Erich Segal – Doktorlar

JtSîR teki dışında hepsi beyaz ırktandılar. Beşi dışında tümü erkekti. Bazıları pırıl pırıl zekâsıyla dahi olmanın sınırına yaklaşmıştı. Kimisi bir dahiyken çıldırmak üzereydi. İçlerinden biri, Carnegie Hall’da viyolonsel çalmış, bir başkası profesyonel ligde bir yıl basketbol oynamıştı, içlerinden altısı roman yazmış, ikisinin kitapları yayınlanmıştı. Biri, ilkelerinden vazgeçmiş rahipti. Bir diğeri ıslahhaneden çıkıp okullar bitirerek buraya gelmişti. Hepsi ölürcesine korkuyordu. Onlan 1958 yılının böyle aydınlık eylül sabahında bir araya getiren ortak durum, Harvard Tıp Fakültesi birinci sınıf öğrencisi oluşlarıydı. Dekan Courtney Holmes tarafindan yapılacak okula hoşgeldiniz konuşmasını dinlemek üzere D dersanesinde toplanmışlardı. Dekan’ın yüz hatları, Roma madeni paralanndaki suratlara benziyordu. Davranışlarıyla bir göbek bağıyla değil de, altın bir saat kösteğiyle doğmuş gibiydi. Yaşlı adam salondakileri sessiz olmaya çağırmadı. Yalnızca gülümsedi ve öğrenciler sustular. “Beyler!” diyerek söze başladı.


“Sizler buraya tıp bilgilerinin sınırlarına doğru uzun bir yolculuk yapmak üzere toplanmış bulunuyorsunuz. Bu okulda henüz haritası çıkarılmamış hastalık ve acılar üzerinde kendi kişisel keşiflerinizi yapacaksınız. Burada oturanlardan biri lösemi, şeker hastalığı, deri veremi ya da ölümcül kanserlere bir tedavi yöntemi bulabilir…” Adam, pek mükemmel nitelikte dramatik bir duraklama yaptı. Sonra mavi gözlerinde bir pırıltı yanıp sönerek ekledi. “Belki sıradan soğuk algınlığına bir önlem getirebilir.” Espriyi değerlendiren kahkahalar yükseldi. Sonra gümüş saçlı Dekan başını öne eğdi. Belki derin düşüncelere dalmış olduğunun alfanı çizmek istiyordu. Öğrenciler merakla onun yeniden konuşmasını beklediler. Sonunda başını kaldırıp yeniden konuşmaya başladığında sesi daha yumuşak ve bir oktav daha aşağı tonda çıkıyordu. “izin verin de sözlerimi bir gizi açıklayarak sona erdireyim. Şimdi işitecekleriniz bir alçakgönüllülük gösterisi olacaktır.” Arkasını döndü ve karatahtaya bir şeyler yazdı. Yana çekildiğinde tahtada iki sayılı bir rakam göründü: Yirmi altı. Holmes, sımfin yeniden sessizleşmesini bekledi.

Derin bir soluk aldı ve sonra büyülenmiş dinleyicilerine dik bakışlarla bakarak konuştu. “Baylar, anılarınızın şablonuna şunları kazımak istiyorum. Bu dünyada binlerce hastahk vardır ama tıp bilimi onlardan yalnızca yirmi altısı üzerinde deneysel tedavi yöntemi uygulamaktadır. Geri kalan tedaviler… Bir tahmin işidir.” Ve konuşma bitti. Asker gibi dik ve atletlerin inceliğiyle adam kürsüden indi. Salondan dışarıya yürüdü. – Kalabalık kitle onu alkışlayamayacak kadar şaşırmıştı. ÇOCUKLUK YILLARI “Yeni dünyaya çıplak, üşümüş ve kendilerine güvenleri olmaksızın girerler… “Ama şimdi bu girişin süssüz ağırbaşlılığı üzerine çok derin, büyük bir değişiklik çöker: Onlar bu değişikliği kavrar ve uyanmaya başlarlar.” WILLIAM CARLOS WILLIAMS (1883-1963) Çocuk Hastalıkları Uzmam ve Ozan LAURA Castellano’yu ilk kez çıplak gören oğlan çocuk Barney Living- stone’du. Barney beş yaşına bastığı yazın bir ağustos sabahında evlerinin bahçesinde dolaşıyordu. Ve tanımadığı bir ses onu selamladı: “Merhaba.” Dönüp komşu evin bahçesine baktı. Bahçe duvarının üzerinden kendi yaşındaki sansın bir kız çocuğu merakla bakıyordu. Barney derin bir özlemle eski komşularını, onlann çocuk oyunu düzeyine indirgenmiş beyzbo-lu korkunç şekilde oynayan oğullan Murray’ı düşündü.

Şimdi işittiğine göre yeni komşulannın bir oğlan çocuklan bile bulunmuyordu. Bu nedenle kız kendini tanıtınca, Barney Laura’ran beyzbol oynar gibi birbirlerine top atma önerisine şaşıp kaldı.Kuşkulu bir tavırla omuz silkip, “Tamam” dedi. Eldiven ve topunu almak üzere yürüdü. Bir dakika sonra pembe renkli küçük kauçuk topu alıp geriye döndüğünde kız bahçenin ortasında dikiliyordu. “Buraya nasıl geçtin?” diye sordu. “Bahçe duvanna tırmanıp üzerinden atladım” diyen kız hiç de önem vermezmiş gibi görünerek ekledi. “Tamam, haydi başlayalım! Bana şöyle yüksek bir top at!” Barney açık seçik görünür biçimde dengesini yitirir ve gaf yapar gibi fırlatınca, Laura topu pek eli yatkın bir şekilde yakaladı ve hızla geriye attı. Oğlan şimdi de Murray’ın yedi yaşında olduğu halde duvardan atlamak için yardıma gereksindiğini ve kızın bunu tek başına kolaylıkla başardığını düşünerek şaşıyordu. Yanm saat süreyle birbirlerine yorulmaksızın top attıktan sonra Barney kızın Murray’ın ayakkabılannı (gerçekte lastik pabuçlannı) rahatça doldurabileceğine karar verdi. Cebine elini sokup sigara paketini ortaya çıkardı. “Lucky Stripe” etiketli kutudan bir şekerleme çıkanp kıza uzattı. “Hayır, sağol!” diyen Laura sözünü şöyle sürdürdü. “Babam çikolataya karşı alerjim olduğunu söylüyor.” “Alerji nedir ki?” “Bildiğimden emin değilim.

En iyisi onu babama soralım. Babam, doktordur.’ Ve bu konuşma, kızın aklına bir fikir getirdi. “Hey, neden doktor ve hasta oyunu oynamıyoruz ki?” diye sordu. “O oyun nasıl oynanır?” “iyi. Önce ben seni muayene edeceğim. Sonra da sen beni…” “Kulağa pek sıkıcı bir oyunmuş gibi geliyor.” “Bunun için giysilerimizi çıkarmak zorundayız.” “Olur.” Belki böylesi biraz ilgi çekici olacaktı. Muayeneler, Livingstone’lann bahçesinin bir köşesindeki dev meşe ağacının arkasında yapıldı. Laura oğlanı muayene edebilmek için ekose desenli gömleğim çıkarmam talimatını verdi. Dinleme hayali bir stetes-kopla yapılacaktı. “Şimdi şortunu da çıkar.” “Niçin?” “Haydi Barney, oyunu oyna!” Oğlan istemeyerek mavi renkli şortunu çıkarıp orada külotuyla dikilirken, kendisini biraz tuhaf duyumsamaya da başlamıştı.

Genç doktor buyurganca konuştu. “Külotunu da çıkar!” Barney, evden kimse bakıyor mu diye omuzunun üzerinden gizlice göz attı ve sonra son giysisini de çıkardı. Laura oğlana dikkatle bakıyor ve bacaklarının arasından sarkan şeye özellikle ilgi gösteriyordu. Oğlan gururlu bir tavırla açıkladı: “Bu benim musluğumdur.” “Daha çok bir penise benziyor.” diyen kız klinikteymiş gibi tarafsız tavırla konuşuyordu. “Tamam, sen iyisin. Giyinebilirsin” dedi. Barney büyük bir hevesle onun sözüne uyarken, Laura sordu: “Şimdi başka bir oyun oynamak ister misin?” “Ama bu haksızlık olur. Doktor olma sırası bende.” “Pekiyi, tamam.” Kısa sürede kız tümüyle soyunmuştu. “Vay, Laura!… Senin şeyine ne oldu?… Ne dediğimi biliyorsun canım…” Kız bir dereceye kadar özlemle dolu bir sesle yanıtladı. “Benim ondan yok.” “Oh yazık, neden yok?” O anda tiz bir ses muayeneyi yanda böldü.

“Baar…neyy! Neredesin?” Sesin sahibi evin arka kapısına çıkmış olan annesiydi. Oğlan, ivedi arkadaşından izin istedi ve ağacın arkasından uzanıp bakındı. “Buradayım, anne” diye seslendi. “Ne yapıyorsun?” “Oyun oynuyorum, birisiyle…” “Kiminle?” “Komşu evde oturan Laura adlı kızla.” “Oh, yeni komşular… Kıza sor bakalım, çörek ve süt ister mi?” Ağacın ardında gizlendiği yerden cin gibi bir surat göründü. Laura neşeyle sordu. “Ne tür çörekleriniz var?” “Ayçörekleri ve incirli kekim var” diyen Bayan Livingstone gülümseyerek ekledi: “Ne tatlı bir kızsın sen?…” Barney ile Lauramn çocukluğun tatlı günlerini yaşadıkları bu cennetin adı New York’un büyük semti Brooklyn idi. Orada kulakları dolduran sesler, troleybüslerin kornaları ile dört tekerli hafif gezinti arabalarının canlan ama en çoğu türlü top oyunlanm sokağın ortasında oynayan ve çılgınca patenle kayan çocukların haykırışlarıydı. O zamanda Brooklyn Dodgers yalnızca bir beyzbol takımı değil, bir sağlam karakterler küme’siydi: Duke, Pee Wee ve Preacher topu atış ve tutuşta pek başanlıyken sizin adım söylemenizden daha hızh koşan Jack Robinson adh bir oyunculan da vardı. Bütün oyuncular Brooklyn’e gönülden bağlıydılar. Bu durumda onlann New York’un Yankiler beyzbol takımım hiç yenememiş olmalarına kim aldınş ederdi ki?… Yıl 1942 idi. Amerikalılar şimdi de üç cephede; Avrupa’da Nazilerle, Büyük Okyanus’ta Japon sürüsüyle ve ülkenin içinde Fiyat Yönetimi Bürosu ile savaşıyorlardı. Bunlardan sonuncusu Cumhurbaşkanı Roose-velt’iri sivillerin gereksinimlerini vesikaya bağlamak ve her şeyin iyisinin askerlere verilmesini sağlamak üzere oluşturduğu kuruluştu. Böylece Mareşal Montgomery, Kuzey Afrika’da Rommel ile çatışır, General Jimmy Doolittle Tokyo’yu bombalarken cephe gerisinde, Brooklyn’de Barney’in annesi Bayan Estelle Livingstone iki oğlunun sağliğı ve iyi gelişmeleri için fazladan et vesikası almak üzere savaşım veriyordu. Kocası Harold Livingstone bir yıl önce orduya çağnlmıştı.

Lisede Latince öğretmeni iken şimdi Kaliforniya’da bir askeri üste Japonca öğrenmeye çalışıyordu. Bu konuda ailesine tüm söyleyebildiği “İstihbarat Bürosu”nde bir şeyler yaptığı yolundaydı. Böylesi duruma uygundu. Çünkü Estelle’nin oğullarına babalarının çok akıllı olduğunu ve İstihbarat Bölümü’nde görevlendirildiğini açıklamasını kolaylaştınyordu. Oysa ortaya konulmayan nedenlerden ötürü Laura’nın babası Dr. Luis Castellano orduya çağnlmamıştı. Bir kaşık sütlü mısır ezmesini daha, küçük oğlunun ağzına sokmaya çalışan Estelle, büyük oğluna sordu: “Laura hoş bir çocuk mu, Barney?” “Evet, bir kız olarak iyi. Demek istiyorum ki, fırlattığım topu bile yakalayabiliyor. Ama, biraz tuhaf konuşuyor.” “Çünkü onlar ispanya’dan buraya gelmişler, şekerim. Oradan kaçmak zorunda kalmışlar.” “Niçin?” “Faşist denilen birtakım kişiler onlardan hoşlanmamış. Aynı nedenle baban şimdi orduda. Faşistlerle savaş etmek üzere…” “Babamın bir silahı var mı?” “Bilmiyorum. Ancak, bir silaha gereksinirse Başkan Roosevelt onu elde etmesini sağlayacaktır.

” “iyi, Böylece babam da kötü kişileri penisinden vuracaktır.” Meslekten kütüphaneci olan Estelle, oğlunun bildiği sözcük sayısının artmasından yanaydı. Oysa onun yeni öğrendiği bu sözcüğü duyunca pek şaşırmıştı. Olabildiğince doğal davranmaya çalışarak sordu: “Sana penisi kim öğretti, şekerim.” “Laura. Onun babası doktor. Ama, kızın öyle bir şeyi yok!” “Nesi yok, şekerim?” “Laura’nın penisi yok. Başlangıçta ona inanmadım, ama bana gösterdi.” Estelle ne diyeceğini bilemez durumda küçük oğlu Warren’in sütlü mısır ezmesini karıştırıyor ve Barney’in daha neler öğrenmiş olduğunu merak ediyordu. Zamanla Barney ile Laura daha iyi oyunları oynamaya başladılar. Her geçen yaz gününde Kovboylar ve Kızılderililer, Amerikalılar ve Japonlar gibi oyunları oynarken hak yemeden iyi ve kötü olan tarafi sırayla temsil ediyorlardı. Böylece bir yıl geçti. Müttefikler şimdi italya’yı ele geçirirken Amerikalılar bir kez daha Solomon adalarını fethediyordu. Birgece geç saatte Barney’in erkek kardeşi Warren çığlıklar atarak ve kırk derece ateşler içinde yanarak uyandı. Dertlerin en kötüsünden, bir yaz afetinden ve çocuklukta gelen bir felçten ürken Estelle terleyen çocuğunu bir banyo havlusuna sararak ön kapıdan çıkıp merdivenleri indi; onu Dr.

Castellano’nun evine taşıdı. Bir adım gerisinde aklı karışmış ve korkmuş oğlu Barney onu izliyordu. Dr. Luis şimdi de uyanıktı. Küçük ve dağınık çalışma odasında bir tıp dergisini okurken çocuğu muayene etmek üzere ellerini yıkamak için koşuşturdu. Kara kıllı iri elleri şaşırtıcı derecede hızla ve incelikle hareket ediyordu. Doktor, Warren’in boğazına bakar, göğsünü dinler ve küçük çocuğu sakinleştirmeye çalışırken, Barney şaşkınlıkla onu gözetledi. “Tamam!” diyen doktor fısıldayarak ekledi: “Benim için yalnızca soluk alıp ver, olur mu küçüğüm?” Bu arada karısı Inez Castellano soğuk su ve sünger getirmek üzere ivedi davranıyordu. Estelle korkudan ağzım açmadan ayakta dururken, Barney onun çiçek desenli sabahlığının eteğini tutuyordu. Sonunda kadın, doktora soru sorma yürekliliğini kendinde bulabildi. “Hastalığı o mu?… Hani bilirsiniz siz?” “Sakin olun, Estelle. Çocuğunuzun hastalığı çocuk felci değil. Göğsündeki kızıl lekeye ve özellikle dilinin üzerindeki kırmızı kabarcıklara bakın. Buna ‘Çilek biçiminde dil’ diyoruz. Çocukta kızıl hastalığı başlamış durumda.

” “Ama, ciddi olabilir gene de…” “Evet. Prontosil gibi sülfa türü ilacı yazacak birini bulmalıyız.” “Siz yazamaz mısınız?” Dişlerini sıkıp gevşeten Luis yanıtladı. “Benim reçete yazma iznim yok. Bu ülkede tıp uygulaması yapmak üzere iznim bulunmuyor. Her neyse, hemen yola çıkalım. Bizler taksi ile hastaneye giderken Barney burada kalabilir.” Takside giderlerken Luis, küçük Warren’i kucağında tutuyor, boynunu ve alnını süngerle kuruluyordu. Estelle adamın kendine güvenli durumuna inanmıştı, ama şimdi de onun söyledikleri kendisim şaşırtıyordu. “Ama Luis, ben seni doktor olarak düşünmüştüm. Demek istiyorum ki, sen bir hastanede çalışıyorsun, öyle değil mi?” dedi. “Bir laboratuvarda çalışıyor, kan ve idrar testleri yapıyorum” diyen adam duraladı. Sonra ekledi: “Ülkemdeyken doktordum. Sanırım iyi bir doktordum. Beş yıl önce buraya geldiğimde çılgınlar gibi ingilizce çalıştım.

Tüm tıp kitaplarını yeniden okudum ve sınavları geçtim. Ama şimdi de eyaletin tabipler odası bana izin vermeye karşı çıkıyor. Belli ki ben tehlikeli bir yabancıyım, ispanya’da yanlış bir partiyi seçmiş kişiyim.” “Ama, faşistlere karşı savaşıyordun?” “Evet, oysa bir sosyalisttim. Bu da Amerika’da kuşkulu bir durumdur.” “Pek saçma, ahlâksızca bir davranış.” “iyi. Ama, daha kötüsü de olabilirdi.” “Ben daha kötüsünü düşünemiyorum.” “Franco tarafından yakalanmış olabilirdim.” Hastanede Luis’in tanısı hemen doğrulandı ve Warren’e onun önerdiği ilaçlar verildi. Çocuğu alkolle ıslatılmış süngerlerle silerek ateşini düşürdüler.Sabah saat 5.30’da Warren’in eve götürülebileceği bildirildi. Luis taksiye binişlerine kadar Estelle ve çocuğa arkadaşlık etti.

Estelle sordu: “Sen de gelmiyor musun?” “Hayır, vedalaşmamız gerekli. Saat yedide laboratuvarda olmalıyım. Burada kalacak ve boş bir odada biraz kestireceğim.” “Buraya, yatağıma nasıl geldim, anne?” “Eh, sevgilim, ben eve geldiğimde saat çok geç olmuştu ve sen Castella- nolann koltuğunun üzerinde uyuyordun. Bu yüzden Inez ve ben, seninle Warren’i kucaklayıp buraya taşıdık.” “Warren iyi mi?” diyen Barney henüz kardeşini görmemişti. Estelle başını öne eğerek onayladı ve, “Tann’ya şükürler olsun, Dr. Castello gibi bir komşumuz var” dedi. Bir saniye süreyle Barney içinde büyük bir imrenme duyumsadı. Lau-ra’mn babası evindeydi. Kendisi babasını bazen o denli özlüyordu ki, içi burkuluyordu. Babasının gittiği günü pek canlı bir biçimde anımsıyordu. Harold onu tutup kaldırmış ve öyle sıkı göğsüne bastırmıştı ki, Barney onun soluğunda sigara kokusunu duyumsamıştı. Şimdi birisinin sigarasını yaktığını görmek bile, Barney’in kendisini yalmzmış gibi duyumsamasına yol açıyordu. Bununla birlikte küçük bir avunma nedeni bulunuyordu.

Şimdi Living- stone’lann evinin ön pencerelerinden birinde zemini beyaz, çevresinde kırmızı bir çizgi ve ortasında mavi bir yıldız bulunan dikdörtgen şeklinde bir bayrak asılıydı. Bu bayrak, yoldan geçenlere evde ülke için savaşan bîr aile üyesinin olduğunu gösteriyordu. (Bazı evlerde bu türden iki, hatta üç bayrak bulunmaktaydı.) Aralık ayının sonlarına doğru, iki oğlan kardeş beş sentlik gözlemelerini satın aldıkları şekerci dükkânından eve dönerlerken Warren, Bay ve Bayan Cahn’lann ön penceresinde şaşırtıcı bir şeye, altın renkli yıldız taşıyan bir bayrağa dikkat etti. Akşamyemeğini yerlerken yakınır gibi sordu: “Anne, onların bayrağındaki yıldız nasıl bu denli süslü olmuş?” Estelle bir an duraksadı, sonra sakin bir tavırla yanıtladı. “Çünkü onların oğullan… Pek yürekliymiş.” “Bir gün babamın da böyle bir yıldızı kazanacağım düşünüyor musun?” Yüzünün sarardığım duyumsamasına karşın Estelle kayıtsız kalmaya çalışarak konuştu: “Sen böyle şeyleri kesinlikle bilemezsin, canım. Şimdi gel de kıvırcık salatam ye…” Çocukları yataklarına yatırdıktan sonra Estelle bir anda tüm konuşma boyunca Barney’in sessiz kalmış olduğunu sezinledi. Büyük oğlu, Cahn’lann tek evladı Arthur’un savaşta öldüğünü anlamış mıydı? Daha sonra mutfak masasında oturup kaynattığı şeyin en iyi Brezilya kahvesi olduğunu varsayarak içmeye çalışırken kocası Harold’un tehlikede olmayacağım sürekli söylediğini anımsadı. (“Çevirmenler vurulmazlar, şekerim” diyordu kocası). Ancak, güvenlik nedenleri, kocasının nerede olduğunu ve ne yaptığım söylemesini engellemiyor muydu? Artık öyle korkunç telgraflann Brooklyn’deki ailelerin eline geçmediği bir gün bile yaşanmaz hale gelmişti. Sonra büyük oğlunun sesini duydu. Oğlan sevgiyle ve güvence verir bir tonda konuşuyordu. “Lütfen, endişelenme anne… Babam geriye gelecek.” Altı buçuk yaşındaki oğlan Miki Fareli pijaması içinde kapının yanında ayakta duruyor, gene de annesini yatıştırmak üzere bir şeyler yapmaya çalışıyordu.

Estelle başım kaldınp ona gülümsedi: “Ne düşündüğümü nereden biliyorsun?” diye sordu. “Okulda herkes Arthur Cahn’ın öldüğünü biliyor. Öğretmenlerden birinin onun için ağladığım bile gördüm. Bu konuda bir şey söylemedim çünkü Warren’in korkacağını düşündüm. Ama, babam sağ kalacaktır, sana söz veriyorum.” “Nasıl bu denli güvenli olabilirsin?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir