Elizabeth Hand – Kayip Kusak

Her şeyin değiştiği bir an daima vardır. Usta bir fotoğrafçı -Diane Arbus gibi biri ya da harika olduğum o milisaniye boyunca ben- anın gelişini görür ve değişim vurmadan hemen önce deklanşöre basar. Eğer bunu öngöremediysen, göz kırptıysan veya sarhoşsan yahut sadece başka bir yöne bakıyorsan -Eh, her şey her halükarda değişir, işler daha farklı olabilirdi falan dediğimden değil. Ne var ki, ömrünün geri kalanında sıçtın, çünkü batırdın. Belki bir başkası bilmiyor ama sen biliyorsun. Benim durumumda, bu bir sır falan değildi. Batırdığımı herkes biliyordu. Bazı insanlar böyle durumlarda ellerindekiyle idare edebilir. Bana gelince, elindekiyle idare etmek konusunda hiçbir zaman iyi olmadım. Hayatım… Kim, ortasında eşek kadar bir oyuk yokmuş gibi davranabilirdi ki? Şehrin yaklaşık 90 km kuzeyindeki Kamensic köyünde; Felemenk yapım tarihî evler, çiftlik alanları, balta girmemiş bir orman ve sonradan görmelerin malikanelerinin yığınında, üç eyaletin kesiştiği yer olan Hudson vadisinin lanetli dönemecinde büyüdüm. Babam vaktiyle-hâlâ öyle-köyün sulh hakimiydi. Ailenin tek çocuğuydum, kasabanın bütün imtiyazlı çocukları gibi hoyrattım da. Çocukluğumun en erken dönemlerinden beri, sanki dünya ile aramda bir perde yokmuş gibi hissettim. Başka insanların görmediği şeyler görürdüm. Düşen yapraklarmışçasına havadaki boşlukta süzülen eller, yapraksız dala benzeyen tırtıklı bir ana hat; ama aslında ne dal ne de ağaç var.


Geceleyin yatakta bir sesin, ısrarcı bir tekdüzelikle adımı tekrar ettiğini duyardım. Cass. Cass. Cass. Babam beni, büyüdükçe kendiliğinden geçeceğini söyleyen bir doktora götürdü. Hiçbir zaman geçmedi aslına bakarsanız. * Annem, babamdan bir hayli küçük, kuzeni tarafından ayarlanmış bir kör randevuda tanıştığı güzeller güzeli bir Raddiffe kızıydı. Ben dört yaşımdayken öldü. Kullandığı araba, eski kırmızı station pikabımız yoldan dışarı ve ormana doğru fırlayıp Kamensic’in banliyösünde bir ağaca çarpmıştı. Ocak ayının sonlarına doğru, alacakaranlıktı. Ağaçların arasından parıldayan far ışıklarını biri fark edip de polisi arayıncaya kadar bir saati geçmişti. Nihayet geldiklerinde annemi, direksiyonun mili gövdesine girmiş halde bulmuşlar. Ben ise sırtüstü, etrafımda paramparça cam kırıklarıyla ama sağ salim bir şekilde arka koltukta yatıyormuşum. Kazaya dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Polis memuru beni arabadan dışarı, gecenin karanlığına çıkarırken babama ne ağladığımı ne de konuştuğumu, sadece arabanın tavanına öylesine baktığımı söylemiş.

Günümüzde, bir yas danışmanı, çocuk psikologu, ilaçlar falan işi devralırdı. Babamın Irlandalı-Katolik zihniyeti, dindar olmamasına karşın, herhangi bir aleni duygusallığın yaşanmasını engelledi. Mevtanın başında beklendi, cenaze, bir hafta süren taziye ziyaretleri ve gelen telefonlar… Sonrasında babam işinin başına döndü. Hizmetçi bir kadın, Ro-sie, bana göz kulak olması için işe alındı. Babam sorulmadığı müddetçe annem hakkında konuşmazdı ve kırk-kıçı-kırık sene boyunca bir allahın kulu da sormadı. Annemin varlığı, koloni döneminden kalan ikinci evimizde babamın sakladığı eski siyah beyaz fotoğraflardan ibaretti. Rosie’nin evi süpürdüğü ya da öğle yemeği hazırladığı zamanlarda, babamın yatağında oturur ve parmaklarımı fotoğraf çerçevesinin camında boylu boyunca gezdirir, üzerini kaplayan tozun annemin yanaklarındaki pudra olduğunu hayal ederdim. Yalnız olmayı severdim. Bir keresinde, on dört yaşımda ve ormanda yalnız başıma yürüyorken ağaçların arasından geçip uzun otların uyuyan bir geyik tarafından dümdüz edildiği bir çimenliğe çıktım. Gökyüzüne baktığımda çimenliğin yansımasını gördüm. Siyah ve sarımtırak renkte sarmallar, bir kasırga gibi saat yönünde yavaş bir dönüş yapıyorlardı. Ben izledikçe sarmal daha da hızlı hareket etmeye başladı ve siyahlık, tamamı göz bebeğinden ibaret olan devasa ve çizgi çizgi bir göze dönüşünceye dek kendi merkezine doğru çekildi, arada zayıflıyorsa da hiç yok olmuyordu. Dehşete düşmüş halde görüntüye bakakaldım, ta ki hayal meyal, alçaktan bir uğultu kulaklarımda çalınmaya başlayıncaya kadar. Sonra tabanları yağladım ve evin bahçesinde güvende oluncaya kadar koştum. Nihayet durup da arkama baktığımda göz hâlâ orada ve dönüyordu.

Bundan kimseye bahsetmedim. Keza kimse de böyle bir şey gördüğünden bahsetmedi. Tam bir yalnız kurt olsam da arkadaşlarım vardı. On yedi yaşıma gelinceye kadar, birini eroine diğerini de urgana kaybettim. Babam beni yatılı okula göndermek, kız kardeşiyle Boston’ın dışında yaşamak istedi ancak o kadar çok karşı çıktım ki nihayet vicdana geldi. Okulda pek de popüler sayılmazdım, yalnızca herhangi bir kimseyle yakın bir bağ kurmamak konusunda temkinliydim. Yaşadığım kopukluk hissi arkadaşlarım öldükten sonra arttı ancak notlarım iyi ve diğer meşgalelerimse gizli olduğundan babam ne yaptığım konusunda hiçbir zaman pek endişelenmedi. Aramızdaki ilişki biraz mesafeli olsa da, ar-kadaşçaydı. Hakkımda esas tasalanan kişi, bize ziyarete geldiği nadir zamanlarda, Brigid Halamdı. Brigid tıpkı babam gibiydi: Tıknaz, iri kemikli ve kızıl saçlı. Ben daha ziyade annemin fotoğraflarına benziyordum. Uzun, bir deri bir kemik, dar kalçalı, kül sarısı saçlar… Annemin yumuşak yüz hatları benimkinde bir bıçak ağzına bilenmişti. Sivri bir çene, hokka burun ve kısık, şüpheci ve kurşuni gözler. Eğer bir erkek olsaydım yakışıklı olabilirdim. Onun yerine, erken yaşta, dış görünüşümün insanları huzursuz ettiğini fark ettim.

Erkek Fatmalığımın sevimli hiçbir tarafı yoktu. Yaklaşık 1.80 boyunda ve hafiften de tehditkârdım. Ellerim ve ayaklarım kocamandı. Bacaklarım ise uzundu ve bir süreliğine pistlerde koştular. İyi bir kısa mesafe koşucusuydum, nefes kontrolüm ve hızım üzerinde çalışarak bayrak koşusunda da iyi hale geldim. Ne var ki, birtakımın parçası olmak hoşuma gitmedi, ben de bıraktım. Saçlarımı uzatmıştım ama onun dışında modaya zerre ödün vermedim; ne makyaj, ne de ruj… Yamalanmış mavi kotların ya da Junior League dükkânından aldığım erkek pantolonlarının üstüne babamın beyaz gömleklerini giyiyordum. İnsanlarla göz teması kurmazdım, bana bakmalarından da hoş-lanmazdım. “Tam bir korkuluk gibi görünmüyor mu babası?” demişti bir gün Brigid, ben on altı yaşımdayken. O ve kocası Kamensic’e nadir ziyaretlerinden birini yapıyorlardı. “Cidden ya, baksana kıza.” “Bence gayet iyi görünüyor,” dedi babam yumuşak bir tavırla. “Annesinin vücut yapısını almış.” “Uyuşturucu bağımlılarına benziyor.

” diye çıkıştı Brigid. Kilosu konusunda hassastı. “Yaşadığımız yerde öylelerinden epeyce görüyoruz.” Bizim korunun kenarındaki kuş yemliğine işaret ettim: “Nasıl yani, serçeler gibi mi? Biz de görüyoruz.” dedim ve odama çekildim. Birkaç ay sonra bir rüya gördüm. Malum gözü gördüğüm çimenlikte dizlerimin üzerine çökmüştüm. Gözümün önünde bir yüz belirdi: Alaycı ama tuhaf bir biçimde de şefkatli olan gülümsemesiyle, yeşil gözlü bir adam. Yukarı, ona doğru baktığım sırada elini uzattı, ta ki parmağı alnımın merkezine değinceye dek. Kör edici bir parlama meydana geldi. Dehşete düşmüş halde yüzüstü düştüm ve kulaklarım çınlar halde yatakta uyandım. On yedinci doğum günümün sabahıydı. Babam bana bir fotoğraf makinesi hediye etti. Kahvaltı masasında oturmuş, kamerayı elimde evirip çeviriyorken birden rüyayı hatırladım: Yüzümü, eciş bücüş bir halde, lensin yuvarlak camında gördüm. Sanki bir yarık gibi, sanki bir göz bana dik dik bakıyormuş gibi… * * * Lisede fotoğrafçılığa giriş dersi almış ve daha fazla almam konusunda da teşvik edilmiştim.

Hiç yeltenmedim. Bilmem gereken her şeyi çarçabuk öğrendim. Kısık diyaframlı lensleri ve grenli, siyah beyaz filmleri severdim, renkli baskılardan/çalışmalardan kendimi bildim bileli hiç hoşlanmadım. Kendi fotoğraf baskımı oluşturmanın teferruatlı uğraşını, okulun fotoğraf laboratuvarında filmi bizzat işlemeyi, sonra banyo etmeyi… Fotoğraf kâğıdının hissine bayılırdım. Yıkama tanklarındaki yumuşak, ıslak halinin ardından o büyülü kuruyuşu ve bambaşka bir şeye dönüşmesi: Pürüzsüz, katı ve ışıl ışıl… Zamanlama ve kimyanın salt bir yan ürünü olan fotoğraflar… Fotoğrafların fazla ya da az pozlanmış olması umrumda değildi, hatta net olup olmamaları bile. Hareket etmeyen şeyleri seviyordum, cansız ağaçlar, taşlar… Ölü şeyleri seviyordum, bir sülün kanadının parmaksız yumuşak eli, bir baykuşun pele-tindeki fare kafatasları, minik yeşil böceklerin içini boşalttıkları ağustos böceğinin geride zırh misali kalan gövdesi,. Arkadaşlarımın uyuyorkenki resimlerini seviyordum. İnsanları uyurken izlerdim hep. Bebek bakıcılığı yaparken, çocuklar yatağa girdikten sonra odalarına girer ve oracıkta dikilir, nefes almalarını dinleyerek gözlerim ay ışığının veya gece lambasının zayıf parıltısına alışıncaya kadar beklerdim. Nefes almalarını izlemek hoşuma gidiyordu. On yedi yaşımdayken komşu köyden bir çocuğa âşık oldum. Benden bir yaş küçüktü; çökük, zehir yeşili gözleriyle sevimli, kızıl saçlı bir müzisyen ve bir keşti. Yaşadığı yere otostop çekerek gider; büyük Viktoryen evinin karşısındaki kütüphanenin merdivenlerinde saatlerce oturup onu görmeyi umar; aynı zamanda da dünyasını özümsemek istediğimden, küçük kardeşlerinin, ebeveynlerinin, golden retriever’ının ve arkadaşlarının geliş gidişlerinin saatini tutardım. Yaşadığı dünyayı onun k£ş teninin içinden görmek, penceresinin önünde yetişen leylakları koklamak istiyordum. Bir gün, kız kardeşi çıkıp “Abim içeride.

Gelmeni bekliyor,” dedi. Gittim. Evde başka kimse yoktu. Oturma odasındaki Stein-way kuyruklu piyanosunun altına geçtik ve orada ona sakso çektim. Sonrasında ön verandada, o sigara içerken beraber oturduk. Bu, ben liseden ayrılana kadar böyle devam etti. Bir gece, köyün eczanesine girip alarm çalmaya başlamadan önce şişelerce Tuinal ve Qualude çaldık ve sonra gülmekten nefessiz kalmış halde, benim gömme dolaba saklandığım, onun ise uyuyor taklidi yaptığı evine doğru koştuk. Yakalanmamıştık ama ben aynı şeyi tekrar denemek için fazla paranoyaktım. Onu uyurken izlemeyi seviyordum, kafası iyiyken koltukta sızışını da. Fotoğraflarını çektim ve onları Mount Kisco’da işlettim. Geceleri odamda fotoğraflarına bakar (gözleri kapalı, elinde yanan bir sigarayla) ve mastürbasyon yapardım. Ona, onun için her şeyi yapacağımı söyledim. Birkaç sene sonra, Putnam’da başka bir eczaneyi soyarken yakalandı. Ebeveynleri kefaletini ödeyip çıkardılar. Çaresiz ve yalnız bir halde hükmünü beklerken bana bir mektup yazdı.

Hiçbir zaman cevaplamadım. Sonra da ailesi batıda bir yere taşındı. Ona ne oldu bilmiyorum. *■ * * 1975 yılında liseden mezun olup fotoğraf gazeteciliği okumakla ilgili kesin olmayan planlarımın olduğu Nevv York Üniversitesine başladım. Bütün bunlar Nevv York Dolls’u dinlemek üzere Kenny’s Castavvays’e gittiğim gece değişti. The Dolls sahneye hiç çıkmadı, onların yerine bir başkası vardı. Uzun, inek tipli bir herif elektrogitarını sağa sola sallarken, benden belki de on yaş daha büyük olan sıska bir kız kendinden geçmiş seyirciye melodik şiir patlamalarını haykırıyordu: “Şayet tek tanrı düzseydi beni Şayet tek tanrı… ” Sonrasında derslere gitmeyi hepten bıraktım. Max*s Kan-sas City isimli mekânda garsonluk yapan Jeannie isimli bir kıza takılmaya başladım. Birkaç aylığına bana destek çıktı ve Hud-son Sokağı’nda, asansörsüz, rezil, boktan bir binanın dördüncü katında yaşadık. Tuvalet dediğimiz şey, yerdeki bir delikten ibaretti ve küvet de mutfaktaydı. Küvetin üstüne kontrplak bir levha yerleştirip üstüne de sokaktan aşırdığımız bir döşeği attık. Babama okuldan uzaklaştırıldığımı söylemedim. Gönderdiği çekleri film, speed, black beauties ve kristal meth almak için bozdurdum. O günlerde sokaklara düşen bir ışık hüzmesi vardı. Kırık cam parçası gibi çentikli ve aşırı parlak; gözlerimi ve tenimi acıtırdı.

Jeannie işten çıktığında Max’in Yeri’ne onu görmeye gider ve arkada takılan insanların fotoğraflarını çekerdim. Bu insanların bazılarını bugün bile tanıyabilirsiniz, çoğunuysa hayır. Gerçi o zamanlar kısa bir süreliğine de olsa meşhurlardı, tıpkı ilerde benim de olacağım gibi. Birçoğu ise şu an hayatta değil. Bazısı o zaman da hayatta değildi. Bir sabah, sokak arasında doz aşımından gitmiş bir çocuğa bütün bir film rulosunu harcadım. Kimse ambulansı aramak istemedi. Çocuk çoktan ölmüşmüş, polisleri neden başımıza toplayalımmış? Ben de orada öylece durup sokak lambasından bok renginde ışık sızarken, çocuğu yakın çekimde fotoğraf! adım. Filmi genellikle banyo ettirdiğim yere götürmek konusunda endişeliydim. Üniversitede filmi benim için işleyebilecek bir arkadaşım vardı. “İğrenç şeyler bunlar Cass,” dedi filmleri almaya gittiğimde. İçinde baskıların ve kontak baskı’ kartımın olduğu zarfı uzattı. 1 İng. ContactSheet. Tüm filmin küçük boşluklarla, aynı yüzeyde görüldüğü Gözlerime bakmıyordu.

‘‘Hastasın sen.” Bana kalırsa gayet güzellerdi. Yavaş pozlama ve zayıf ışjk, çocuğun tenini ham beyaz kâğıda benzetmişti, mürekkeplenmeden evvelki gazete kâğıdı gibi… Kafası hafiften yukarıya dönük, gözleri ise yarı açık ve donuk bakıyordu. Çoktan ölmüş müydü yoksa daha yeni mi uyanmıştı, ayırt edemezdiniz. Bir eli göğsünün üzerine konmuş, parmakları yayvan… Küçük, siyah bir yıldız yağmuru silsilesi çıplak kolunun iç kısmını lekelemişti. Fotoğrafa “Saykoihtişam” ismini verdim. Yeterince vuruculardı, o yüzden bir portfolyo toparlamaya başlamam gerektiğine karar verdim ve öyle de yaptım. Fotoğraflar nihayetinde kitabım Ölü Kızlar’ı oluşturacaktı. İnsanlar bana o fotoğrafları çekmenin nasıl bir his olduğunu sormayı alışkanlık haline getirmişlerdi. “Sence nasıl bir his?” diye çıkıştım bir gün Intervievv dergisindeki herife. “Sence nasıl ve sence ne zaman sona erecek?” Anlamadı. Kimse anlamıyordu. Tahribatın kokusunu alabiliyorum, bazı insanlardan sanki feromon gibi yayılır. Fotoğraf-ladıklarım da o tipte insanlar. Nerelerde bulunduklarını, onları neyin yok ettiğini anlayabiliyorum, ölümlerinden sonra bile.

Bir nevi ter, sperm yahut kül gibi; ancak salt bir tat veya kokudan ibaret değil. Işığı nasıl yakalayacağınızı biliyorsanız, fotoğraflarda kendini gözler önüne seriyor. Kendini yüzlerde ortaya çıkarıyor, uyuyan bir insanın gördüğü rüyayı anlayabileceğiniz bir yordamla: Mutlu, korkmuş ya da uyandırılmışlar mı… Beni buna çeken şey neydi bilmiyorum. Belki de tıpkı başka insanların uçmayı hayal ettikleri gibi ben de bu bedenden ayrılmayı düşlediğim içindir. Güneşli bir sahile veya bir otel odasına uçmak gibi değil; hakiki bir kaçış, bir bedeni terk edip diğerine girmek. Tıpkı yumurtalarını, orada büyüsünler diye başka bir böceğin içine bırakan ve ta ki yeni eşek arıları ortaya çıkıncaya baskı çeşididir. Film direkt kağıdın üzerine konulup basıma hazır hale getirildiği için “contact” ifadesi kullanılır, (ed. n.) kadar böceği yiyen eşek arısı gibi. 1 Kulağa ürkütücü geliyor ama yok olup yeni bir şey olarak doğma fikrini her zaman sevdim. Bu, elbette, ben yok olmadan önceydi. Yine de fotoğraf çekmek ara sıra böyle hissettiriyor. Gereken her şeyi doğru yaptığımda sanki artık orada, lensin arkasından başka birine bakarak dikilmiyorum. Sanki orada uzanan benim ve tıpkı yağmurun kuru kumdan içeri sızması gibi, o tene sızıyorum. Bazen iş sekse gelince de böyle.

Bir keresinde eve 16 yaşındaki bir çocuğu atmıştım. Kulübün birinden kaldırdım. Koyu renk gözler, kıvırcık koyu renk saçlar, eğri bir ön diş… Kolunun iç kısmında derisinin altına enjekte ettiği eroinden kaynaklanan yara kabuklan, hâlâ damara vuramayacak kadar ürkek. Beni çeken şey dişti. Onu fotoğraflamadığım için bugün bile pişmanım. Enfesti, ışığı emip daha sonra gözünüze yansıtarak sizi kör eden o Pasolini çocuklarından biri. Ama fotoğraf makinemi yerde bırakmıştım ve onun yerine çocukla yattım, üstelik bir defadan fazla. Sonra uyanık bir halde uzanıp çocuğun uyumasını seyrettim. Sabah uyandığında bana baktı ve başına gelenleri bir bir gördüm: Annesinin ölümü, babası ve kız kardeşiyle beraber yaşadığı Queens’deki küçük daire, bir evcil hayvan dükkânında okul sonraları gittiği bir iş. Akvaryumları temizlemek, kuş yemlerini tartmak… Bütün bunları bana anlattı ama ben çoktan biliyor, gözlerinden sızan ışığı görebiliyordum. Onu fotoğraflamak istedim ama birden ciddi anlamda tırstım. Ona kahve ve taksi için para verdikten sonra, kelimenin tam anlamıyla kapıdan dışarı attım. Bana attığı bakış, kırılmış ve allak bullak ama katlanabileceğim türdendi. Üstesinden gelemeyeceğim şey ise çocuğun ölüme çok yakın olduğu bilgisiydi. Kendini canlı hissetmesini sağlayan tek şey beni düzmesi olmuştu.

Bunu Jeannie’ye anlatmaya çalıştım. Bana sanki az önce suratına tükürmüşüm gibi baktı. “Tam bir kaçıksın Cass. Sen var ya, nihilist talansın. Yıkıma âşıksın. 0 “Hadi ya? Bu kötü bir şey mi şimdi? 0 * Bunu komik bulmadı. Çok geçmeden yanımdan ayrıldı ve küçük bir masaj salonunda iş buldu. Çok da sikimdeydi. O dairede kalmaya devam ettim. O vakte kadar okuldan, Sarah Law-rence adında, benimle takılmayı seven zengin bir kızla dağıtmaya başlamıştım bile. Okul yılı sona erdiğinde ayrıldı, ki bu da babamın neler döndüğünü öğrendiği zamana tekabül ediyor. Okuldan şutlandığımı ve gönderdiği çeklerin uyuşturucuya gittiğini… Şaşılacak derecede sakindi. Kendime çeki düzen verip okula yeniden girebilecek kadar çok çalışmadan bana zırnık koklatmayacağını bildiğimden emin oldu ve evin kapılarının bana açık olduğunu da bildirdi. Ona teşekkür ettim ve aralıklarla da olsa irtibatta kaldık, çoğunlukla kartpostallar aracılığıyla. Kendi fotoğraflarımdan oluşan bir seri hazırlamaya başladım: Meşhur tablolardaki gibi poz verip giyindiğim siyah beyaz fotoğraflarım… Seriye “Ölü Kızlar 0 ismini verdim ve ucuz Konica’mla fotoğrafları çekmesi için de bir arkadaşımı ayarladım.

Karşınızda ben, Ophelia; üzerimdeki elden düşme gelinlik ve kurdeleler, yıkık dökük bir apartman dairesinin küvetinde, içi siyah çizgilerle dolu suda yüzerken… (Boya kurdelelerden akmış ve sanki elbisemden kan sızıyor gibi bir görüntü vermişti.)

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir