Elif Safak – Sehrin Aynalari

Ne zaman içim daralsa, niçin buraya geldiğimi hatırlatıyorum kendime. Bıkıp usanmadan tekrar ediyorum, kafamda hiçbir şüpheye yer kalmasın diye: “Aynalar şehrine geldim çünkü benden evvel yazılmış bir hikâyenin içindeyim. Aynalar şehrindeyim çünkü kim olduğumun peşindeyim.” Geldiğimden beri neredeyse hiç dışarı çıkmadım evden. Sadece bir kere kayığa binip karşıya geçtim; bir de, birkaç kez sabahın tenha saatlerinde Hasköy’ü arşınladım, o kadar. Yukarı mahallenin yakınlarındaki o meşhur kuyuya taş attım bir defasında. Sonra, kuyuya yaslanıp, taşın çıkartacağı sesi bekledim uzun uzun. Fakat ses bir türlü gelmedi. Ne suya dalan, ne de toprağa çakılan taşın sesi… Sanki taş kuyunun dibine varamadan, daha yarı yoldayken, buhar olup göğe ağdı. Bu kuyu ürpertti beni. Sade kuyu mu? Bu şehir beni korkutuyor. Burası hiçbir yere, hiçbir şeye benzemiyor. İnsanları pürtelaş, sokakları pürvelvele. Her an tetikte bekliyorum; kopacak kıyametin nişânelerini arıyorum karşıma çıkan her sûrette. Kim bilir, belki de gariplik bende.


Korkularla büyütüldüğüm, hep birilerinden, bir şeylerden korktuğum için belki de bu şehir böyle dehşetengiz görünüyor gözüme. Gene de bir türlü anlayamıyorum. Babam, kokularını yadırgadığım bu şehrin nesini sevdi, niçin bilhassa buraya geldi? Ve niçin buraya “aynalar şehri” dedi? Haham Yakup ziyaretime geldi birkaç kez. O kadar yaşlı ki, sade saçları değil derisi bile ağarmış sanki. Ondan babamı anlatmasını isteyemiyorum bir türlü. Zaten o da bu konuyu açmaya pek hevesli görünmüyor. Tuhaf bir adam. Bazen halimi anlayıp bana hak veriyor sanki. Gözlerinde, bir hayli yabancısı olduğum ama beni pek de rahatsız etmeyen şefkat parıltıları buluyorum böyle zamanlarda. Bazen de hâlâ cemaate katılmadığım için ateş püskürüyor. Sesini kâh yükseltip kâh alçaltarak paylıyor beni. Haksız da sayılmaz hani. Şimdiye değin, onca badire atlatıp da bu şehre ayak basmayı başaran Yahudilerin yaptıkları ilk iş, bunca zamandır bir kendilerine ve belki de rüyalarına sakladıkları dinleriyle tanışmak olmuş. Bu insanlara, aldıkları her yeni isim, yepyeni bir geçmiş sunmuş. Bana gelince, ben bunu yapmak istediğimden emin değilim.

Daha kim olduğumu bile bilmeden, kalkıp bir de din edinmek mânâsız geliyor. Bu, bir gölgeye kıyafet dikmek gibi bir şey. Hangi gölgenin kıyafete ihtiyacı olabilir ki? Evin işlerini çekip çeviren, yemeklerimi pişiren bir kadın var. Yaşlı, Müslüman bir kadın. İsmi Zişan. Yaşına rağmen beni hayrete düşürecek kadar çalışkan. İş yaparken dudakları kıpır kıpır. Devamlı dua ediyor. Ara sıra meraklı gözlerle süzüyor beni, ama hiçbir şey sormuyor. Bazen, gizlice, okunmuş çörekotları koyuyor yastığımın altına. Nedense böyle zamanlarda hep deliksiz uyuyorum. Zişan Kadın’ın varlığından hoşnudum. Belki bu sadedil kadının dindarlığıdır bana böyle huzur veren. Onun batıl itikatlarında, içimi kaplayan boşluğa haddini hatırlatan, korkularımı yatıştıran bir şeyler var. Belki de, tıpkı benim gibi korkularla yaşayan birine rastladığım için memnunum.

Zişan Kadın baktığı her yerde, duyduğu her çıtırtıda görülmeyeni, duyulmayanı tespit ediyor. En büyük korkusu ise evin karşısındaki evliya türbesi. Yağmurlu gecelerde evliyanın ayaklanıp sokaklarda dolaştığına, bazen de sırf muziplik olsun diye evlerin kapısını çaldığına inanıyor. Eğer böyle gecelerde birisi çıkıp da türbeyi gözetlemeye kalkarsa evliyanın bundan çok rahatsız olacağını, rahatsız olduğunda da pılı pırtıyı toplayıp bir başka diyara göç edeceğini, giderken de hayırdualarını beraberinde götüreceğini söylüyor. Ve eğer yağmurlu bir gecenin sabahında, daha gün ağarmadan kalkarsam; kalkıp da gözlerimde biriken çapakları yıkayıp tertemiz bir nazarla dışarı bakarsam; evliyanın, kadri bilinmemiş bir kolyenin boncukları gibi çamurlara saçılmış ayak izlerini görebileceğimi fısıldıyor kulağıma. Zaman zaman, haramilerin pusu kurduğu bir yolda yüreğini çaldırmaktan korkan bir yolcunun tedirgin adımlarıyla evden ayrılıp, türbeyi ziyarete gidiyor. Giderken darı götürüyor yanında. O ve onun gibi pek çok Müslüman kadın türbenin etrafına darı döküp, dua ediyorlar. Zişan Kadın’la inatlaşmak gibi bir niyetim yok, ama ben yağmurlu gecelerde evliyanın türbesine bakmayı seviyorum. Böyle gecelerde evliyayı değil, oraya buraya saçılan ve her yağmur damlasıyla birlikte toprağa biraz daha gömülen darı tanelerini düşünüyorum. Sabahları, üzerinde minicik mavi çiçekleri olan, kulpu yaldızlı bir fincanla kahve getiriyor bana. Buraya geldiğimden beri mütemadiyen kahve içiyorum. Çikolatanın yerini tuttuğunu söyleyemem ama galiba adamakıllı alıştım kahveye. İçmediğimde huzursuz oluyorum. Korkularım büyüyor.

Zişan Kadın falıma bakmak istiyor ısrarla. Bilmediklerimi bilmesini istemediğimden, münasip bahanelerle geçiştiriyorum her defasında. Geldiğimden beri yağmur yağıyor şehirde. Zişan Kadın, evliyanın her gece her gece dolaşmaktan bitap düşmesinden korkuyor. Bense, ne zaman güneşin sarısını özlesem, niçin buraya geldiğimi hatırlatıyorum kendime. “Aynalar şehrine geldim çünkü benim hikâyemin önünü, benden evvel kaleme alınmış bir başka hikâye tıkıyor. Aynalar şehrindeyim çünkü bir kez şu bendi yıkabilsem sular çağlayacak, deli deli akacak; hissediyorum.” Her zaman bu kadar süslü cümleler kurmayı başaramıyorum oysa. Bazen hakikat bütün çirkinliği ve çirkefiyle karşıma dikildiğinde, âkıbetimi allayıp pullamak, süsleyip püslemek gelmiyor içimden. Böyle zamanlarda gözlerimi kapatıp, usulca arkama yaslanıyorum ve küfre özenen kelimelerin dişlerimin arasında bıraktığı o kekremsi tatla oyalanıyorum. “Aynalar şehrindeyim çünkü ben bir korkağım ve ne olduğunu bilen her korkak gibi, bu sırrı kendime saklıyorum.” Sırlar Zira, zerrelerin denizlerden ve denizlerin zerrelerden hâsıl olduğunu biliyor. Yakup K. Karaosmanoğlu Kadeh Hayat denizi sakin olduğunda, daha da korkunçtur; çünkü sükûnetin ortasında fırtına saklıdır. Luis de Leon, Obras, VII Duvarları melek ve şeytan tasvirleriyle bezenmiş geniş yemek odasında, zaman istirahate çekilirdi sanki.

Burası, kimselerin dalgalandırmaya cesaret edemediği sisli, yosunlu, ağlamaklı bir göle benzerdi. Kuşlar ve böcekler, yabankazları ve yılanbalıkları gün boyu bu gölün etrafında, içinde, üstünde dolaştıkları halde, ona dokunmadan yaşamayı öğrenmişlerdi. Zira göl, dokunmaktan da dokunulmaktan da hazzetmezdi. Ara sıra buğusunu temizleyip, baygın gözlerle kendini seyrettiği boy aynasında ezeli kıpırtısızlığı bozmaya aday tek bir gölge bile görmek istemezdi. Kabul etmeye yanaşmasa da, hikâyesi geçmişte, geçmişi yemininde gizliydi. Sularını toplayıp, en ufak bir hareketi anında boğmaya yemin ettiği günden beri bu hep böyleydi. Alonso Perez de Herrera, her gün olduğu gibi bugün de, yemek öncesi duasını ederken, sofradaki nimetleri kâfi bulmayarak daha fazlasını elde edebilme hırsıyla tokluk içinde açlık, varlık içinde yokluk yaşayacağı günleri görmektense bir an evvel canını alması için Tanrı’ya yalvarmıştı. Her seferinde gözlerinin yaşarmasına, tepeden tırnağa ürpermesine sebep olan bu dokunaklı duayı tamamladığında, tam karşısına denk düşen resme dalmıştı. Sofrayı kuran hizmetkârlar, parmaklarının uçlarında yürümeye ve ortalıkta fazla görünmemeye gayret ediyorlardı. Koca evde çıt çıkmıyordu. Bu kıpırtısızlık oyununa ayak uydurma zahmeti göstermeyen tek şey çorbadan yükselen dumandı. Muzip ve lâkayt, serkeş ve hırçındı çorbanın dumanı. Oynak bir nağmeye eşlik edebilmek için kıvrılıp, önü sıra katmerlenerek çoğalan emsalsiz bir güzelliğe göz süzmekte; kendi âleminde, bir başına olmanın tadını çıkarmaktaydı. Alonso Perez de Herrera’ya gelince, o, hem iyice soğuduğundan emin oluncaya kadar çorbayı dudaklarına yaklaştırmadığından hem de resmin karşısında kendinden geçtiğinden, dumanın bu küstahlığını fark etmemişti. Zaman istirahate çekilmiş; göl, gene kim bilir neye öfkelenmişti.

Nice sonra Alonso Perez de Herrera, gölü dalgalandırmamak için mümkün olduğunca ağır hareket ederek, yemeğini yemeğe başladı. Ara sıra durup, düşünceli düşünceli kafasını sallıyor, sonra gene eskisi gibi ağır hareketlerle yemeye devam ediyordu. Sesi dinliyordu. Şu anda ondan başka hiç kimsenin işitmediği ses, tam karşısına denk düşen resimden geliyordu. Resmin çerçevesini süsleyen altın kabartmalar, uzaktan bakıldığında, incir yapraklarına benziyordu; korkunç bir ayıbı örtmek için iç içe geçmiş, kol kola girmiş incir yapraklarına. Duvarın genişçe bir kısmını kaplayacak kadar büyük olan bu resim Alonso Perez de Herrera’yı ölüm döşeğinde tasvir ediyordu. Resmi bundan dört sene evvel, boğazına kadar borçlandığı için hünerlerini karın tokluğuna sergileyen bir İtalyan ressama yaptırmıştı. Resmin tamamlandığı günden bu yana da, yemeklerini onun karşısında yemeyi, içkisini onun karşısında yudumlamayı ve en zor, en mühim kararlarını onun karşısında vermeyi âdet edinmişti. Resim, yemek odasının dışında bir âlemi tasvir etmekten çok, onun devamı, hatta aksiydi sanki. Kan yoktu resimde; göz alacak tek bir renk yoktu. Resimdeki karanlık ile odaya hâkim olan karanlık birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış, yekvücut olmuşlardı. Resmin tek aydınlık noktasında, limon sarısı yüzüyle Alonso Perez de Herrera geniş bir saman yatağa uzanmıştı. Yataktan sarkan sol kolunun parmakları sanki son anda, görünmeyen bir tüyü, yere düşmesine ramak kala, havada yakalamıştı. Odanın öteki ucunda, sımsıkı kapalı perdelerden sızmayı nasılsa başarabilmiş bir ışık huzmesinin aydınlattığı yerde, sapsarı yüzüyle Alonso Perez de Herrera, resimdeki halini hayata taşıyabilmekten hoşnut, karşısındaki kendini seyrediyordu. Kendini seyrediyordu, berikinin resminde; Hayatı resmediyordu, ölümün sûretinde.

Resmi duvarına astıktan sonra ilk iş olarak yemek odasındaki eşyaları değiştirmişti. Resimdeki renklerle bağdaşmayıp onun hâkimiyetini kabullenmeye yanaşmayan bütün eşyalar, yemek odasını birer birer terk etmişti. Bununla da kifayet etmeyen Alonso Perez de Herrera, yemek esnasında kullandığı tüm tabak çanakları bir ustaya yaptırmak sûretiyle, ölümün yüzleriyle tezyin ettirmişti. Hiç şüphesiz bunların arasında en çok sevdiği şey, evde bulunduğu zamanlarda elinden bırakmadığı içki kadehiydi. Kenarları yaldızlı kadehin üzerinde göz çukurları yeşile boyanmış bir iskelet duruyordu. Kadehin ayağından çıkan siyah çizgi, ilk bakışta kurumuş bir dalı andırsa da, aslında, deri değiştirmeyi beceremediği için birikmiş ölü derilerin ağırlığı altında ezilen bir yılandı. İşin aslı, yılandan çok, onu resmeden ustaydı beceriksiz olan. Fakat Alonso Perez de Herrera yılanın ilk bakışta yılana benzememesinde derin bir mânâ bulduğundan, kadehi yapan ustaya karşı kötü hisler beslemediği gibi, aksine, onu takdir ediyordu. Yılana benzemeyen yılanın kırmızı dili iskeletin sağ ayağına değiyordu; iskelet bunun farkında olmasa da. Zaten yılanın esas gayesi iskelete ulaşmaktan çok, kadehteki şaraptan hiç olmazsa bir yudumcuk alabilmekti. O bir yudumla sırtındaki bütün yüklerden kurtulmayı, gençleşip taptaze bir deriye kavuşmayı ümit ediyordu. Bu sebepten, olduğu yerde debelenip şekilden şekile giriyor; bir çıkar yol bulabilmek için bin takla atıyordu. Alonso Perez de Herrera ise bu kadehe kavuştuğu günden bu yana, içtiği her yudumdan emsalsiz bir keyif alıyordu. Şarabı dilinin üzerinde gezdirirken yılanı altediyor; onu kıvrandırmanın, inim inim inletmenin tadını çıkarıyordu. İçtiği her yudumda, iblisin kapkara kıllarla kaplı derisinde bir yara daha açmış oluyordu; yaralanan iblis de olsa, kan akıtmamaya dikkat ederek… Oldum olası ölümden bahsetmeyi severdi.

Bu dünyadaki vazifesinin, insanları ölümün dehşetiyle, kendi ölümleriyle tanıştırmak olduğuna inanırdı. Zavallı faniler bu tatsız tesadüften ne kadar kaçmaya çalışırlarsa çalışsınlar, çabalarının beyhûde olduğunu her fırsatta yüzlerine haykırırdı. Sonra, bir adım geri çekilip, o yüzleri kaplayan korku bulutlarını seyreder; sabırla yağmurun yağmasını beklerdi. Hiç nazlanmazdı yağmur; bir kez olsun gecikmezdi. Kara bulutlar göğü kaplar, kulakları sağır etmeye namzet bir gök gürültüsü ortalığı inletir ve bîçare faniler dizlerinin üzerine düşerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlardı. O vakit gökyüzü yeryüzüyle, bulut toprakla, su tohumla buluşur; hırçın bir çamur deryasında hızla dibe doğru çekilirdi ölümlülerin vücutları. Çamurun içinden uzanan ellere, kopan feryatlara ve son anda dile getirilen pişmanlıklara bîgane kalırdı. Onlar için yapabilecekleri burada noktalanmıştı. Tabağındaki et dilimlerini bitirdikten sonra arkasına yaslandı. Hizmetkârların da gayet iyi bildikleri gibi, eti çok pişmiş olmalıydı. Kan görmeye tahammül edemezdi; her ne yerse yesin, her ne yaparsa yapsın, kan akmamalıydı. Ölümün ve hayatın resminde göz alıcı tek bir renk bile olmamalıydı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir