yadsınmasını istemek oluyordu bu. Hayatı sevgi var ediyorsa, ölüm onun üzerini kapayan görkemli bir kubbeye benziyor. Bir gökkuşağı gibi… Ve hep yağmurdan sonra geliyor. Doğarken ağladığın ve ömrün boyunca içini yıkayan gözyaşlarını anımsatan ılık yağmurlar gibi. Sonu kurgulamaya çalışmak kişiye nasıl öleceğini öğretmiyor. Sevdiğinden nasıl ayrılacağını düşünmeyi de kolaylaştırmıyor. Sadece hayatı arkana alarak kaçınılmaz olanın karşısında dik durmanı sağlıyor. İnsan yaşam sürecinde mikrokozmik olarak zamanın ruhunu yaşıyor, zamansızlık onu alana kadar. Gençlikte, düş gücüyle karılmış yapay bir sonsuzluğun harmanından savruluyorsun. Toprağa düşen fikirlerinin tohumları yeni düşün ekinleri olarak harmanlanacağı güne kadar yerin kutsal rahminde büyüyorlar. İçsel dünyan ise çok farklı katmanlarda gelişiyor. Kadın teni… Başkaldıran cinsellik garip dürtülerle hayatını kuşatmaya başladığında savunma hatlarını asla güçlendiremezsin. Duyguların yükselmesi şehvetin doru kısrağını kırbaçlamaya başladığında kadın, cinselliğinin bastırmasıyla incecik zarı soyulmaya hazır olgun bir meyve gibi kendini sana sunmak ister.

Onun bu hali içindeki libidoyu pençelerini avına geçirmeye hazır bir çöl aslanı haline getirir. Ondan sonra yürek çarpıntılarının gürültüsünden etrafında olup biten hiçbir şeyin gürültüsünü duyamazsın. Cinselliğin bilinçaltında kırılmaya başlayan fayları kaçınılmaz sarsıntıları durdurabilmekten acizdir artık. Şehvetin kabuğu çatlar ve birbirini hızla izleyen patlamalar âşıkların dünyasını sürekli yinelenen depremlerle sarsar. Aşkkürenin şiddeti yatıştığında kurulu her şey yeniden inşa edilmek zorundadır artık. Hayatının kısa yaşanmış, hatta hiç yaşanmamış gibi gözüken geçmiş şafaklarından geriye doğru baktığında parlak renkli imgeler, isimler, derin perspektiflerde belirsizleşen kır manzaraları, biçilmiş buğday başaklarının sararmış anızlarla öbeklendiği yanık lekeli tarlalar görüyorsun. Bir de kuşlar… Onlar da belirsiz bir ufka gelişigüzel dağılmış ağaçların üzerine öbeklenmiş, tiz çığlıklarla yaklaşan göç mevsiminin yanık türkülerini çığırıyorlar. Alaçatı güneşinin mayalanmış sıcaklığında her şey ağırlığından kurtulmuş, havaya asılı kalmış gibi. Kokular bile… Animula, vagula, blandula Hospes comesque corporis! Belleğinin kadrajından akan imgeler şimdi Hadrian’ın ölüm şarkısından karayel gibi esen dizelere karışıp, aklına diken gibi saplanıyorlar. Vücudumun en iyi arkadaşı ve konuğu… Ey ruhum, solgun, korkunç, düşünceli bir biçimde nerelere gidiyorsun? Neden eskisi gibi gülmüyorsun artık? Bir şeye yaklaştığını mı, yoksa ondan uzaklaştığını mı anlamadan, sanrısız, zamansız, sadece belirsiz bir boşluğa karşı amaçsız, serserice yelken açmak istiyorsun. İşte hepsi bu. Rüzgârın çağrısına boyun eğmek… Şifne’de termal banyoya girmek hoşuna gidiyordu. Vücudunda akan kandan daha sıcak olan bu suların içinde gelişigüzel seğirtmek mutlu ediyordu seni. Kaplıcanın sularında buharlaşan tenin, düşüncelerini kristalleştiriyordu. Gönlünde, dilinde olduğundan çok daha fazla sözcük oldu hep.

Geçmişinin yanlışları ve şimdinin doğruları… İkisinin sentezi hayattan sıyrılışın oluyor. Şu geçiş anında kınından boşalan yalın bir kılıç kadar çıplak ve parlak görünen hayattan. İçinde biriken, hayatın boyunca asla sözcükler olarak hacimlenmemiş bütün duygularını yazıya dökülmeyen bir küçük şiirin dizeleriyle ölürken yanında götürmek istiyorsun. Öte âlemin kırılgan sonsuzluğunda bu dünyada yaşarken hissettiklerinle, bir duruş sahibi olabilmek için, ruhunun duvarlarına yazacağın dizelere dayamak istiyorsun sırtını. Tıpkı ölü firavunların taş piramitleri içinde bin yıllar sonra bulunduğunda yeniden toprağa ekildiği zaman filiz veren buğday tanecikleri gibi, toprağın üstündeyken hissettiklerini içinde barındıracak olan sözcükleri beraberinde taşımak istiyorsun, bilinmezler âleminde gözlerini açacağın ilk soğuk şafak vaktine. Gözlerini kıyıya doğru farklı devinimlerle yuvarlanan dalgalardan hiç ayırmadan düşünüyorsun. Çağıldayarak gelen her dalga hırçın ritmini kumsala yaklaşırken yitiriyor, ayaklarına kadar ulaştığında düzleşip sönüyor. Bugüne kadar pek çok kere olduğu gibi, uzun süre seyrettin bu gizemli gelgiti. İşte şimdi denizin kromatik fügüne eşlik eden bir güfte gibi kıpırdamaya başlıyor içinde, şiirinin ilk dizeleri. Belki de bu sözcükler dayanacak, Ve ışığın uzakta parladığını görecek, Ve kader saatinde, Beklenmedik bir şekilde çiçek açacak… Ruhunda deniz gibi kabaran sözcükler dizesi çok hoşuna gidiyor. Ama garip olan bir şey var. Bir aşina oluş, bir garip yakınlığın ılık ritmi çarpıyor şimdi yüreğinde. Kısa süren bir belirsizlikten sonra gülümsüyorsun. İçinde konuşan sen değilsin. Bir başka yitik ozanın, Sutzkever’in sesi; onun şiiri alıp enginlere taşıyan seni.

Bu kez yüksek sesle devam ediyorsun. Ve sapa dönüşen Eski habbeler gibi, Sözcükler yaşatacak, Sözcükler ait olacak… Son dizeyi söylemeden önce duraklıyorsun. Dudaklarına acı kıvrımlı alaycı bir gülümseme yayılıyor. – Kusura bakma dostum; son dizeni kişiselleştirerek taşıyacağım gideceğim yere… Sonra yineleyerek devam ediyorsun. Sözcükler yaşatacak Sözcükler ait olacak bana Sonsuzluğa yürüyüşümde. Gerçek bütün gizlerini aralamaya başladı artık. Hayatla ölüm arasındaki ilişki, ses ile sessizliğin ilişkisine benziyor. Müzik hiçlikte başlayıp, hiçlikte bitiyor. Aslında bilincine çarpan tınıların sana ne ifade ettiği, varlık ile hiçlik içinde aradığın bir şeyi dinlerken ne duyduğundur. Adorno’nun dediği gibi, “İşitilmeyen müzik, patlamayan bir kurşun gibi zaman boşluğuna düşer”. Gün döndü. Şafağın ilk ışıklarını görüyorsun. Ama bu ardında bıraktığın yanılsaması sadece. Senin şafağın karanlığa dönüşü simgeliyor artık. Sonsuzluğun gecesi, tüm gizemiyle hayatının ufkuna yayılmaya başlıyor.

Noktürnal bir tını duyuyorsun uzaklardan. Nocturne… Gece müziği… Günün karanlık yarısında yaşadığın yarım hayatın tüm gizlerini tını zenginliği içinde gezindirir. Yaşanan tüm seslerin sanki bir daha var olmayacakları bir başka evrenin karararak söken şafağında doğar. Sadece rüzgârların, doğanın naif çıtırtılarının, yağmurun ıslak melankolisiyle, insanın dışındaki tüm canlıların göze görünmeyen ama içselliğini derinlerde hissedebildiğin garip bir ritüelin ezgisidir. Ritmi yükselse bile sevginin yalnızca fısıltıyla söylenebilen sözcükleri gibi yayılır gecenin rengi içine. Tinselliğin bedenleri son bir devinimle aşkın doruklarına taşıyacağı o kutlu sevişmenin, bir kadın bedeninin kusursuz konturları üzerinde gezinmesi gibidir. Onun müziği… Işıktan karanlığa geçerken duyduğun bu tınılar… Ilık bir nefes gibi geçip giderken bu dünyadan, duyuyorsun onları. Hayatının geride kalan yıllarının fonunda titreşen ve anlayamadığın tüm gerçekleri birbirine bağlayan solfej dışı bir nota gibi yeniden titreşiyor kulaklarında, onun sana söyledikleri. Karşı kıyıda bir baykuş ötüyor. Yıldızsız gecenin karanlığında giderek solgunlaşan, derin bir unutuşun soluğu gibi. Hayat yorgunu bedeninin son uykuya hazırlanan esrimesi gibi. Bütün duyuların, evrenin en derin titreşimlerini algılayabilecek denli açık şu anda. Yüreği her atışta yanıp sönen bir ateşböceği gibisin… Kabaran denizin dalgalarıyla titreşen yakamozların üzerinde dizelenen anıların ani bir rüzgârla uçuşan hazan yaprakları gibi savuruyor artık seni ötelere. Sanki zaman yoktu. Hiç var olmadı.

Sonsuzluk içinde bir optik yanılgıydı yaşadıkların… HAYAL GÜCÜMÜN geniş olduğunu söylerler. “Saçmalıyorsun!” demenin şimdiye kadar icat edilmiş en ince yoludur bu. Haklı olabilirler. Endişelenmeye başladığımda, nerede ne zaman ne söylemem gerektiğini karıştırdığımda, insanların bakışlarından korktuğumda, insanların bakışlarından korktuğumu belli etmemeye çalıştığımda, tanımak istediğim birine kendimi tanıtmak istediğimde, aslında kendimi ne kadar az tanıdığımı bilmezden geldiğimde, geçmiş canımı yaktığında, geleceğin de daha âlâ olmayacağını kabullenemediğimde; ne bulunduğum yerde ne de göründüğüm insan olmayı içime sindirebildiğimde… saçmalarım. Hakikatten ne kadar uzaksa, yalandan da o kadar uzaktır saçmalık. Yalan, hakikati tersyüz eder. Saçmalık ise, yalanla hakikati ayırt edilemeyecek biçimde birbirine lehimler. Karışık gibi görünüyor ama aslında çok basit. Tek bir çizgiyle ifade edilebilecek kadar basit. Diyelim ki hakikat yatay bir çizgidir. Yani şöyle bir şey: O zaman yalan dediğimiz şey de dikey bir çizgi olur. Yani şöyle bir şey: Saçmalığa gelince, o da şöyle bir şeydir: Ne yatay vardır çemberde, ne de dikey. Ne bir son, ne de başlangıç. Başlangıcı bulma sevdasına düşmedikçe, herhangi bir yerinden dalabilirsiniz çembere. Ama başlangıç adını veremezsiniz daldığınız yere.

Ne bir milad, ne bir eşik, ne bir son durak… Nereden yola çıkarsam çıkayım, hep bir öncesi var. Ben hiç tesadüf etmedim ama bilen birinden dinledim. Eskiden, sokaklardaki çöp kutularının yuvarlak, grimtırak, teneke kapaklarının olduğu günlerde, kızlı oğlanlı duvarın üzerine dizilen gençlerin oynadıkları bir oyun varmış. Belli sayıda insanın bir araya gelmesi gerekirmiş oyunun oynanabilmesi için; kalabalığa yol açmayacak kadar az, tenhalık yaratmayacak kadar çok, tam kararınca ve illa ki çift sayıda. Yuvarlak, grimtırak, teneke çöp kapağının üzerine, dört ayrı yön işaretlenirmiş önce ve “ne zaman?” sorusunu yanıtlayabilmek üzere, her biri ayrı bir yöne tekabül edecek biçimde dört ayrı kelime yazılırmış beyaz tebeşirle: “Hemen-Yarın-Yakında-Asla”. Ortadaki kulpundan hızlıca çevrilirmiş kapak ve o daha yavaşlamaya fırsat bulamadan, sırası gelen kişi, parmağını rasgele bir noktaya basarak, çemberin dönüşünü durdururmuş pattadak. Oyuna katılan herkes bu işlemi bir kez tekrarlar ve bu suretle, tarihler içinde hangisine yakın olduğunu bulurmuş peyderpey. İkinci turda, “kime?” sorusu için, dört ayrı yanıt yazılırmış, bu sefer dört ara yöne denk düşecek şekilde: “Bana-Sevdiğime-En Yakın Arkadaşıma-Hepimize”. Gene son sürat çevrilirmiş yuvarlak, grimtırak, teneke kapak. Gene birer birer uzanırmış parmaklar, dururmuş çember olur olmadık yerlerde. Üçüncü turda, sıra “ne olacak?” sorusunun yanıtını bulmaya gelirmiş. Kalan sekiz boşluğa, adil olma maksadıyla, dördü iyi, dördü kötü, sekiz pâre kelime sıralanırmış: “Aşk, Evlilik, Mutluluk, Zenginlik, Hastalık, Ayrılık, Kaza, Ölüm”. Tekrar dönermiş kapak ve “ne zaman, kime, ne olacak?” sorusunun bunca merak edilen yanıtları birer birer dökülürmüş oyuncuların avuçlarına: “Bana-Zenginlik-Yakında”, “Sevdiğime-Mutluluk-Yarın”, “En Yakın Arkadaşıma-Evlilik-Hemen” ya da “HepimizeAyrılık-Asla”… Başlamak zor değil. Ufak tefek değişiklikler yaparak oyunun biçiminde, aynı mantığı kullanabilirim ben de. Önce zamanlarını bulmalı hikâyenin: “Dün-Bugün-Yarın-Sonsuz Zaman”.

Ardından, ilgili mekânları sıralamalı birer birer: “Geldiğim Yer-Bulunduğum YerGittiğim Yer-Hiçbir Yer”. Derken, oyunculara gelmeli sıra: “Ben-Birimiz-HepimizHiçbirimiz”. Son olarak da, dörde dört dengeyi bozmadan, olası akıbetleri dizmeli aradaki boşluklara. Bu şekilde eğer dört kez üst üste çevirirsem yuvarlak, grimtırak, teneke çöp kapağını, eli yüzü düzgün bir cümle kurmayı başarabilirim. Ve bir cümle yeter de artar başlamaya: “2002 baharında, İstanbul’da, birimiz, vaktinin tamama, çemberin yuvarlağa ermesini beklemeden öldü.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir