Erich Fromm – İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri 2

gözlemciye sık sık insanın doğuştan yıkıcı hareketlerinin kanıtlan olarak görünen bazı derine gömülü, arkaik (çok eskiye ait) deneyimler, yıkıcılıktan çok farklıdır. Bu deneyimler yıkıcı hareketlere yol açmakla birlikte, bunlann güdüsünün yıkma tutkusu olmadığını daha derinlemesine bir çözümleme ortaya koyabilir. Bunun bir örneği, çoğu kez “kana susamıştık” olarak adlandmlan kan dökme tutkusudur. Kılgısal amaçlan yönünden, bir kişinin kanını akıtmak o kişiyi öldürmek demektir, bu nedenle de “öldürme” ile “kan akıtma” eşanlamlıdır. Ne var ki, öldürme hazzından apayn, arkaik bir kan dökme hazzının bulunup bulunamayacağı sorusu ortaya çıkmaktadır. Derin, arkaik bir deneyim düzeyinde, kan çok özel bir maddedir. Hemen her zaman, kan yaşamla ve yaşam gücüyle bir tutulmuştur ve bedenden doğan üç kutsal maddeden birisidir. Öteki iki kutsal madde ersuyu ve süttür. Ersuyu erkeği anlatıma kavuştururken, süt de dişiyi ve anne yaratıcılığını anlatıma kavuşturur ve bu maddelerin her ikisi de birçok tapımda ve kuttörende kutsal sayılmıştır. Kan, erkek ile dişi arasındaki farklılığı aşar. En derin deneyim katmanlannda, kişi, kan akıtarak, yaşam-gücünü büyüsel bir biçimde ele geçirir. Kanın dinsel amaçlarla kullanıldığı çok iyi bilinmektedir, ibrani ta-pınaklanndaki din adanılan, ayinin bir parçası olarak kesilen hayvanlann kanını çevreye serperlerdi. Aztek dinadamlan, tannlanna, kurbanlannın 8 SALDIRGANLIK ÎLE YIKICILIĞIN ÇEŞİTLERİ hâlâ çarpan yüreklerini sunarlardı. Birçok kuttörensel görenekte, kardeşlik, ilgili kişilerin kanlan birbirine kanştınlarak simgesel biçimde onaylanır. Kan “yaşam özsuyu” olduğu için, kan içme eylemi, birçok durumda, kişinin kendi yaşam enerjisini artırması olarak algılanmıştır.


Seres için yapılan kuttörenlerde olduğu gibi, Baküs kuttörenlerinde de çiğ hayvan etinin kanla birlikte yenmesi, kutsal ayinin bir bölümünü oluşturuyordu. Girit’te yapılan Diyonisos şölenlerinde, insanlar, canlı hayvanın etini dişleriyle koparırlardı. Birçok yeraltı tannsı ve tanrıçası için de böylesi dinsel törenler yapılıyordu (J. Bryant, 1775). J. G. Bourke, Hindistan’ı ele geçiren Ariler’in, yerli Dasyu Hintlileri’ni çiğ insan ve hayvan eti yedikleri için hor gördüklerinden ve duyduklan doğal tiksinmeyi, onlara “çiğ et yiyiciler”1 adını vererek dile getirdiklerinden söz etmektedir. Varlığını bugün de sürdüren ilkel boylarda (tribü’lerde) bulunduğu bildirilen görenekler, bu kan içme ve çiğ et yeme töreniyle çok yakından bağlantılıdır. Bazı dinsel törenlerde, bir insanın kolundan, bacağından ya da göğsünden ısırarak bir parça koparmak, Kuzeybatı Kanada’da yaşayan Hamatsa Kızılderilileri’nin görevidir.2 Kan içmenin insanı bağlılığa kavuşturduğu sanısına, yakın dönemlerde bile rastlanabilir. Çok korkan birisine, korkusundan kurtulmasını sağlamak için, o anda kesilmiş bir güvercinin hâlâ çarpan yüreğini yedirmek, Bulgarlar’ın bir geleneğiydi (J.G. Bourke, 1913). Çok gelişmiş bir din olan Roma Katolik Mez-hebi’nde bile, İsa’nın kanı olarak kutsanan şarabı içmek gibi arkaik bir uygulamaya rastlıyoruz. Bu töreni, yaşamın olumlanması ve bir bağlılık anlatımı değil de yıkıcı tepilerin bir anlatımı saymak, basiüeştirici bir çarpıtma olur.

Kan dökme, çağdaş insana, yıkıcılıktan başka bir şey değilmiş gibi görünür. Kuşkusuz, “gerçekçi” bir açıdan bakıldığında olan budur; ama yalnız eylemin kendisi değil, en derin ve arkaik deneyim katmanlarındaki Canlı bir hayvanın etini yemekten oluşan bu kuttörenin ne zamana kadar sürmüş olabileceği, canlı bir hayvandan et yeme töresine getirilen yasağın, Nuh tarafından (ve onun aracılığıyla tüm insanlık tarafından) benimsenen yedi aktöresel davranışın kuralı arasında yer aldığı belirtilen bir Talmud geleneğinden anlaşılabilir. “1889’da Newcastle-upon-Tyne’de toplanan Britanya Bilimi İlerletme Derneğinin Tutanaklarinda yer alan, Kuzeybatı Kanada Kızılderilileri üzerine rapor (aktaran J. G. Bourke, 1913). 11. KIRICI SALDIRGANLIK: ZALİMLİK VE YIKICILIK anlamı da göz önüne alınacak olursa, bambaşka bir sonuca ulaşılabilir. Kişi, kendi kanını ya da bir başkasının kanını akıtarak, yaşam gücüyle ilişkide bulunur; bu, başlı başına, arkaik düzeyde kendinden geçirici bir deneyim olabilir ve tannlara sunulduğu zaman, en kutsal bağlılığı sergileyen bir eylem olabilir; bu eylemin güdüsünün yok etme özlemi olması gerekmez. Yamyamlık olgusu için de benzer yorumlar yapılabilir, insanın doğuştan yıkıcılığı yönünde savlar öne sürenler, kuramlarım kanıtlayacak önemli bir dayanak olarak sık sık yamyamlığı kullanmışlardır. Bu kişiler, Choukoutien mağaralannda alt bölümü delinerek beyinleri çıkarılmış kafataslannın bulunmuş olması gerçeğini ortaya sürüyorlar. Öldü-renlerce tadının çok sevildiği öne sürülen beyni yemek için bu hareketin yapıldığı yolunda yorumlar getirilmiştir. Çağdaş tüketicinin görüşüne belki daha uygun düşmesine karşın, bu da bir olasılıktır kuşkusuz. Daha yerinde bir açıklama ise, beynin büyüsel-kuttörensel amaçlarla kullanıldığıdır. Daha önce belirtildiği üzere, Pekin Adamı kafataslan ile Monte Circeo’da bulunan ve nerdeyse Pekin Adamı’ndan yanm milyon yıl sonrasına ait olan kafataslan arasında güçlü bir benzerlik gören A.C.

Blanc (1961) bu tutumu benimsemiştir. Eğer bu açıklama doğruysa, kuttörensel yamyamlık ile kuttörensel kan içme ve kan dökme için de aynı şey geçerlidir. Kuşkusuz son yüzyıllarda, kuttörensel olmayan yamyamlık “ilkel” halklar arasında sık rastlanan bir uygulamaydı. Bugün de varlığını sürdüren avcı-yiyecek toplayıcılann karakterleri hakkında bildiğimiz ya da tarihöncesi avcı-yiyecek toplayıcılar hakkında varsayım olarak öne sürebileceğimiz tüm verilere dayanarak diyebiliriz ki, bu avcı-yiyecek toplayıcılar katil değillerdi ve yamyam olmalan da pek olası değildir. Mumford’ın özlü bir anlatımla belirttiği gibi: “Nasıl ki ilkel insan bizim sergilediğimiz kitlesel zalimlik, işkence ve yok etme gösterilerini yapabilecek durumda değildiyse, yemek için insan öldürme suçunu da işlememiş olabilir” (L. Mumford, 1967). Buradaki sözler, yıkıcı davranışlann ardında yatan dinsel ve yıkıcı-olmayan güdüleri kavramak yerine, tüm böylesi davranışlan bir yıkıcılık içgüdüsünün sonucu olarak gören aceleci açıklamaya karşı bir uyan olarak anlaşılmalıdır. Bu sözlerin amacı, şimdi ele alacağımız gerçek zalimlik ve yıkıcılık patlamalarını önemsizmiş gibi göstermek değildir. 10 SALDIRGANLIK İLE YIKICILIĞIN ÇEŞİTLERİ KENDİLİĞİNDEN BİÇİMLER Yıkıcılık3 iki biçimde ortaya çıkar: kendiliğinden ve karakter yapısına bağlı biçimde. Birincisiyle anlatmak istediğim, her zaman anlatıma ka-vuşturulmasalar da karakterde sürekli olarak bulunan yıkıcı özelliklerin tersine, olağandışı koşulların harekete geçirdiği uyuşuk durumdaki (bastırılmış olmaları gerekmez) yıkıcı tepilerin patlamasıdır. Tarihsel Kayıtlar Kendiliğindenmiş gibi görünen yıkıcılık biçimlerine ilişkin en bol —ve en dehşet verici— belgeler uygar tarih kayıtlarında bulunur. Savaş tarihi, kurbanlan erkekler, kadınlar ve çocuklar olan acımasız ve aynm gözetmeyen bir öldürme ve işkence tutanağıdır. Bu olaylann birçoğu, ne geleneksel etmenlerin ne de içtenlikli ahlaksal etmenlerin hiçbir engelleyici rol oynamadığı yıkım çılgınlıklan izlenimi vermektedir. Öldürme, yıkıcılığın en ılımlı dışavurumuydu. Ama çılgınlıklar burada durmuyordu: erkekler hadım ediliyor, kadınlann kannlan deşiliyor, hükümlüler çarmıha geriliyor ya da aslanlann önüne atılıyordu, insanın düşlem gücüyle tasarlayabileceği hemen hiçbir yıkıcı eylem yoktur ki, yine yine uygulanmış olmasın.

Bölünme sırasında yüzbinlerce Hindu ile Müslüman’ın birbirlerini kırdıklan Hindistan’da ve 1965’teki anti-komünist temizlik hareketi sırasında, çeşitli kaynaklara göre, dört yüz bin ile bir milyon arasında gerçek ya da zanlı Komünist’in birçok Çinli’yle birlikte toplu kınma uğratıldığı (M. Caldwell, 1968) Endonezya’da aynı çılgınlığa tanık olduk, insan yıkıcılığının dışavurumlan konusunda daha aynntılı bir tanımlama yapmak için daha ileri gitmeye gerek duymuyorum: Sözgelimi, Dr. Freeman (1964) gibi yıkıcılığın doğuştan geldiğini kanıtlamak isteyenler, bu dışavurumlan çok iyi biliyorlar ve ay-nca, sık sık da alıntı olarak aktanyorlar. Yıkıcılığın nedenlerine gelince, bunlan, sadistliğe ve ölüseverliğe ilişkin tartışmamızda ele alacağız. Burada bu patlamalara değinmemin Burada “yıkıcılık” terimini, hem asıl yıkıcılığı (“ölüseverlik”) hem de daha sonra belirteceğimiz bir aynm olan sadistliği kapsayacak biçimde kullanıyorum. 11. KIRICI SALDIRGANLIK: ZALİMLİK VE YIKICILIK 11 nedeni, sadist ve ölüsever karakter örneğinde olduğu gibi, karakter yapısına bağlı olmayan yıkıcılığa örnekler vermektir. Ama bu yıkıcı pat-lamalann kendiliğindenliği, hiçbir neden olmadan patlak vermeleri anlamında değildir. Birincisi, her zaman bunlan kışkırtan dış koşullar vardır; örneğin savaşlar, dinsel ya da siyasal çatışmalar, yoksulluk, kişinin aşın ölçüde sıkılması ve kendini önemsiz duyumsaması bu dış koşullardandır, ikincisi, öznel nedenler vardır: Hindistan’da olduğu gibi, ulusal ya da dinsel anlamda aşın küme özseverliği, Endonezya’nın bazı bölgelerinde olduğu gibi kendinden-geçme durumuna yatkınlık. Birdenbire boy gösteren şey insan doğası değil, birtakım süreğen koşullann beslediği ve beklenmedik yaralayıcı olaylann harekete geçirdiği yıkıcı gizilgüçtür. Göründüğü kadanyla, söz konusu kışkırtıcı etmenler olmaksızın bu topluluklardaki yıkıcı enerjiler uyuşuk durumdadır ve yıkıcı karakter’de olduğu gibi sürekli etkinlik gösteren bir enerji kaynağı değildir. Kinci Yıkıcılık Kinci yıkıcılık, bir kişiye ya da özdeşleştiği topluluğun üyelerine çektirilen yoğun ve haksız acıya gösterilen kendiliğinden bir tepkidir. Olağan savunucu saldırganlıktan iki bakımdan aynlır: (1) zarar verildikten sonra meydana gelir, bu yüzden de tehdit edici bir tehlikeye karşı bir savunma değildir, (2) çok daha büyük bir yoğunluktadır ve sık sık zalim, kana susamış, doyurulmaz niteliktedir. Kinin bu özel niteliği, “öç ateşi” terimiyle dilde de anlatımını bulur. Gerek bireyler, gerekse topluluklar arasında kinci saldırganlığın ne denli yaygın olduğunu vurgulamaya pek gerek yoktur.

Dünyanın hemen hemen her yerinde —Doğu ve Kuzeydoğu Afrika’da, Yukan Kongo’da, Batı Afrika’da, Kuzeydoğu Hindistan, Bengal, Yeni Gine ve Polinez-ya’daki birçok sınır boylan arasında, (yakın zamanlara kadar da) Korsika’da— bu saldırganlığa bir kurum olarak kan davası biçiminde rastlıyoruz. Bu tür saldırganlık Kuzey Amerika yerlileri arasında da yaygındı (M.R. Davie, 1929) Kan davası, insanlanndan birisi öldürülmüşse, öldüren birimin bir üyesini öldürmek zorunda olan bir aile, oymak ya da boyun üyesinin üstüne düşen kutsal bir görevdir. Katilin ya da bağlı ol12 SALDIRGANLIK İLE YIKICILIĞIN ÇEŞİTLERİ duğu kümenin cezalandırılmasıyla suçun bedelinin ödetildiği basit cezalandırmanın tersine, kan davası olgusunda saldırganın cezalandırılması, öldürme olaylan zincirini sona erdirmez. Cezalandırıcı öldürme eylemi, cezalandırılan kümenin üyelerinin, sıra kendilerine gelince, cezalandıranı cezalandırmalarını gerektiren ve sonuna kadar böyle sürüp giden yeni bir öldürme eylemini temsil eder. Kuramsal olarak, kan davası bitimsiz bir öldürme olaylan zinciridir ve bazen gerçekten de ailelerin ya da daha büyük topluluklanrt sönmesine yol açar. Daha savaşın anlamını bilmeyen Grönlandlılar gibi çok banşçı topluluklarda bile —ayrıksı olmakla birlikte— kan davasına rastlanabilir, ama Davie’nin yazdığı gibi: “Bu uygulama ancak çok az gelişmiştir ve anlaşıldığı kadarıyla, görev, mutlaka tüm ağırlığıyla sağ kalanların omuzlanna binmez” (M.R. Davie, 1928). Yalnız kan davası değil, —ilkelinden modernine— tüm cezalandırma biçimleri öç almanın bir anlatımıdır (K.A. Menninger, 1968). Bunun klasik örneği. Eski Ahit’teki dişediş yasası’âır.

Güdülen amaç, “binlerce insanın esirgenmesi, haksızlık, adaletsizlik ve günahların bağışlanması” ilkeleri de eklenerek geleneksel anlayışın körletilmesine yönelikmiş gibi görünse bile, kötü bir hareketin üçüncü ve dördüncü kuşağa kadar ce-zalandınlacağı tehdidi de buyruklarına boyun eğilmeyen bir tannnın öcünün anlatımı olarak görülmelidir. Birçok ilkel toplumda da —örneğin, “Eğer bir insanın kanı dökülürse, bu kanın yerde kalmaması gerekir” yolunda bir yasaları bulunun Yakutlar’da— aynı düşünceye rastlanabilir. Yakutlar’da, öldürülen kişinin çocukları, dokuzuncu kuşağa kadar öldürenin çocuklanndan öç alıyorlardı (M.R. Davie, 1929). Kan gütme ve ceza hukukunun, kötü olmakla birlikte, toplumsal is-tikrann sürdürülmesinde belli bir toplumsal işleve de sahip olduklan yadsınamaz. Bu işlevin yerine getirilmediği durumlarda, yakıp kavurucu öç arzusunun kesin egemenliği görülebilir. Nitekim, pek çok Alman’ı yönlendiren güdü, 1914-18’de savaşın yitirilmesinden ileri gelen ya da daha belirgin biçimde Versailles banş andlaşmasındaki somut koşullann, özellikle de savaşın tek sorumluluğunu Alman hükümetinin yüklenmesi gerektiği yolundaki isteğin adaletsizliğinden ileri gelen öç alma arzu-suydu. Gerçek ya da uydurma kınmlann en yeğin öfke ve öç duygularım tutuşturabileceği, olaylarla saptanmıştır. Hitler, Çekoslavakya’ya sal11. KIRICI SALDIRGANLIK: ZALİMLİK VE YIKICILIK 13 dırmadan önce, bu ülkedeki Alman azınlıklara kötü davranıldığı savını propagandasının odağı yaptı; 1965’te Endonezya’da yapılan toptan insan kıyımını, Sukarno’ya karşıt bazı generallerin bazı organlannın kesilerek sakat bırakıldıklan söylentisi başlattı. Hemen hemen iki bin yıl süren öç susuzluğunun bir örneği, isa’nın sözde Yahudiler’ce idam edilmesine gösterilen tepkidir; “İsa’nın katilleri” haykınşı, geleneksel olarak, amansız Yahudi düşmanlığının anakaynaklanndan birisi olmuştur. Öç neden böylesine derine kök salmış ve yeğin bir tutkudur? Bu konuda ancak bazı yorumlar getirebilirim. îlk olarak, öcün bir anlamda büyüsel bir eylem olduğu görüşünü ele alalım. Kıyım suçunu işleyen kişinin yok edilmesiyle, bu kişinin davranışı büyüsel olarak ortadan kaldınlır.

Çarptınldığı cezayla “suçlunun hesap verdiği” söylenerek, bugün de bu kanı dile getirilir, en azından kuramsal olarak, cezalandırılan kişi, hiç suç işlememiş birisi gibidir. Öcün büyüsel bir ödünleme olduğu söylenebilir; ama bunun böyle olduğunu varsaysak bile, bu ödünleme isteği neden böylesine yeğindir? Belki de insan, ilksel nitelikte bir adalet duygusuyla donatılmıştır, bu, derine kök salmış bir “varoluşsal eşitlik” duygusunun varlığından ileri gelebilir: hepimiz birer anneden doğduk, bir zamanlar güçsüz çocuklardık ve hepimiz öleceğiz.4 İnsan, sık sık, baş-kalannın kendisine verdikleri zarara karşı kendini savunamazsa da, duyduğu öç arzusuyla, o zarann verildiğini büyüsel biçimde yadsıyarak her şeyin üstüne sünger çekmeyi dener (İmrenmenin5 kökeni de aynıymış gibi görünmektedir. Kabil, kardeşi kabul görürken kendisinin reddedilmesi gerçeğine katlanamıyordu. Bu red keyfi nitelikteydi ve bunu değiştirmek Kabil’in elinde değildi; bu köklü adaletsizlik öyle bir kıskançlık duygusu uyandırdı ki, eşitlik ancak Habil’in öldürülmesiyle sağlanabilirdi.). Ama öç duygusunun nedeni, bunu aşan bir şey olmalıdır. Göründüğü kadanyla, Tanrı ya da laik yetkililer başansız olduklan zaman insan, adaleti kendi ellerine almaktadır. Sanki insan, içindeki öç tutkusuyla, kendini Tanrı ve öç melekleri rolüne yükseltmektedir. Öç eylemi, işte bu özyücelmeden dolayı, insanın en büyük anı olabilir. Bazı başka yorumlarda da bulunabiliriz. Bedensel yönden sakatlama, hadım etme ve işkence gibi zulümler, bütün insanlarda ortak olan vic- \enedik Tacirinde (III, i) Shylock, bu ilksel eşitlik duygusunun güzel ve canlı bir anlatımını veriyor. SKarş. G.M.

Foster (1972).

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir