Elif Safak – Ustam ve Ben

Allah’ın yarattığı, şeytanın şaşırttığı bunca insandan sadece bir avucu keşfedebilmiş Arzın Merkezini – iyi ile kötünün, geçmiş ile geleceğin, ben ve sen ayrımının kalmadığı; zamanın hep bu an olduğu, kavgasız savaşsız bir asude diyar. Buldukları yer öylesine güzelmiş ki dilleri tutulmuş. Melekler hallerine acıyıp iki seçenek sunmuşlar. Şayet konuşma kabiliyetlerini geri almak istiyorlarsa, gördüklerini unutmaları gerekiyormuş. Her şey silinecek ama kalplerinde bir boşluk kalacakmış. Eğer gördüklerini hatırlamayı tercih ediyorlarsa, o zaman da zihinleri bulanacakmış. Böylece, kimsenin bilmediği o beldeye varanların yarısı, yüreklerinde bir eksiklik duygusuyla dönmüş. Yarısı da akılları karışmış halde. Hasret çekenlere “âşıklar” denmiş; kafasında sorular olanlara da “şâkirtler.” Birinciler aşkı öğrenenlermiş, ikinciler ise öğrenmeye âşık. Böyle derdi ustam Sinan, biz dört çırağına. Başını yana eğip gözlerimizin içine bakardı, ruhumuzu görmek istercesine. Biliyorum doğru değildi böyle düşünmem; kimdim ki ben, cahil bir oğlan, ama ne vakit ustam bu hikâyeyi anlatsa, diğer üçünden ziyade bana hitap ettiği hissine kapılırdım. Sanki bir şey vardı benden, en genç çırağından beklediği. Bakışları yüzümde oyalanırdı.


Gözlerimi kaçırırdım onu hayal kırıklığına uğratmaktan korkarak. Kim bilir, belki de anlamıştı huyumu. Daha başından biliyordu ne kadar azimli bir öğrenci olacağımı ama iş sevmeye ve sevilmeye gelince hep geride, hep acemi kalacağımı. Keşke geçmişe bakıp diyebilsem ki, öğrenmeye sevdalandığım kadar sevmeyi de öğrendim şu hayatta. Ama yalan söylersem yarın bir gün cehennemde benim için de bir kazan kaynayabilir. Zira çok yaşlandım. Bir çınar ağacıyım; bir ayağım burada, bir ayağım çukurda. Biz altı can idik: Usta, dört çırak ve beyaz fil. Beraber yaptık her şeyi. Köprüler, camiler, medreseler, kervansaraylar inşa ettik. O kadar uzun zaman önceydi ki hafızam hatıraları eritip som bir sızıya çevirdi. Yüzlerini bile unuttum. Ne tuhaf, sözleri hatırlıyorum oysa; verdiğimiz ve sonra tutamadığımız tüm sözleri. Etten kemikten yapılma suratları unutup, nefesten müteşekkil kelimeleri hatırlamak ne garip. Hepsi gittiler.

Tek tek. Bir ben kaldım geride. Neden onlar öldü, bense bu yaşa kadar durabildim Tanrı bilir. Her gün düşünüyorum maziyi. Geride bıraktığım şehri. İnsanlar yürüyüp geçiyordur şimdi; görmeden, düşünmeden. Zannediyorlar ki etraflarındaki binalar ta Nuh Nebi’den beri orada. Halbuki biz yükselttik onları; günbegün, senebesene. İstanbul dediğin unutkanlıklar şehri. Orada her şey suya yazılmış. Ustamın eserleri hariç, onunkiler taşa kazınmış. O taşlardan birine bir sır sakladık. Çok zaman geçti üzerinden, nice alametler birikti ama hâlâ orada olmalı, bıraktığımız noktada. Bilmem bulan çıkar mı? Bulsa bile anlar mı? Ustamdan geriye kalan yüzlerce eserden ve binlerce, binlerce taştan bir tanesi var ki, altında gizli Arzın Merkezi. Agra/Hindistan-1632 İstanbul/22 Aralık 1574 Karanlığın derinlerinden gelen tok ve tehditkâr gürlemeyi duyduğunda vakit gece yarısını çoktan geçmişti.

Tanıyordu sesin sahibini: Kaplan. Yüz altmış okka ağırlığında, dört endaze boyunda kızıl-kahve kürklü bir Hazar kaplanı. Hayvanı kimin –veya neyin– tedirgin etmiş olabileceğini düşündü korkuyla. Şu anda cümle âlem uykuda olmalıydı – insanlar, hayvanlar ve cinler. Yedi tepeli şehirde, sokakları arşınlayan bekçiler hariç, sadece iki çeşit insan ayakta olurdu bu tekinsiz saatte: Ya ibadet edenler ya günaha meyledenler. Cihan da uyanıktı. Çalışıyordu. “Çalışmak, bizim gibiler için ibadet sayılır” derdi ustası. “Biz duamızı da, niyazımızı da böyle ederiz.” “Peki ya Yaradan? O nasıl karşılık verir?” diye sormuştu Cihan bir kez. “Bize daha çok iş çıkararak tabii ki!” Valla, şayet öyleyse senelerdir Kadiri Mutlak’a epey yakınlaşmış olmalıyım, diye geçirmişti aklından hınzırca. Zira bir değil, iki meşgalesi olduğundan, çifte ter döküyordu. Hem filbazdı, hem mimar çırağı. İki zanaatı vardı, iki tutkusu. Lakin biricikti ustası.

Hürmet ettiği, hayranlık beslediği ve içten içe, bir gün ondan daha mahir olmayı dilediği tek insandı Mimarbaşı Sinan. Haftada birkaç kez, ustası Cihan’a ve diğer üç çırağına yeni bir vazife verirdi. Bazen tek göz bir kulübe resmetmek kadar basit olurdu ödevleri. Bazen daha çetrefil: Bir konağın sağlamlığından feragat etmeden içindeki sütunların nasıl azaltılacağını sorardı mesela; taşları sıkıca tutan ama zamanla kuruyup çatlayan bir harcın yerine ne kullanılabileceğini; toprağın altından ve üstünden geçen su kanallarının zamanla tıkanmasına nasıl mâni olunabileceğini… Tüm bu soruları kendi başlarına cevaplamaları gerekiyordu. Aralarında fikir alışverişinde bulunabilir ama katiyen birbirlerinin taslaklarına göz atamazlardı. “Mimari takım işidir” derdi ustası. “Çıraklık ise tam tersidir maalesef.” Gene bir sefer dayanamayıp sormuştu Cihan: “Neden müsaade etmezsin birbirimizin yaptıklarını görmemize?” “Çünkü karşılaştırırsınız. Şayet berikinin yaptığını kendinizinkinden hakir bulursanız, kibir düşer kalbinize. Yok eğer diğerininki daha âlâ gelirse, bu sefer de başlar haset içinizi kemirmeye. Her halükârda zehirdir bünyeye. Bir çırak için en hayırlısı, hiç bakmamaktır diğer çırakların işlerine.” Hassa mimarlarının başı olarak Üstat Sinan’ın yüzlerce talebesi, binlerce işçisi ve bir o kadar ona bağlı neferi vardı. Fakat senelerdir hep aynı dört çırakla yakından çalışırdı. Gerçi birer birer hepsi kalfalık mertebesine ermişti ama herkes onlardan hâlâ çar-çırak diye bahsederdi.

Nasıl ki dört maddeden oluşmuşsa kâinat –su, ateş, hava ve toprak– onlar da kendi evrenlerinde anasır-ı erbaa idi. Dördünün de karakteri farklıydı. Adeta ayrı unsurlardan yapılmışlardı: cam, metal, tahta ve mermer. Kimse bunu dillendirmese de herkes bilirdi ki gün gelip, ustalarının fani ömrü tükendiğinde, onun yetiştirdiği bu dört oğlandan biri yerini alacaktı. Cihan, Sinan’ın çıraklarından biri olduğu için mutluydu ama inanmakta güçlük çekiyordu bu kadar yükselebilmiş olmasına. Elinin altında o kadar kabiliyetli içoğlanı odaları talebesi varken ustası tutup onu –basit bir hizmetkâr, sıradan bir hayvan terbiyecisi– seçmişti. Bunu bilmek Cihan’a gurur değil, endişe ve evham veriyordu. Hayatında hiç kimse ona Sinan gibi destek çıkmamıştı. Bunca zamandır emrinde çalışıyordu ama ona inanan bu insanı hüsrana uğratmaktan hâlâ korkuyordu. Bu haftaki görevleri, pencereleri sivri kemerli ve üstü kubbeli bir hamam resmetmekti. Üstadın talebi gayet açıktı: Sekizgen göbektaşı yüksekçe olacak, altına yerleştirilecek külhanın hararetiyle ısınacak; duvarların içine gizlenmiş dehlizler vasıtasıyla duman tahliye edilecek; girip çıkan erkeklerle kadınlar birbirlerini görmesin diye hamamın iki ayrı kapısı olacak ve bunlar iki ayrı sokağa açılacaktı. İşte gecenin o geç vaktinde Cihan, Topkapı Sarayı’nın hayvanat bahçesindeki barakasında, kabaca yontulmuş bir masada oturmuş, bununla uğraşmaktaydı. Arkasına yaslanarak çatık kaşlarla resmini inceledi. Zarafetten ve ahenkten mahrum buldu eserini. Halvetlerin üzerindeki küçük kubbeleri oturtamamıştı.

Hep böyleydi, kubbe tasarlamakta zorlanıyordu. Binalar değil, tepeleriydi onu uğraştıran. Damlarla cebelleşeceğine tırnaklarıyla temel kazmayı tercih ederdi. Çatılardan hepten kurtulmanın bir imkânı olsaydı keşke – âdemoğulları, havvakızları gökyüzünün altında apaçık ve özgürce yaşayabilseydi; yıldızları seyredip, yıldızlarca seyredilmeyi göze alarak. Tam yeniden çizmeye başlayacakken –saray kâtiplerinden kâğıt aşırmıştı– bir kez daha kaplanın sesini duydu. Tüyleri diken diken oldu. Nefesini tutup kulak kabarttı. İnsanın kanını donduran cinsten bir ihtar sesiydi işittiği. Görünmeyen bir düşmana, daha fazla yaklaşmaması için savrulmuş bir tehdit! Cihan kapıyı usulca açtı ve etrafı saran kesif karanlığa dikti gözlerini. Bir hırlama daha yükseldi o anda, diğerlerinden de tehditkâr. Aniden öteki hayvanlar da başladı feryada: Papağan bir çığlık attı kuytuda; gergedan böğürdü; ayı öfkeyle homurdandı; aslan kükredi; leopar tıslayarak gözdağı verdi. Tavşanlar, ne vakit korkuya kapılsalar yaptıkları gibi ayaklarıyla pat pat yere vuruyordu. Maymunlar, sayıları beş olmasına rağmen bir orduya bedel patırtı çıkarıyordu. Bu arada atlar ahırlarında huzursuzca kişnemekteydi. Bütün bu curcunanın orta yerinde kısa, kesik bir homurtu çalındı kulağına; gürültüye dahil olmak istemezmiş gibi gönülsüzce bir çıkış.

Beyaz filin sesiydi bu. Sevgili Çota! Belli ki bir şey ürkütmüştü bütün bu mahlukları. Bu her neyse, hâlâ etrafta, hatta yakında olabilirdi. Yağ kandilini eline alıp avluya çıktı. Otlardan ve bitkilerden yükselen baygın bir rayiha hâkimdi serin havaya. Daha iki adım atmıştı ki bir ağacın altına toplaşmış, fısıldaşan hayvan terbiyecilerini fark etti. Geldiğini görünce başlarını kaldırıp baktılar. Kaygıları yüzlerinden okunuyordu. “Neler oluyor?” diye sordu Cihan. “Hayvanlar gergin” dedi zürafa terbiyecisi Dara, kendi daha da gergin. “Belki kurt dadanmıştır” dedi Cihan. Ne de olsa daha evvel başlarına gelmişti. Takriben iki sene evveldi. Bıçak gibi keskin ve soğuk bir kış gecesi kurtlar şehre inmiş; Yahudi’si, Müslüman’ı, Hıristiyan’ı demeden tekmil mahalleleri basmışlardı. Bir iki tanesi, nasıl olduysa, sarayın kapılarından içeri sızmış, haşmetli sultanın ördek, kaz, kuğu ve tavus kuşlarına musallat olmuştu.

Amma kargaşa çıkmıştı. Günlerce çalıların altından kanlı kuş tüyleri toplamışlardı. Fakat şimdi ne kar vardı ortada, ne de öyle fevkalade bir ayaz. Hayvanları huylandıran şey, sarayın dışından değil, içinden geliyordu. “Her köşeye bakın” dedi aslan terbiyecisi Olev – yukarı kıvrılan bıyıkları ve alev rengine çalan uzun saçlarıyla iriyarı bir adamdı. Bu cıva gibi hareketli, adaleli hizmetkâr, herkesten hürmet görürdü. Olev’in haberi olmadan kimse adım atamazdı. Aslanlara ve kaplanlara söz geçirebilen kişi, sultanın dahi az biraz gıpta ettiği biriydi. Sağa sola dağılıp ahırları ve ağılları, kümesleri ve kafesleri yokladılar; kaçak hayvan var mı diye baktılar. Sultanın yaban hayvan koleksiyonundaki cümle mahlukat yerli yerinde görünüyordu. Aslanlar, maymunlar, sırtlanlar, leoparlar, yassı boynuzlu erkek geyikler, tilkiler, kakımlar, vaşaklar, yabankeçileri, yabankedileri, ceylanlar, tavus kuşları, yabani katırlar, dev kaplumbağalar, karacalar, devekuşları, ördekler, kuğular, kazlar, kirpiler, kertenkeleler, tavşanlar, yılanlar, zebralar, zürafa, kaplan ve fil. Cihan Çota’ya bakmaya gittiğinde, ağırlığı doksan kantarı aşkın, boyu neredeyse beş arşın olan beyaz fili ürkmüş ve huzursuz buldu. Koca kulakları rüzgârla dolmuş yelkenler gibi açılmıştı. Huyunu suyunu gayet iyi bildiği hayvana gülümsedi. “Ne oldu? Tehlike kokusu mu aldın?” diye sordu Cihan.

Her daim kuşağının içinde hazır bulundurduğu bademlerden bir avuç uzattı. Hayatında bir ikramı reddettiği vaki olmayan Çota gözlerini kapıdan bir an olsun ayırmadan hortumunu kıvırdı, bademleri ağzına attı. Devasa ağırlığını yere sabitlediği ön ayaklarına vererek durdu; uzaklardan gelen bir sese kulak kabarttı. “Sakin ol! Korkacak bir şey yok” dedi Cihan tatlı tatlı, ama söylediğine ne kendini inandırabildi, ne fili. Tekrar bahçeye çıktığında Olev’in sesi çalındı kulağına. “Her yere baktık! Hiçbir şey yok!” “Ama hayvanlar durmuyor…” diye itiraz edecek oldu birisi. Olev adamın lafını keserek Cihan’ı işaret etti. “Hintli doğru söyler. Kurttu zaar. Veya çakal. Her halükârda belli ki gitmiş. Hayvanlarınızı sakinleştirin. Beceremezseniz zıbarıp yatın. Haydi, uzatmayın.” Bu defa kimse itiraz etmedi.

Başlarını sallayıp mırıldanarak dağıldılar. Hatır hutur sert, üstelik bitli pireli de olsa, bildikleri tek sıcak yerdi ottan döşekleri. Oraya döndüler ayaklarını sürüye sürüye. Bir, Cihan kaldı geride. “Sen gelmiyor musun Hintli?” diye seslendi timsah bakıcısı Kato. “Birazdan” dedi Cihan. İç avludan yükselen bir inilti dikkatini çekmişti. Aklı yarım bıraktığı çizimdeydi. Ertesi gün ustasına teslim etmeliydi. Buna rağmen barakasına gitmek için sola döneceğine sağa, iki avluyu birbirinden ayıran duvara doğru seğirtti. En uçtaki leylağa yöneldi. Ne çok hatırası vardı bu ağacın altında. Onun ve sevdiceğinin. Yüreği sızladı. Şu dalların dili olsa da anlatsalardı.

Bunu düşünmesiyle pişman olması bir oldu. İyi ki yoktu ağaçların ağızları. İsmini bile anamadığı o sevgiliyle arasında geçen her şey bir sırdı ve hep öyle kalmalıydı. Az ötede duran bir gölge fark etti. Eli ayağı buz kesti. Az kalsın arkasına bakmadan kaçıp gidecekti. Ancak tam o anda dönüp yüzünü gösterdi karaltı: Sibiryalı Taras. Bin musibetten, kırk illetten, her felaketten sağ çıkmayı başaran bu adamcağız herkesten daha eskiydi buralarda. Yaşını bilen yoktu. Kendi dahil. Neler görmemişti ki. Kudretlilerin devrilişine, en azametli kavukları taşıyan kafaların çamurlarda yuvarlanışına şahit olmuştu. Sadece iki şey bakidir, derdi hizmetkârlar. Bir, Sibiryalı Taras, bir de Osmanlı saltanatı. Gerisi fanidir… “Sen misin Hintli?” diye sordu Taras.

“Hayvanlar uyandırdı seni de, ha?” “Öyle. Bir ses duydun mu az evvel?” İhtiyar adam cevap vermedi. “Şuradan geldi” diye ısrar etti Cihan, boynunu uzatarak. Önü sıra kara akikten bir kütle gibi dikilen duvara baktı. Sarayın üstüne çöken sis, aralarında fısıldaşan hayaletlerle doluymuş gibi geldi birden. Tüyleri ürperdi. Kof bir çatırtı aksetti avlunun beri tarafından. Ardından ayak sesleri dökülüverdi şelale gibi, sanki bir sürü insan koşuşturuyordu sağa sola. Derken bir âdemoğlundan çıkamayacak kadar vahşi bir feryat yükseldi sarayın bağrından. Hızla sustu ya da susturuldu; boğuk bir hıçkırığa dönüştü. Bir köşeden başka bir çığlık yırttı geceyi. Belki de ilkinin kayıp bir yankısıydı, kim bilir? Sonra aniden her şey sessizliğe gömülüverdi. Cihan gayriihtiyari duvara doğru hamle etti. “Nereye gidiyorsun çılgın?” diye fısıldadı Taras, gözleri çakmak çakmak. “Yasak!” “Neler oluyor merak ediyorum.

” “Bizi alakadar etmez” dedi ihtiyar. “Uzak dur.” Cihan bir an tereddüt etti. “Gidip bir bakayım. Eğer bir şey göremezsem hemen dönerim.” Taras iç geçirdi. “Yapma desem, dinlemezsin biliyorum. Aman ha, içerilere girmeye kalkma evlat. Duvara yakın kal. Anlıyor musun?” “Tasalanma, gitmem bir yere.” “Ey, peki. Ben burada beklerim seni. Dönene kadar uyumam.” “Yapma desem, dinlemezsin biliyorum” dedi Cihan muzip bir tebessümle. Bir avludan berikine geçmek o kadar kolay değildi.

Ama Cihan etrafına hâkimdi. Ne de olsa geçenlerde ustasıyla beraber saray mutfaklarının onarımında çalışmıştı. Birlikte haremin bazı kısımlarını da büyütmüşlerdi. Son zamanlarda hatırı sayılır şekilde artmıştı ya saray nüfusu, ha bire eklemeler yapmak gerekiyordu. Tadilat esnasında işçiler esas kapıyı kullanmamak için duvarda bir delik açıp kestirme yol yaratmıştı. Çini sevkiyatında gecikme olunca burayı pişmemiş tuğla ve kille geçici olarak kapatmışlardı. Çiniler teslim alınır alınmaz devam edecekti inşaat ve tamirat. Bir elinde kandil, öbür elinde sopa, duvara vura vura ilerledi. Bir müddet hep aynı tok sesi işitti. Tak-tak-tak. Derken, boş bir yankı geldi. Durdu. Dizlerinin üstüne çökerek en alttaki tuğlaları itti var gücüyle. Duvar önce mukavemet gösterdi. Sonra geçit açıldı.

Dönüşte almak üzere kandili oracığa bıraktı ve sürünerek delikten içeri daldı. Dirsekleri ve ayak bilekleri çizilse de iç avluya geçmeyi başarmıştı. Ayın şavkıyla esrarengiz bir aydınlığa bürünmüştü bahçe. Gün ışığında kırmızı, pembe ve yeşilin en parlak tonlarına sahip kış bitkilerine şimdi adeta madeni bir cila vurulmuştu. Gümüşi bir deniz gibi çalkalandı toprak. Cihan’ın kalbi öyle hızlı ve yüksek atıyordu ki birileri duyacak diye ödü patladı. Dinlediği birbirinden korkunç hikâyeler geldi aklına: Zehirlenen haremağalarına, kellesi uçurulan vezirlere, Boğaz’ın sularına atıldıkları esnada hâlâ kıvranmakta olan çuvallara dair rivayetler üşüştü zihnine. Ürperdi. İstanbul’da nice mezarlık tepelerde ve yamaçlarda, nicesi de denizin yedi kulaç altında değil miydi? Usulca ilerledi. Az ötede, dallarından eşarplar, mendiller, kurdeleler, kolyeler ve danteller sallanan bir ağaç vardı: Adak Ağacı. Haremdeki cariyeler ve halayıklar, ne vakit Allah’tan başka kimseye açamayacakları bir sırları olsa, haremağalarından birini kandırıp kendilerine ait bir nesneyi buraya yollarlardı. Bu eşya bir dala bağlanırdı; ister istemez, bir başkasınınkinin hemen yanına. Bir kadının gönlünden geçenler ekseriya bir başkasınınkine taban tabana zıt olduğundan, çelişen dilekler ve çekişen dualarla yüklüydü ağaç. Gene de akşam esintisinin kıpırdattığı yapraklarıyla huzurlu görünüyordu şu an. Öylesine huzurlu ki hatta, Sibiryalı Taras’a daha fazla ilerlemeyeceğine dair söz verdiği halde, ağaca doğru yürümekten kendini alamadı Cihan.

Buraya kadar gelmişken, arkasındaki taş binaya bakmamak olmazdı. Otuz adımdan az bir mesafe vardı ikisinin arasında. Ağacın gövdesinin ardına saklanarak yavaşça başını uzattı ve derhal geri çekti. Bir daha bakabilmek için cesaretini toplaması gerekecekti. Gördü ki takriben bir düzine sağır-dilsiz, telaş içinde sağa sola seğirtmekte, bir girişten diğerine koşturmaktaydı. İçlerinden bazıları ipek çuvallara benzer bir şeyler taşıyordu. Ellerindeki meşaleler karanlıkta iplik iplik patikalar bırakıyordu. Ne vakit iki meşalenin yolu kesişecek olsa duvarlara vuran gölgeler katmerleniyor, büyüyordu. Bu manzarayı neye yoracağını bilemedi Cihan. Toprağın kokusunu içine çekerek binanın arka tarafına hamle etti. Soluduğu hava kadar hafif ve sessizdi adımları. Bir yarım daire çizerek avluyu kat etti ve en nihayetinde yan kapıya ulaştı. Tuhaf bir şekilde, hiç muhafız yoktu girişte. Düşünmeden içeriye daldı. Ne yaptığını düşünmeye başlasa dehşetten eli ayağı tutulurdu.

İçerisi rutubetli ve serindi. Ensesi terden sırılsıklam olmuştu. O kadar kasılmıştı ki farkında olmadan, çenesi ağrıyordu dişlerini sıkmaktan. Yarı karanlıkta el yordamıyla ilerledi. Pişman olmak için çok geçti. Bundan sonra dönüş yoktu, bir tek ileri gidebilirdi. Duvarın dibinden adım adım devam etti. Karşısına çıkan ilk odaya kendini attı. Etrafa şöyle bir bakındı: Üstlerinde billur kâseler olan sedef sehpalar; minderlerle kaplı uzunca sedirler; Frenk diyarından hediye gönderilmiş, tavandan asılmış süslemeli duvar halıları ve yerde gene o şişkin çuvallar. Arkasından kimsenin gelmediğinden emin olmak için ikide bir geriye bakarak ağır ağır çuvalları seyretti, ta ki kanını donduran o şeyi seçene kadar – hafifçe yırtılmış çuvaldan çıkan bembeyaz bir eldi bu. Kumaş yığınının altında, vurulmuş bir kuş gibi solgun ve cansız yatıyordu soğuk mermer üstünde. Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı Cihan; kalbinin çoktan kavradığını görmeyi reddetti gözleri. Derken kabullendi. El, bir kola bağlıydı; kol da küçümen bir gövdeye. Çuval değildi bunlar.

Cesetti her biri. Çocuk cesetleri. Titreyerek yaklaştı Cihan. Üzerlerindeki kumaşları yarı bellerine kadar indirince gördü ki hepsi de oğlandı; yan yana yatırılmışlardı, en uzun boylusundan en kısasına. En büyükleri neredeyse delikanlıydı, en küçükleriyse bebeklikten yeni çıkmıştı, ağzında süt kokusu. Saraylılara has kıyafetleri özenle düzeltilmişti, şehzadelere layık bir asalet içinde olsunlar diye. Huzurlu görünüyorlardı. Tenlerinin içinde bir mum saklıymışçasına parlıyordu çehreleri. Öyle ki bir an öldüklerinden şüphe etti. Kıpırdamıyor, konuşmuyorlardı ama belki de aklının hayalinin almadığı varlıklara dönüşmüşlerdi. Böyle zannetti bir an. Sonra aniden olanca çıplaklığıyla iniverdi hakikat. Dördü de boğulmuştu. İçi acıdı. Gözleri doldu.

Dizlerinin bağı çözülmüş halde öylece kalakaldı. Hareket edemedi bir müddet. Ancak yaklaşan ayak seslerini duyunca silkip atabildi sersemliğini. Hızla düzeltti ölülerin örtülerini. Zar zor kuvvetini toplayarak fırladı. Ne bir dolap, ne bir sandık, saklanacak hiçbir yer yoktu. Çarnaçar, tavandan yere kadar uzanan saf ipekten rengârenk bir duvar halısının arkasına gizlendi. Bir dakika sonra sağır-dilsizler içeri girdi. Bir ceset daha getirmişlerdi. Onu da dikkatlice yerleştirdiler diğerlerinin yanına. Böylece cesetler beşe tamamlandı. İşte o an katillerden en dikkatli ve şüpheci olan, ölülerden birinin üzerinin yarım yamalak kapanmış olduğunu fark etti. Yavaşça yaklaştı. Emin olamadı acaba onlar mı bu halde bırakmıştı, yoksa biri mi arkadan gelip açmıştı. Eliyle bir işaret çaktı arkadaşlarına.

Onlar da durdular. Şüpheyle etrafı süzmeye başladılar. İpek halının arkasında, duvardaki oyukta, Cihan soluğunu tuttu. Canilerle arasında incecik bir katman vardı. İçlerinden birisi elini kaldırıp şu halıyı aralamaya kalksa, yanmıştı. Saatlerce gizlenmeyi başarsa bile bu odadan sağ çıkması imkânsızdı. Öyle bir belaya sokmuştu ki dertsiz başını, onu kimse kurtaramazdı. Demek buraya kadarmış, diye düşündü acı acı; bütün hayatı, bunca çabası boşa gitmişti. Her ikisi de olaylardan habersiz, sıcak yuvalarında muhtemelen uyumakta olan sevgili filini ve saygıdeğer ustasını düşündü. Sonra âşık olduğu kadına gitti aklı. Çoktan yatmış olmalıydı. Hayatındaki bu üç kıymetli varlık kim bilir hangi tatlı rüyaları görürken, o burada, olmaması gereken bir mekânda bulunduğu ve görmemesi gereken cinayetlere şahitlik ettiği için öldürülecekti. Ve bunların hepsi bu kadar meraklı olduğu için başına gelmişti – öteden beri gem vurulmaz, uslanmaz bu huyundan ötürü. Sessizce sövdü kendine. Mezar taşına şunu yazsalar isabet olurdu: Burada merakı yüzünden canından olan bir gafil yatmakta Hem filbaz hem kalfa Cesur ve cahil ruhuna el fatiha Ne yazık ki bu son dileğini dahi tembihleyebileceği kimse yoktu yanında.

Halının arkasına sindi sinebildiğince. Bildiği tekmil duaları okumaya başladı dehşet ve ter içinde.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir