Elif Safak – Semspare

Gurbet tuhaf bir kelimedir, söyler söylemez ağızda kekremsi bir tat bırakır. Dil üstünde bir katre kaya tuzu, kolay kolay erimeyen. Bir saklı burukluk, kendini hemen ele vermeyen. “Tarif et” deseler, edemezsin. Bir şey hep yarım kalır, bir nokta hep eksik. Kabataslak anlatır ama tam karşılığını bulamazsın. Bir kez telaffuz eder, bir an duraklarsın. Öyle kelimeler vardır ki, istesen bile hafife alamazsın. Gurbet kelimesini öyle şıp diye bir başka dile çeviremezsin mesela. Farklı farklı kavramlar ve ifadelere başvurursun aynı anlamı yakalayabilmek için. Baktın ki doğrudan aktaramıyorsun, dolaylı anlatımı denersin: Anavatan, sıla, memleket, hasret, uzak, ayrılık, geçmiş… Hepsini kullanmaya kalkarsın bir ya da birkaç cümle içinde, gene de olmaz. Sabun gibi kayıverir avuçlarının arasından kelimenin mânâsı. Rüzgâra yakalanmış uçurtma gibi savruluverir. Tutamazsın. Bir türlü kelimenin karşılığına denk gelemezsin Batı dillerinde.


Uzun yıllardır göç veren, insanlarını ya ekonomik, ya politik, ya dinsel, ya duygusal sebeplerle uzaklara gönderen, sürgünlere yollayan, yokluğuna mahkûm eden toplumlarda bulursun ancak “gurbet” kelimesini. Göç almaya alışkın, gelişmiş ve müreffeh Batı toplumlarının sözlüklerinde yoktur böyle bir tını… Ne de böyle bir hüzün, böyle bir diken gramerlerinde. Gurbet görünmez bir kıymıktır çünkü, batar etine; derinin altında, parmağının ucunda sıkışmış kalmıştır, yaşar seninle. Çıkarmaya kalksan çıkaramazsın, göstermek istesen onu da yapamazsın. Etin kemiğindir artık, bedeninden bir parça. Ayrılmaz bir uzvundur, ne kadar yabancı, ayrıksı olsa da. *** Tam yirmi yedi senedir gurbette yaşayan bir Türk aileyle tanıştım. Kapılarını açtılar, yüreklerinin perdesini araladılar. Onlar anlattı, ben dinledim. Fotoğraflara baktık uzun uzun. Artık üretilmeyen kartpostallar, nicedir hayatta olmayan akrabalar, bir gölgeden ibaret anılar, binlerce kez anlatılmış askerlik hatıraları, darbe sonrası memleketimden insan manzaraları… Torunlar bizimle oturdu, çaktırmadan tebessüm ettiler duygusallığımıza. İngilizceyi su gibi, Türkçeyi aksanlı ve kırık dökük konuşan, anadillerinde hiç kitap okumayan, Türkiye’ye dair kallavi ve sabit fikirleri olan gençler… Türk asıllı İngilizler. Dışarıda çayı porselen fincanda ve sütlü, evde ise muhakkak demli ve ince belli cam bardaklarda içenler. “Bir gün döneriz” diyor babaları, sonra kaşlarıyla en genç oğlunu işaret ediyor: “Ama bunlar dönmez. Yazları gidince bile yadırgıyorlar.

” Köşede oturan yaşlı dede inceliyor beni, konuşmuyor. Kulaklarının iyi işitmediğini, aklının ise bir gelip bir gittiğini söylüyorlar. İlk başlarda ne vakit söz alsam ona da sesleniyorum ama çok geçmeden ben de diğerleri gibi kanıksıyorum onun var ile yok arası sessiz tanıklığını. Bir tuhaf eşya gibi kenarda duruyor. Ben de görmez oluyorum. Çaylar, börekler ve kenarından tırtıkladığım incir tatlısının ardından ayrılmak üzereyken aniden arkamdan birisi sesleniyor. Dönüp bakıyorum ki dede. Yanına gidiyoruz, sesi boğuk bir hırıltı gibi çıkıyor. Rahatsız ettim endişesiyle birkaç kelime geveliyorum. Ailenin gelini imdada yetişiyor. Yazar olduğumu söylüyor. “Edebiyatçı kısmı böyle meraklı olur” dercesine. Ama yaşlı adam ikna olmuşa benzemiyor, gözleri üzerimde; hatta hafif sinirleniyor bize, ne dediğini anlamadık diye. Tekrar ediyor. Ancak o zaman anlıyorum deminden beri ne dediğini: “Bana niye sormadın?” Bana niye sormadın hikâyemi? Onlara sordun da bana niye anlattırmadın? Çantamı bırakıp yanına oturuyorum.

Ona soruyorum bu sefer seneler evvel buralara nasıl geldiğini. Başlıyor anlatmaya. Söylediklerinden bir şey anlaşılmıyor, sesi bozuk bir gramofondan yükselen eski bir türkü gibi tanıdık, inip çıkıyor. Dinliyorum. Ne anladığımın, hatta ne konuşulduğunun bile önemi yok. Önemli olan onun anlatıyor olması. Ayrılırken bir cümleyi yakalayıveriyorum. Dişsiz ağzından topladığım birkaç hece düşüyor önüme. İpi kopmuş tespih taneleri gibi. “Taş yerinde ağırdır” diyor gülümseyerek. “Bizim bir ağırlığımız kalmadı bu dünyada.” Sessizce çıkıyorum oradan. Kapanıyor kapı ardımdan. Bir gurbet sahnesidir tanık olduğum; avuçlarımda, saçlarımda kelimeler… Birbirine “Tutunamayanlar ” Erkek, kadını çoook sevdi. Ve çabuk sildi.

Aşklarını da, ayrılıklarını da büyük çalkantılarla yaşamayı huy edinenlerdendi. Hikâyesini bana anlattığında ilgilenmedim evvela. Belki de önyargılıydım ona karşı. “Dinle” dedi. “Bir de benden işit şunu.” Serseri ruhluydu, kolay kolay kimselere bağlanmaz tiplerden. “Önce bir hayatın cilvelerini göreyim, sonra kendimi keşfedeyim, derken bir kez de 80 günde devriâlem edeyim; valla ancak o zaman bir yuva kurmayı aklımdan geçirebilirim” derdi her zaman. O daha bebekken leylek sürüleri beşiğinin üzerinden uçmuştu; yerinde duramaz, bir yastıkta kocayamaz, bir adrese bağlanamazdı. Ofisinin, evinin duvarlarında farklı diyarlardan getirilmiş onlarca resim ve eşya vardı. Güney Afrika’da, Kuzey Amerika’da, Uzakdoğu’da çekilmiş fotoğrafları süslerdi etrafı. Meditasyon yapmışlığı, hatta Hindistan’da bir aşramda bulunmuşluğu da vardı. Ama öyle el etek çekerek yaşamak ona göre değildi doğrusu. Nefsi ona batmazdı. Tam tersine, nefsi ile ahbaptı. Yapacak işleri vardı; gezilecek yerler, kazanılacak başarılar.

Bunu hiç dile getirmese de başka kadınlar tanımak istiyordu, içlerinden birine “Karım” demeden evvel. Sadakat, yedi harfli bir kelimeden ibaretti onun için. Mümkün mertebe kullanmazdı. Kendini burjuva ilişkilerin üzerinde görür, başkaları için geçerli olan ölçütlerin onu zerre kadar bağlamayacağına inanırdı. Zor adamdı. Kendince ilkeleri vardı. Siyasetten hoşlanmazdı. Yerli sanatçıların hiçbirini beğenmezdi. Kolay burun kıvırırdı. Yerli roman okumazdı. Caz dinler, Amerikan edebiyatı takip ederdi. Reklam sektöründeydi. Sarhoş olduğunda bile bir kadına sarktığı görülmemişti. Hep dik dururdu. Kadınların da huyudur malum.

Bir erkek ne kadar ulaşılmaz olursa o kadar caziptir cins-i latifin gözünde. O da bu oyunu iyi oynayanlardandı. Ağırdan satardı kendini. Hiçbir hatunun peşinde koştuğu görülmemiş, duyulmamıştı. Hep arzulanan, uğruna gözyaşları dökülen oydu. Kadınları severdi halbuki, hem de çok. Ama daha da sevdiği bir şey varsa o da onları kendine hayran bırakıp, sevip okşayıp, ardından terk etmekti. Velhasıl, evlilik müessesesine soğuktu. “Başımı bağlayacak hatun anasından doğmadı daha” derdi kafası iyi olduğunda. Gülerdi erkek arkadaşları. Ve ona yarı sitem yarı hayranlıkla bakardı arkadaşlarının eşleri. Yalnız kaldıklarında onu çekiştirirlerdi. Ona kızar, içerler, hatta ismini yerden yere vurur ama bir yandan da onu ciddiye alırlardı. *** Kadın, erkeği çoook sevdi. Ve bir kalemde çiziverdi.

Oysa bağlandı mı bırakmayanlardandı. Hikâyesini bana anlattığında ilgilenmedim evvela. Belki de önyargılıydım ona karşı. “Dinle” dedi. “Bir de benden işit şunu.” “Erkekler özgür olmak istedikleri için evlenmeye yanaşmıyor ya, aslında kadınlar da öyle” derdi onu tanıyanlara. “Şimdi ben evli bir kadın olsam ne dünyayı dolaşabilirim ne kariyerime odaklanabilirim ne de çıkıp tozabilirim, yalan mı? Özgürlüğümün tadına varabilmem için daha uzun süre bekâr kalmam lazım.” Böyle dedi, böyle yaşadı senelerce. Lakin bir gün otuz yedi yaşına bastı. Paniğe kapıldı. Bedeni bir saat gibiydi. Tik-tak. Bir şeylere geç kalmaktan korktu. Koşup da yetişememekten. Eskiden farkına bile varmadığı ayrıntılar gözüne battı.

Meğer ne çok kız arkadaşının bebeği vardı. Onları seyretti; pusetleri, biberonları, oyuncaklarıyla ayrı bir gezegene ait gibiydiler. Kendini o gezegenden dışlanmış hissetti. Eskiden “tercihim” dediği şeyleri, şimdi bir zorunluluk gibi yaşamaya başladı. Ağırına gitti bu durum. Ağırına gitti vaktiyle elinin tersiyle ittiği seçeneklerden şimdi yoksun olmak. *** Erkek ile kadın, birinin kendini hâlâ genç zannettiği, berikinin ise “aman yaşlanıyorum!” telaşına yakalandığı, işte o tuhaf dönemeçte karşılaştılar. Belki bir sene evvel tanışsalardı hiç ayrılmazlardı. Ama bugün durdukları noktada birbirlerini taşımaları imkansızdı. Erkek kızdı kadına. Onun bir türlü değişemeyişine. Bir midye gibi kabuğuna tutunmasına. Aralarındaki aşka sımsıkı sarılmasına. İki kişilik bir dünya yaratmaya kalkıp “esas” dünyayla bağını koparmaya çalışmasına. Kadın kızdı erkeğe.

Onun bir türlü değişemeyişine. “Yaşı varmış 40’a, üniversite öğrencisi gibi davranmaya kalkmasına.” İkisi de aynı gerekçeyle, yani “değişmiyor, değişmeyecek” diye terk ettiler birbirlerini… İkisi de hayali. Ben onları hikâye kahramanlarım olarak kurguladım. Birbirlerine tutunamayanlar kurcalar çünkü aklımı, bir sual ki batar kıymık gibi zihnime: “Nedendir bir türlü değişemeyişimiz? İnatla aynı kalmalarımız? Tekrarlarımız, hayatı bir sarmal halinde yaşamamız. Senebesene benzer öfkeleri, hasetleri, kırgınlıkları boynumuzda halka gibi taşımamız? Döne döne tıpatıp aynı hataları yapmamız, yanlış insanlara âşık olmamız? Neden?” Yürümeyeceğini iki taraf da gayet iyi bildiği halde başlar bazı aşklar. Hep “bile bile lades” kimi sevdalar. Şaşkınlığa Methiye Ne zaman kılığı kıyafeti, saçı makyajı, oturuşu duruşu, konumu ve vizyonu, özgüveni ve sohbeti “kusursuz” bir kadınla yan yana düşsem kaçmak isterim yanından, kaçmak uzaklara. Ne vakit dört dörtlük, en ince ayrıntısına kadar mükemmel planlanmış, en ufak bir leke bile barındırmayan bir sofrada otursam, iştahım kapanır kendiliğinden. Su üstüne su içerim. Aşırı şık, fazla lüks mağazalarda elim ayağıma dolaşır. Tepemde bir yerde yaramaz bir peri uçuşur, sihirli çubuğunu sallar. Kurbağaya değil, yakışıklı bir prense değil, zücaciye dükkânında yolunu kaybetmiş file dönerim. Her an bir şeyleri devirip kırma korkusuyla yürürüm usul usul. Kuyruğumu, hortumumu saklamaya çalışarak, en yakın çıkış kapısını arayarak.

Böyle ortamlarda konuşmaya kalksam, uzaktan sesimi dinlerim başkasını dinler gibi. Kelimeler dizilir boğazıma boncuk boncuk. Bir ben vardır dışarıda, görünürde, sosyal hayatta; bir de ben vardır içeride, hep ama hep bir eşikte. O ikinci ben dürter, çekiştirir. “Hadi gidelim buradan!” Ben yatıştırmaya çalışırım. “Ya dur biraz. Daha yeni geldik.” Ne zaman muhteşem döşenmiş, her ayrıntısı ince ince düşünülmüş, en ufak bir çizik ya da dağınıklığa izin vermeyen, en âlâ dekorasyon dergilerinin sayfalarından fırlama bir evde bulsam kendimi, kurdeşen olur ruhum, başlar kıvranmaya. Tuvaletin yerini sorarım, gösterirler. Kapıyı kapar kapamaz, kendimle baş başa kalır kalmaz, azarlarım ikinci ben’i: “Gene ne var? Gene niye huzursuz oldun?” “Hadi kaçalım buradan n’olurrrr” der mızmız çocuk gibi. Kimi zaman idare ederim ruhumu, kimi zaman zapt edemem. Oldum olası mutlakıyetçi/mükemmeliyetçi insanların yanında içime kapanır; arızalı, yaralı, şaşkın, mütevazı, hafif derbeder ve elinde olmadan zikzaklar çizen, düşe kalka şu hayatta arayış halinde olan insanların yanında açılır, dillenirim, coşarım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir