Elif Safak – Mahrem

Akşam ezanından sonra, yokuşun tepesindeki vişne rengi çadırın batıya bakan kapısı kadınlar için açılırdı. İşte o zaman kadınlar üçer beşer, beşer onar girmeye başlardı yokuşun tepesindeki vişne rengi çadırın batıya bakan kapısından içeri. Gürültülerini de beraberlerinde getirerek. Koca çadırın haremlik kısmı onlara tahsis edilmişti. Kucaklarında şişkin bohçaları yanlarında mızmız çocuklarıyla, birbirlerine sokulup feracelerine sarılarak geçerlerdi eşikten. Yüzlerce kadın gelirdi buraya; her tıynetten, her meşrepten. Hangi millete mensup oldukları, hangi dilde konuşup hangi dinde ibadet ettikleri mühim değildi. Kadın olmaları kâfiydi; bir de, birlikte gelmeleri. Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi şart koşmuştu: Kadın dediğin yalnız başına varmamalıydı bu çadıra. Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi bilirdi ki, vişne rengi çadırın batıya bakan kapısı, ayın aydınlık yüzüydü. Bir de tuhaf bir hikâye anlatırdı onun hakkında. Dediğine göre ayın aydınlık yüzü, sevilmemekten korkarmış en çok, bir de ağlarken tek başına olmaktan. Gümüş bir tarakla tararmış saçlarını. Tarağın savatlı dişlerine takılan ışıltılı saç tellerini özenle toplarmış. Sonra, her bir saç telini gizlice bir başka insanın omzuna bırakırmış.


Saçı kimdeyse, onun gözünde unutulmaz olacağına inanırmış. Haksız da sayılmazmış hani; omuzlarında ayın aydınlık yüzünün ışıltılı saç telleriyle dolaşanlar, gece olur olmaz yüreklerinin niçin böyle sıkıştığını bir türlü anlayamayıp endişelerinin gözbebekleriyle birlikte büyüdüğünü bilmeden dalgın dalgın bakarlarmış gök kubbeye. Aradıklarının orada olduğunu derinden hisseder ama hislerine tercüman olamazlarmış. Hatta içlerinden bazıları bu semavi sevdaya kendilerini kaptırıp yemeden içmeden kesilirmiş. Neyse ki, ayın aydınlık yüzü çabucak sıkılırmış oyun arkadaşlarından. Gördüğü her sureti iki nefeste siler, bulduğu her muhabbeti tek yudumda içer, kurduğu her dostluğun dibine tez vakitte darı ekermiş. Hiç kimse yeterince acayip, hiçbir hikâye yeterince şairane değilmiş. Gene de vazgeçemezmiş insanlardan. Korkarmış çünkü; ölesiye korkarmış yalnız kalmaktan, ağlarken tek başına olmaktan. Bir kuyuya eğilip bakır bakraçtaki suda kendine bakmış bir zamanlar. “Ne kadar güzelim” demiş hayran hayran. “Öyleyse niçin çirkin biri kadar bile mutlu olamıyorum?” Kuyu homurdanmış, su bulanmış. “Ne kadar parlağım” demiş dalgın dalgın. “Öyleyse niçin yüreğimdeki karanlıktan kurtulamıyorum?” Bakır bakraç çatlamış, her çatlaktan ayrı ayrı su sızmış. Ayın aydınlık yüzü o gün bugündür uzak dururmuş kuyulardan.

Cevapsız kalan soruları hatırına düştükçe, yanından hiç ayırmadığı gümüş pudralığını açıp uzun uzun pudralanırmış. Her daim biricik olmak istermiş, eşsiz ve rakipsiz. Kendinden daha parlak bir dişiye tahammülü yokmuş, şayet bir gün böyle biri çıkarsa karşısına, onu ortadan kaldırmak için yapamayacağı şey de. Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi bu hikâyeyi durduk yerde anlatmazdı. Zira gayet iyi bilirdi ki, kadınlar en çok birbirlerine düşmandı. Kadınlar ne vakit bir araya gelseler evvela tepeden tırnağa birbirlerini süzer, şıppadak birbirlerinin derdini tasasını keşfeder, ancak ondan sonra hal hatır sormaya geçerlerdi. Muhabbet koyulaştıkça, nerede bir yırtık yahut leke, karanlık oda yahut mezbele varsa, teker teker tespit edip özenle işlerlerdi hasıraltı defterlerine. Arkadaşlıkları tavşan uykusuna benzerdi. Yüzleri birbirlerine dönük uyurlardı, en ufak çıtırtıya kulak kabartarak. Sırdaşlıklarının harcı yumurta aklarına bulanmış vehimlerle karılmıştı. Yapı sağlamdı sağlam olmasına da, zangır zangır sallanırdı dipten vuran ilk kuruntuda. Oysa gümüş bir ayna olmadan, işini tam yapamazdı gümüş tarak. Bir ayna lazımdı muhakkak. Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi bilirdi ki, kadınlar birbirlerinin akislerinde çirkinleşirdi. Birbirlerine katiyen arkalarını dönmemeli; yan yana, kol kola gelmelilerdi bu sebepten.

Yokuşu birlikte çıkmalı, bir vişne ağacı kadar kalabalık olmalılardı batıya bakan kapıdan içeri girdiklerinde. Kadınların bazıları zaten birbirlerinden ayrılmamayı huy edinmişti. Dost canlısıydı çoğu ya da öyle görünmek isterdi. Güle oynaya çıkarlardı yokuşu. Yokuşun dibinde cümbür cemaat başlattıkları yolculuğu, çadırın ağzında gene cümbür cemaat noktalayarak. Bazıları da, eninde sonunda bir araya gelmeleri gerektiğini gayet iyi bildikleri halde, mümkün olan en son adıma kadar ayrı ayrı, ayrı gayrı tırmanırlardı ilk merhaleyi. Soğuk nevaleydi çoğu ya da öyle görünmek isterdi. Yokuşun üzerindeki çeşme, onlar için dönemeçti. Çeşmeye vardıklarında, elmahkûm yaklaşırlardı birbirlerine. Kurum kurum kurulurdu çeşme; coştukça coşar, taşırırdı sularını. Kadınlar buz gibi suyla ağızlarını, alınlarını, boyunlarını ıslatırlardı. Oraya kadar bir başına gelmiş olanlar birer ikişer toplaşır, bu zaruri arkadaşlığa uysalca sokularak yollarına devam ederlerdi. Tanışma faslıyla geçerdi yokuşun ikinci kısmı. Bundan sonra birbirlerinden ayrılmamalılardı; bundan sonra yabancılar ahbap, ahbaplar ayakdaş sayılırdı. Her adımda herkes biraz daha ferahlar, biraz daha açılırdı.

Hatta koldaşlarının kollarında korkularından arınanlar bile çıkardı. Oysa Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi’nin emirleri katiydi; korkunun ta kendisi dahi olsa, hiçbir dişi dışlanmamalıydı çadıra sökün eden kadınlar güruhundan. İşte bu sebepten, akşam ezanından sonra, birbirlerine sokulup feracelerine sarılarak; kucaklarında şişkin bohçaları, yanlarında mızmız çocukları ve peşlerinde kadim korkularıyla sürü sepet cümbür cemaat girerdi kadınlar, vişne rengi çadırın batıya bakan kapısından içeri. Yayandı çoğu. Zira yokuşu faytonla çıkmakta ısrar edenlerin akıbeti, esrarengiz kazalara kurban gitmek olabilirdi. Bazen ters giden hiçbir şey olmaz; kan ter içinde de olsa, dik yokuşu çıkıp tepeye varmayı başarırdı atlar. Bazen de hiç sebepsiz devriliverirdi fayton. Buzda kayarcasına, son sürat gerisingeri yuvarlanırdı içindekiler. Bu tür vakalar her daim, bire bin katıp, bine bir gıdım esrar tozu serperek nakledilirdi. Hal böyle olunca da, her gaflette bir musibet ve her musibette bir alamet tespit etmeye alışkın kadın kısmı, neme lazım yokuş üstündeki evliyaları kızdırmaktansa, yokuşun başında faytonlarından inip tabana kuvvet tırmanmayı yeğlerdi. Arada sırada, tahtırevanla gelenler de olurdu. Bu, kalburüstü ailelerin akça pakça kadınları, güçlü kuvvetli hizmetkârların omuzlarında, mağrur bakışlarla çıkardı yokuşu. Ama dünya hali; bazı bazı, onlar da devriliverirdi. Yokuşun ikinci kısmının son adımında dönüp de geriye bakanlar, denizi görebilirdi. Mavi, masmaviydi deniz; rehindi duru durgunluğunda.

Bazı kadınlar, bazı bazı, delice bir fikre kapılırdı. Deniz, birikmiş sütünü akıtacak ağız arayan bir meme ucu gibi pütür pütür kabarır, sızım sızım sızlar, usul usul çağırırdı uzaktan. Şimdi… ne geçmişe kederlenmek, ne geleceğe didinmek; sanki… sadece ve sadece gözler-kapalı-ağız-açık kendini salarak, şu anı kana kana emmekle mümkün olabilecekti zamana doyabilmek. Neyse ki alesta beklerdi sorumlulukların yumağı. Gevşeyen ip, hızla geri sarılırdı. Çocuklar annelerine, kaynanalar gelinlerine, ahbaplar birbirlerine sahip çıkar; aklı denizde kalanlara, hava kararmadan vişne rengi çadıra varmak zorunda oldukları hatırlatılırdı. İşe yarardı. Kim olduklarını hatırlatmak, tıpış tıpış geri getirirdi beyhude hayallere kapılanları. Zaten Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi sık sık söylerdi: kadın kısmının gemisi batsa batsa, sorumluluklar ambarında açılan gedikten azar azar su ala ala değil, beklenmedik bir anda hayaller mendireğine gümbür gümbür yağan güllelerden ötürü batardı. Vaktiyle buraların bataklık olduğu söylense de, çadırı çevreleyen incir ve limon ağaçlarının baygın kokularını bir kez içine çekip, oya ağaçlarının eflatun tomurcuklarını görenin buna inanası gelmezdi. Burada serçeler neşeyle cıvıldaşır, tavus kuşları cakayla dolaşır, bülbüller görülmemiş güzellikte güllere nağmeler düzerdi. Kadınların kimine göre, eğer cennetten bir parçaysa vişne rengi çadırın etrafı, o dik yokuşa da olsa olsa sırat köprüsü olmak yakışırdı. Gene de kimse uzun uzun kafa yormazdı bu meselelere. Aslolan çadırın dışı değil, içiydi. Zaten işin doğrusunu bilse bilse Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi bilebilirdi.

Her meşrepten, her tıynetten kadına rastlamak mümkündü burada. Fıldır fıldır gözleriyle gelinlik çağında kız bakan çöpçatanlar, dudakları kıpır kıpır her şeye lanet okuyan huysuz kocakarılar, fırsattan istifade kafalayacak alıcı arayan ağzı bozuk bohçacılar, tepeden tırnağa mateme bürünmüş dullar, vaktinden evvel kocamış bakır akçe yellozlar, yaşından büyük gösteren yüksek kıranta orospular, tenlerinin pembeliğinden bütün günü hamamda geçirdikleri anlaşılan tazeler, kimin derdine neyin şifa vereceğini bir bakışta çözen insan sarrafı ebeler, kesenin ağzı açılmadıkça değil raks, tebessüm dahi etmeyen kuğu boyunlu çengiler, Balat’ın sefil barakalarından yoksul Yahudi kadınlar, bebeklerini sırtlarında, sırlarını koyunlarında taşıyan Çingene kadınlar, pembe tenli nazenin Çerkez kızlar, sürmeli gözlü abanoz saçlı Arap kadınlar, çadırı çevreleyen ağaçların dallarında ipek mendilleri uçuşan adaklılar, sedef kakmalı tahtırevanlarıyla arzı endam eden zengin Ermeni kadınlar, acımtrak baharat kokulu Acem kadınlar, kalburüstü ailelerin çocuklarına adabı muaşeret öğreten Fransız mürebbiyeler, zamanı gelince saraya hediye edilmek üzere yetiştirilmiş on parmağında on marifet cariyeler, karnı burnunda hamileler, kumpanyaların paylaşamadığı İtalyan aktrisler, torunlarının zoru, gelinlerinin dırdırıyla buraya sürüklenmiş dini bütün hacı nineler, Pera sosyetesinin olmazsa olmazları, Tatavla’nın hamarat Rumları, narin endamlı, süzgün bakışlı Rus kadınlar, sükse yapmış İngiliz dans hocaları, kocalarının her vurgununda yeni bir elbise daha diktiren tefeci karıları, Beyoğlu hastanelerinin fedakâr hemşireleri ve daha niceleri… genç yaşlı, çoluk çocuk, takım taklavat buradaydı. Birbirlerini ne dualarında zikreden, ne de rüyalarına buyur eden bunca farklı kadının, burada, bu zorlu yokuşun tepesindeki vişne rengi çadırın batıya bakan kısmında buluşmalarının tek bir sebebi vardı: Çirkinler çirkini, hilkat garibesi, cibilliyet vebali Samur Kız’ı görebilmek! Her şey, Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi’nin başının altından çıkmıştı. Zaten ondan başkası da bütün bunları akıl edemezdi. Cin gibi adamdı Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi. Acayipliği doğuştan belliydi. Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi, bu âleme şöyle gelmişti: Bir oğlan doğuramadığı takdirde son nefesini gözleri açık vereceğine inandığından, bu uğurda nice adaklar adayıp besili kurbanların kanını toprağa akıtan, kaç düzine kocakarıdan medet umup denemedik büyü bırakmayan anacığı, peş peşe altı kız doğurup bir o kadar da düşük yaptıktan sonra, nihayet bir gece rüyasında gördüğü saçsız sakalsız dervişten öğrendiği üzere, bahçedeki karadut ağacının en ince dallarına saçlarından kestiği örükleri bağlayıp etrafına da mumlardan halka içre halkalar örerek, yalvar yakar kocasını en içteki halkanın ortasında soyunmaya ikna edip soğuktan değil utançtan tir tir titreyerek, gene de yaptığından dönmeden ve “Konu komşu görür de rezil rüsva oluruz” demeden, oracıkta, o gecenin şafağında gebe kalmıştı Memiş’e. Kadıncağız, bebeğe bir şey olmasın diye değil ev işi yapmak, bir tek çöpü alıp şurdan şuraya koymadan tastamam ettiği dokuz ay on günün sonunda, rüzgârın çatıları uçurduğu bir sonbahar akşamında, yanık sesiyle ninniler söylediği ılık rahminden, ebeyi hayrete düşüren bir sükûnet ve metanetle çıkartıvermişti Memiş’i. Ahdetmişti. Doğacak oğlunun ismi Memiş olacaktı, tıpkı rüyasında gördüğü dervişinki gibi. Gerçi derviş rüyada ismini bağışlamamıştı ama kadıncağız böyle gönlü bol bir zata en çok yakışan ismin Memiş olduğundan son derece emindi. Adı üstünde, Memiş dediğin karıncayı dahi incitmezdi. Zaten Memiş bebek de bir “ah” bile dedirtmemişti annesine. Ablalarının aksine o, hamilelik boyunca annesinin ne durduk yerde gözyaşlarına boğulmasına, ne ismi işitilmemiş yemişlere aş ermesine, ne de sunturlu kâbuslar görmesine sebep olmuştu. Daha da tuhafı, doğumunun acısız olmasıydı.

Doğmamıştı da kayıvermişti; kaymamıştı da akıvermişti âdeta. Telaşsız ve umarsız akıvermişti bir kaptan bir başka kaba. Tek istediği, kimseyi rahatsız etmeden hemen şuracığa ilişivermekmiş gibi, zahmetsiz, eziyetsiz kayıvermişti ebenin ellerine. Boy boy sıralanan altı kızdan sonra ilk erkek çocuk! Kadıncağız o kadar emindi ki bu seferki evladının erkek olduğundan, bebek doğduğunda cinsiyetini sorma gereği bile duymadı. Başını yastığa gömüp odadaki kesif kokuyu içine çekti. Alışık olmadığı bir koku vardı odada; yakınlarda bir yerlerde, tahtakurularını kaçırmak için içine envai çeşit ağaç kabuğu konmuş bir buhurdan tütüyordu sanki. “Tuhaf şey” diye düşündü. Bu odada hiç tahtakurusu olmadığını onlara söylemeliydi. “Uyanınca” dedi kendi kendine, “uyanınca söylerim.” Som bir sevinçle tebessüm ederken sonuna, usulca kapattı gözlerini ve bir daha da açmadı. Ebe bir türlü gözlerini bebekten ayıramadığı için, annenin aralarından ayrıldığını uzun müddet idrak edemeyecekti. Tedirgin edici bir şeyler vardı bu mini mini oğlanda ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Allah’a şükür, bebeğin vücudunda bir sakatlık falan yoktu; ağlamayışına gelince, küçük bir şaplakla bunu da halletmek mümkündü. Başka bir şey vardı bu bebekte; başka… bir… şey… Az sonra komşu kadınlardan biri içeri dalıp kurban edilen koçun kanıyla dolu kâseyi ebeye uzattı. Ebe okuyup üfleyerek kâseye daldırdığı parmağını tam bebeğin alnına sürecekti ki, öylece kalakaldı.

Nihayet, tedirginliğinin sebebini bulmuştu: Bebeğin yüzü! Memiş bebeğin yüzü âdeta saydamdı. Ağzı-burnu-kaşı-gözü hem tastamamdı, hem de eksik. Ağzı-burnu-kaşı-gözü bizzat gelememişti de, yerlerine gölgelerini göndermişti sanki. Ebenin kaygısı odadakilere de sirayet etmiş olmalı ki, şimdi herkes pür dikkat eğilmiş, hiç ağlamayan, hiç kıpırdamayan, kendi saydam durgunluğunda öylece durarak ve sadece durarak, yeni tanıştığı bu âlemi kayıtsız bir nazarla selamlayan bebeğin yüzünü inceliyordu. İnceleyenlerin her biri, hem bu yüzü meydana getiren parçalarda hiçbir fevkaladelik bulamıyor, hem de parçaların meydana getirdiği yüzün fevkaladeliğinden gözlerini alamıyordu. Sanki bebeğin yüzünün her bir parçası gelişigüzel ortalığa saçılmıştı, ama gene de gelişigüzelliğinde bir nizam saklıydı. Hal böyle olunca da, yüzünün neye benzediği tam olarak anlaşılamıyor, güzel mi yoksa çirkin mi olduğuna bir türlü karar verilemiyordu. Velhasıl bebeğin yüzü kafaları o kadar karıştırmıştı ki, uzadıkça uzayan bu kasvetengiz andan zerre kadar hoşlanmayan ebe aniden ayaklanıp odadaki herkesi kışkışlamasa, kimsenin kundağın başından ayrılacağı yoktu. Kundaktaki bebek ve yataktaki ölüyle baş başa kaldığında, ebe lahavle çekip kendi kendine söylendi: “Elbet vardır bu işte de bir keramet!” Böylece, Memiş bebeğin ismine, bir de Keramet eklenmiş oldu. Ebeye kalsa, bu meseleyi daha fazla kurcalamaya lüzum yoktu. Zaten işin içine keramet girince, ötesine kafa yormak manasızdı. Ne var ki, bebeğin halası acar mı acar bir kadındı; pek de akıllı, hem de eli maşalı. O gün ortada ters giden bir şeyler olduğunu hemen sezinlemiş, ama el ayak çekilmeden dışarı çıkmak istemediğinden odasında oturup saatlerce Kuran okuyarak alamet beklemişti. Nihayet ev sessizleştiğinde, kucağına alıp keskin gözleriyle süzdü kundaktaki bebeği. Keramet Memiş bebeğin doğmaktan çok aktığı hususunda ötekilerle hemfikirdi.

Ama bu, öyle gececil nehirler gibi yatağını hınçla oyarak, delişmen şelaleler gibi gürül gürül çağlayarak, sürgit denizler gibi efkârla çalkalanarak, pejmürde sağanaklar gibi fütürsuzca boşalarak yahut bahar başında eriyen kar suları gibi daha ilk ılıklıkta galeyana gelerek akmaya pek benzemiyordu. Böylesine, akmaktan ziyade, damlamak demek daha doğruydu. Üstelik mesele bu kadarla da kalmıyordu. Zira damlamaktan damlamaya fark vardı. Su da damlardı, kan da; yağ da damlardı, zaman da; bir de gözyaşı damlardı mesela. Ama her biri farklı farklı damlardı. Kimisi buhar olup göğe ağmanın hasretiyle kendi kendini kurutur, kimisi değdiği yerde ahıyla durur, ahıyla yuğulur; kimisi hangi kovuğa sokulursa sokulsun hemencecik üste çıkıp kurulur, kimisi sonrasızlığından çıkıp yola, öncesizliğinde son bulur; kimisi de geçtiği patikalarda hatıra bırakırdı elem tortusunu. Keramet Memiş bebeğe gelince, onun damlayışı bunlardan hiçbirine benzemiyordu. O, damladığı yerde, damladığı halde, öylece kalacağa benziyordu; yani, bir su ya da kan, yağ veya zaman, yahut gözyaşı damlasından ziyade, bir mum damlasına. Hala, hâlâ hiç ağlamayan, hiç kıpırdamayan, sadece ve sadece olduğu yerde ve olduğu halde duran bebeği uzun uzun kokladı. Ve bebekten yayılan kesif kokunun mum kokusu olduğuna kesinkes kanaat getirdiğinde, korkuya kapıldı. Zira mum dediğin, sıcaklık kaynağından uzaklaşır uzaklaşmaz, aktığı yerde kalır ve kaldığı halde katılaşırdı. Mum dediğin, bağrından çıktığı sıcaklığa dönemedikçe sıvılaşamazdı. Oysa Keramet Memiş bebeği dünyaya getiren sıcak rahim, çoktan soğumaya başlamıştı. Yakında, ışık kaynağı annenin vücudu buz gibi soğuduğunda, sıvı evvela katı, sonra kaskatı kesilecekti.

Ve bir şey kaskatı kesildikten sonra mümkünü yok şekil almazdı. Oysa bebeğin yüzünün şekil almaya ihtiyacı vardı. Keramet Memiş bebeğin yüzü ile insanların arasına sanki mumdan bir perde çekilmişti, yarı şeffaf, yarı esrar. Kadıncağız işte o an anladı ki, aklını başına toplayıp derhal bir şeyler yapmalıydı. Mademki bu acayip bebek doğmaktan ziyade damlamıştı bu âleme, mademki tıpkı bir mum damlası gibi anbean katılaşıyordu değdiği yerde ve düştüğü halde ve mademki onu tekrar ısıtıp avutacak, avutup eritecek sıcaklık kaynağından tamamen yoksundu, hemen şimdi, şu anda müdahale edilmezse, bebeğin yüzü, şeffaf kıpırtısızlığında donakalacaktı. Velhasıl, elini çabuk tutmadığı takdirde, bir ömür boyu Keramet Memiş’in yüzü olmayacaktı. Hala hemen bir parça fındık kabuğu alıp ateşte kızdırdı. Sonra, bebeğin daha şimdiden katılaşmaya başlayan yüzüne şekil vermeye başladı. Fındık kabuğunun karasıyla ağız burun, kaş kirpik, çene alın, yanak şakak çizdi. Sıra gözlere geldiğinde, yataktaki ölü artık buz kesmek üzereydi. Yani, mum damlası bebeğin tamamen katılaşmasına ramak kalmıştı. Bu andan sonra katiyyen şekil almaz, maya tutmazdı. O kadar azdı ki vakit, telaştan eli ayağına dolanan hala, son bir gayretle atılıp iki incecik ve kesik kesik çizgi çiziktirdi göz niyetine. Bebeğin gözleriyle daha fazla uğraşmaya vakit kalmamıştı. O gün, halasının fındık kabuğuyla çizdiği çizgilerden geriye sadece bir yüz değil, bir de isim kaldı bebeğe: “Mumi!” Ardından Keramet Mumi Memiş’i babasına gösterdiler.

Adamcağız seneler sonra nihayet bir oğlu olduğunu öğrenince öyle sevindi, öyle sevindi ki, yedi mahallede tekmil fakir fukaranın karnını doyurmaya, ebe teknesinden beri su yüzü görmemiş kim varsa hamama sokup bitlerinden arındırmaya and içti. Ama daha lafını bitiremeden, ağulu bir yumru oturdu boğazına. Bir uğursuzluk hissetmişti. Kanadını kedi pençesine kaptırmış serçenin korkunç korkusuyla, yüreciği ağzında koşturdu karısının yattığı odaya. Gözlerini açmaya cesaret edemiyordu. Karanlıkta el yordamıyla buldu artık tamamen buz kesmiş vücudu. Karısının her daim ceviz ve tarçın ve karayel kokan saçlarına gömdü burnunu. Ama şimdi bütün bunlara başka bir koku eklenmişti sanki. Sanki… mum kokuyordu ortalık. Keramet Mumi Memiş bebeği annesinin yanına yatırdı. Odadan çıkarken, bir kez olsun dönüp de bakmadı; ne anneye ne bebeğe. İkisini birlikte, yan yana gömmüştü zihninde. Kapı ardından kapanırken, kendi kendine bir şeyler geveledi; belki de veda niyetine. “Keşke!” dedi. “Keşke yaşasaydı da, gene kız doğursaydı.

” Keramet Mumi Keşke Memiş işte böyle gelmişti bu âleme. Gerisi zamana kalmıştı. İleride, kalıbını büyüttüğünde, bir de Efendi eklenecekti mevcut isimlere. Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi cin gibi adamdı. Kafasının içinde her akşam ayrı bir iblis tayfası sazlı sözlü cümbüş yapardı. Kimsenin cesaret edemediği dallara o tırmanır, aklına koyduğunu tez zamanda kotarır, kotardığından çabucak sıkılırdı. Yeter ki istesin, sinekten yağ çıkarır, feleği kendi çemberinde kıstırırdı. Sonra da biçare feleği kendi çemberinde öylece bırakıp münafık kuytularda zındık tutkulara kapılırdı. Adı çıkmış, namı yürümüş izbe evlere sık sık dadandığı herkesin malumuydu. Söylediklerine göre, bu evlerin müdavimlerinin ve de sermayelerinin hikâyelerini dinlemeye bayılıyor; dinlediği her hikâyenin, tattığı her zevkin karşılığında çil çil altınlar saçıyordu. Bir de ara sıra ava çıkardı. Avlanmaktan maksadı, öyle elinde yayla doludizgin at koşturmak olmadığından, bütün gününü bin bir emekle hazırladığı tuzakları ince ince ayarlayıp asla fark edilmeyecek kuytulara yerleştirmekle geçirir, ama günün sonunda geri dönüp de tuzağa düşürdüklerini toplamaya üşendiğinden, avdan hep eli boş dönerdi. İstese, Karun kadar zengin, Süleyman kadar muktedir olmuştu çoktan. Olmuştu olmasına da, aklına esmeyegörsün, elinde avucundakini sebil edip dağıtır, beş kuruşsuz ortada kalırdı. Sonra, gene doğrulturdu belini.

Yeter ki istesin, kargayı bülbül, merkebi düldül diye pazarlar; şeytana pabucunu ters giydirip yedi mahalleyi seyrine toplardı. Hem insanları şaşırtmaya bayılır hem de şaşılmayacak işlere şaşırdıkları için onlardan soğurdu. Ne var ki, maharetleri yahut zekâsı değildi Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi’yi böylesine acayip kılan, gözleriydi. Çocukken de böyleydi gözleri. Hep böyleydi. Ne hissettiğini ele vermezdi. Belki de bir şey hissetmezdi. Çocukluğu da böyle geçmişti. Bir yanda ablaları vardı. Sırf o sıkılmasın diye her yeni gün, oynayacak yeni bir oyun bulan; giden annenin sıcaklığını aratmasın diye ahşap evin her köşesinde yaz kış, gece gündüz boy boy kandiller yakan; çocuğun cezalı olduğu akşamlarda gizlice odasında toplaşıp, kurdukları perdede sabahlara kadar hayal oynatan; en güzel masalları toplayabilmek için şehrin dört bir köşesine dağılıp kapı kapı dolaşan ve hatta bu uğurda çeyizlerinin en gözde kısımlarını dağıtmaktan geri durmayan; içlerinden biri daha evvel hiç duyulmamış, hiç anlatılmamış bir masalla dönmeyegörsün, kıskançlıktan yataklara düşen; birer birer evlenip çoluğa çocuğa karıştıktan sonra bile, kocalarının dayaklarına, evlatlarının sitemlerine rağmen en küçük kardeşlerini herkesten ve her şeyden çok sevmeye devam eden ablaları… Beri yanda babası vardı. Akşamları hava karardığında oğlunu karşısında görmekten hoşlanmadığını saklamayan, son nefesine kadar karısının öldüğü yatakta yatıp bir daha hiçbir kadına el sürmeyen, bazı geceler aniden ayağa fırlayıp bağıra çağıra evdeki bütün kandilleri kıtır kıtır doğrayan; kızlarının bu küçük oğlana gösterdikleri alakaya her daim muhalefet eden, durduk yerde hiddetlenip, kızılcık sopasını çıkaran, ertesi gün kendine gelir gelmez ilk işi biricik oğlunu sormak olan, çocuğun morarıp çürümüş etlerini görünce pişmanlıktan kahrolup ondan af dileyen, ama aradan birkaç gün bile geçmeden daha beter hiddetlenip, daha beter döven, hiç durmadan içip hiç durmadan küfreden, elinden hiçbir iş gelmeyen babası… Çocukluğu işte bu zıtlıklar arasında yalpalamakla geçmişti. Bir yanda ablalarının daimi sevgisi, öte yanda babasının geçici hiddeti. Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi’nin acayipliği işte ta o zamandan belliydi. Zira ister el üstünde tutulup baş tacı edilsin, ister horlanıp eziyet görsün; ister yediği önünde yemediği ardında olsun, ister kuru ekmekle suya talim etsin; ister sevilsin, ister dövülsün, en ufak bir değişiklik olmazdı bakışlarında. Bir kez olsun ne hissettiğini ele vermezdi gözleri.

İki kesik, iki incecik çizgi halinde çizilmiş çekik gözleri, sanki her türlü duygudan azadeydi. Çocukken de böyleydi, büyüdüğünde de. Gün geldi, altı ablasının altısının da münasip gördüğü bir kısmet bulundu. Evlenip kısmetini karşısında gördüğünde bile, gözleri her zamanki gibi, her zamanki kadar dilsizdi. İşte o zaman, dönmesi zor bir dönemece vardı. Gerdek gecesinde, yüzünü gösteren aynayı kırdı. Ve daha önce hiç bakmadığı gibi, hiç bakmadığı kadar kendine baktı. Kırk yamalı tek iplikli şaman kisvesi gibiydi ayna kırıklarındaki aksi İpliği çekince dağılacaktı, dağıldığında bile bir aradaydı. Gelişigüzel saçılmıştı, gelişigüzelliğinde bir nizam vardı. Sonsuzdu zaman, sınırsızdı mekân Öyleyse bu kalıpta niçin sıkışıp kalmıştı? Makası aldı ve İsmiyle mühürlenmiş hikâyeyi kırptı; kırpıkları zamanlara ve mekânlara saçtı. Bir başka zamanda, çok çok sonra ya da pek yakında, Ve bir başka mekânda, çok çok uzakta ya da hemen burada Bir daha dönmek üzere bu dünyaya hemen şimdi yok olmalıydı. Yok olmak istediği halde hâlâ buralarda, bu kalıpta oyalandığını gördükçe birbirinden kötü günler geçirdi. Delikaçık bir kahkaha misali paramparçaydı. Ama yaşadı. Ve nice sonra, bir sabah alacasında yeniden çıktı sokaklara.

Eskisi gibi değil ama, bir başkalık vardı sokağa çıkışında. Etrafa bakındı. Her zamanki gibi değil ama, bir başkalık vardı etrafa bakınışında. Bir iğne yastığıydı gözbebekleri. Işık çemberine batan kem gözlerden, bed sözlerden delik deşikti. Bazı bazı deliklerden su sızıyordu. O da böyle ağlıyordu. O kadar uzun zaman olmuştu ki yürümeyeli, ne bacaklarının her adımda titremesine mani olabiliyor, ne de gideceği yönü tayin edebiliyordu. Her yön birdi sanki; her geçit aynı çıkmaza açılıyor, her sokak tıpatıp ötekine benziyordu. Galiba bıraktığı gibiydi hayat; Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi’nin ne bunca zamandır ortalıkta olmadığından haberdardı, ne de geçirdiği buhrandan. Bir kadın geçiyordu sokaktan; genç ve dinç, biraz da hoppa. Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi, su başını kesmiş harami gibi dikildi kadının karşısına. “Nereye böyle?” “Evime” dedi kadın. Sanki evi hemen oracıktaymış gibi, eliyle iki adım ötesini işaret ederek. Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi iyice yaklaştı kadına.

Dudaklarını görmek, gördüğünü öpmek geçti içinden ama daha bunu düşünür düşünmez, şekerriz bir tat doldu ağzına.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir