Erich Von Daniken – Tanrilarin Arabalari

Bu kitabı yazmak cesaret isteyen bir işti; okumak da aynı şekilde cesaret isteyecektir. Kapsadığı kuramlar ve kanıtlar, geleneksel arkeolojinin çizenle kurulmuş mozaik yapısına uymadığı için, belki bilginlerimizce ‘sözü edilmemesi gereken’ kitaplar sınıfına sokulacaktır. Geçmişimizi araştırmanın, geleceğimizi araştırmaktan çok daha çekici ve serüvenli olabileceği gerçeği karşısında halk, belki kabuğuna çekilip orada kurduğu dünyada yaşamayı seçecektir. Ne olursa olsun, binlerce, milyonlarca yıl geriye uzanan geçmişimizin tutarsızlıklarla dolu olduğu gerçeği, kesinliğini koruyacaktır. Geçmiş, ilkel dünyamızı, içi adam dolu uzay arabalarıyla ziyaret eden bilinmeyen tanrılarla doludur; akıl almaz teknik yeteneklerin var olduğu, günümüzde ise ancak bir bölümü yeniden bulunan bilgilerin gizlendiği bir geçmiş. Arkeoloji derseniz, o da tutarsızlıklar içindedir. Çünkü binlerce yıllık elektrik pilleri, platin kopçalı kusursuz uzay giyimleri içinde garip yaratıklar, küçük elektronik beyinlerin bile çözemediği on beş basamaklı sayılar yeni kazılarda ortaya çıkmaktadır. Bunları yapmış olması gereken ilkel insanların, böylesine inanılmaz bilgileri nereden elde ettikleri sorusu ister istemez kişinin aklına takılmıyor mu? Tutarsızlıklar din alanında da sürüp gitmektedir. Şöyle ki. bütün dinler sözleşmiş gibi, insanoğluna yardım ve kurtuluş vaat ederler, tikel tanrılar da aynı şeyler için söz verirler. Ama niçin verdikleri sözü tutmazlar; niçin son derece modern silâhlarını ilke! insanlara karşı kullanırlar; niçin onları yok etmeyi tasarlarlar? Binlerce yıldır kurulmasına çalışılan inançlar dünyasının artık yıkılacağı düşüncesine alışalım. Birkaç yıllık dikkatli araştırma, hepimizi rahatlatan zihin kurumlarım yede bir etmeye yetiyor; gizli toplumların kitaplıklarında saklı duran bilgiler birer birer gün ışığına çıkıyor; uzay çağı gizlilikler çağı olma niteliğini yitiriyor ve yıldızları hedef alan uzay yolculukları, geçmişle aramızda kalan uçurumları kapatmaya başlıyor. Tanrılar, rahipler, krallar, kahramanlar bu uçurumun karanlıklarından çıkıyorlar.


Geçmişimizi gerçekten eksiksiz öğrenmek istiyorsak, onları gizledikleri sırları açıklamaya zorlamalıyız. Bu nasıl yapılabilir? Arkeolojik araştırmaları modern laboratuvarlar üstlerine almalıdır! Arkeologlar tarihsel yerleşme kalıntılarını, üstün duyarlıklı ölçü araçlarıyla yeniden incelemelidirler! Ve gerçeği arayanlar, bütün kurumlara kuşkuyla bakmaya koyulmalıdırlar! On bin yıl öncesinin insanj için uzay yolculuğu bir sorun değil, bir gerçekti! Bunun ispatı, karanlık geçmişte tanrıların bıraktıkları ve bugün anlamını çözmeye çalıştığımız sayısız izlerdir. Evet, pek uzak çağlarda uzaylıların dünyamızı ziyaret ettiklerini ileri sürüyorum! Bu dünya-dışı akıllı yaratıkların kimler olduklarım ya da hangi gezegenden geldiklerini henüz bilmiyorum. Ancak; o çağda yaşayan insansı yaratıkları kitle halinde yok ettiklerine ve yeni, belki de ilk, ‘homo sapiens’i ürettiklerine kesinlikle inanıyorum. Bu iddia tümüyle devrimcidir; kusursuz gibi görünen zihin kurumlarını temelinden sarsmaktadır. Amacım, bu iddianın delillerini gözler önüne sermektir. Kitabım birçok kişinin cesaret vermesi ve işbirliğiyle hazırlanabildi. Son birkaç yıldır yüzümü göremeyen karıma anlayışlılığı için, binlerce mil bana yol arkadaşlığı eden Hans Neuner’e aksamasız ve değerli yardımları için, Dr. Stehlin ve Louis Emrich’e sürekli destek oluşları için teşekkür etmek isterim. Ayrıca bana, Bilimsel ve Teknik Araştırma Merkezlerini gezdiren Houston ve Huntsville NASA tüm personeline, Prof. Dr. Werner von Braun, Prof. Dr. Willy Ley ve Bert Slattery’e ve dünyanın çeşitli bölgelerinde benden yardım ve desteklerini esirgemeyen insanlara teşekkürü bir borç bilirim. ERICH VON DÂNIKEN BİRİNCİ BÖLÜM EVRENDE AKILLI YARATIKLAR VAR MI? YÜZYIL İNSANI, türünün evren- deki tek örneği midir? Başka yıldızlardan gözümüzle görebileceğimiz örnekler gelmediği sürece bu soruya verilen, «Evet, dünyamız, üzerinde insan yaşayan tek gezegendir!» karşılığı geçerli ve inandırıcı kalacaktır. Ancak son araştırma ve bulgulardan ortaya çıkan gerçekler dikkatle incelendiğinde, soru işaretleri ormanının büyüdükçe büyüdüğü görülecektir. Astronomlar bulutsuz bir gecede çıplak gözle 4500 yıldız görülebileceğini söylüyorlar.

Küçük bir gözlem evi teleskopu bu sayıyı iki milyona çıkarabiliyor. Modern yansıtıcı teleskoplarsa, Samanyolunu oluşturan milyarlarca yıldızın ışığını gözlemciye getirmek gücünde. Ancak, evrenin heybetli ölçüleri açısından Samanyolu, çok daha büyük bir yıldızlar sisteminin ufacık bir parçasıdır. Bu sistem yirmiye yakın galaksiden oluşur ve yarıçapı bir buçuk milyon ışık yılıdır. (1 ışık yılı, ışığın bir yılda aldığı yoldur ve 300.000X60X60X24X365 =9.460.800.000.000 kilometreye eşittir.) Ancak böylesine korkunç bir sayıyla anlatılan bu sistem bile, elektronik teleskopların gösterdiği nebulaların büyüklüğü karşısında küçücük kalır. Astronom Harlow Shapley, teleskoplarımızın görüş alanı içinde yaklaşık olarak (100.000.000.000.

000.000.000) yıldız bulunduğunu ve bunların binde birinde gezegenler sistemi bulunduğunu tahmin ediyor. Bu tahminin temelinden hareketle, söz konusu yıldızların binde birinde hayat için gerekli koşullar olduğunu kabul edersek, geriye (100.000.000.000.000) yıldız kalıyor. Peki, bunların kaçında hayata uygun atmosfer var? Binde birinde mi? Öyleyse (100.000.000.000) yıldız hayat için gerekli atmosferi taşıyor demektir. Daha ileri giderek, bunların binde birinde hayatın ortaya çıktığını düşünürsek, şu anda üstünde hayat olan 100 milyon gezegen bulunduğu anlaşılır. Bu hesaplar, günümüzün tekniğiyle yapılan teleskopların gösterdiği yıldızlar temel alınarak yapılmıştır. Bu arada tekniğin her gün gelişmeler gösterdiği unutulmamalıdır.

Biyokimyacı Dr. S. Miller’in varsayımını izlediğimizde hayatın ve hayat için gerekli koşulların, birtakım başka gezegenlerde daha çabuk gelişmiş olabileceğini görürüz. Bu varsayımı kabul edersek, 100.000 gezegende, bizimkinden daha gelişmiş uygarlıkların bulunduğunu da kabul etmemiz gerekir. Tanınmış bilim adamı, yazar ve W. von Braun’un arkadaşı Prof. Dr. Willy Ley, New York’takı konuşmamızda görüşlerini şöyle açıkladı: «Yalnız Samanyolu’ndaki yıldızların sayısı 30 milyar kadardır. Günümüz astronomi bilginleri, bunların 18 milyarında gezegenler sistemi bulunduğunu kabul ederler. Gezegen sistemleri arasındaki uzaklığın, gezegenlerin ancak yüzde birine bir yıldız yörüngesine girme olanağı tanıdığını düşünelim. Bu durumda, hayatı destekleyecek güçte 180 milyon gezegenle karşı karşıya kalırız. Bunların yüzde birinde de hayatın gerçekten ortaya çıktığını düşünürsek, geriye 1.800.000 gezegen kalır.

Üzerinde hayat bulunan gezegenlerin yine yüzde birinde «Homo sapiens’e eşit akıl düzeyindeki canlıların yaşadığını kabul edersek, Samanyolunda 18.000 uygarlık olduğu ortaya çıkar.» Samanyolundaki yıldız sayısının son sayımlarda 100 milyara çıktığı göz önünde tutulursa, Prof. Ley’in dikkatle yaptığı hesaptaki uygarlık sayısı büyük çapta artar. Ütopik sayıları, ya da bilinmeyen galaksileri katmaksızın yapılan yukardaki tahmini, biraz daha ilerletebiliriz ve 18.000 gezegenin en az yüzde birinde gerçekten hayat olduğunu ileri sürebiliriz. Dünyaya benzer gezegenlerin var olduğu, gerek hesaplar, gerekse bilimsel araştırmalar sonucu, kuşku tanımaz bir duruma gelmiştir. Ancak hayatı destekleyen koşulların, ille de dünyanınkilerle özdeş olması gerekmez. Hayatın yalnız dünyadaki koşullar altında geliştiği düşüncesi çoktan çürütülmüştür. Oksijen ve su olmayınca hayat da olmaz inancı tümüyle yanlıştır. Öyle ki dünyamızda bile oksijene gerek duymayan canlılar vardır. Anaerobik bakteri adı verilen bu yaratıklara oksijen,öldürücü etki yapmaktadır. Neden uzayda aynı şekilde yaşayan gelişmiş türler bulunmasın? Çalışmalarını pek yakın tarihlere kadar dünyamız üzerinde yoğunlaştıran araştırmacılar, gezegenimizi hayat için ‘ideal’ olarak nitelendirmişlerdi. Bol bol suyu, tükenmeyen oksijeni, organik yollarla kendiliğinden yenilenen doğası ve ne çok sıcak, ne çok soğuk iklimiyle dünyamız, bu niteliği hak eder görünüyordu. İyi ama, hayatın doğuşu ve gelişmesi böylesine katı kurallarla sınırlandırıldığında, ortaya çıkan şaşırtıcı durumlara ne demeli? Bilginler, dünyada iki milyona yakın değişik canlı türünün bulunduğunu tahmin ediyorlar; bunların bir milyon iki yüz bini bilimsel olarak tanınıyor.

Ancak, tanınanlar içinde birkaç bin türün, bugün geçerli kurallar gereğince, yaşamaması gerekiyor! Bu durumda, hayat için gerekli koşulları belirleyen yasaların, yeni baştan ele alınıp incelenmelerinden başka çıkar yol yoktur. Normal olarak yüksek radyoaktiviteli suların mikroptan arınmış olacağı düşünülebilir. Ne var ki birtakım bakteri türleri, nükleer reaktörleri çevreleyen öldürücü sularda yaşamayı başarmışlardır. Dr. Siegel’in yaptığı bir deney ise korku vericidir: Siegel, Jüpiter’in atmosferini laboratuvarında yaratarak, birtakım bakterileri burada üretmeyi denemiştir. Bilindiği gibi Jüpiter’in atmosferi, bizim anladığımız biçimde hayat için hiç bir uygunluk göstermemektedir. Bununla birlikte Siegel’in bakterileri, amonyak, metan ve hidrojene rağmen ölmemiş ve üremelerini sürdürmüşlerdir. Bristol Üniversitesi entomolojistlerinden[-1] Hinton ve Blum’un deneyi de aynı oranda ürkütücüdür. Bu bilim adamları, bir tatarcık türünü birkaç saat 100′ santigrad ısıda kuruttuktan sonra, uzay kadar soğuk olan sıvı helyuma atmışlardır. Daha sonra yüksek ısı vererek doğal hayata döndürdükleri hayvancıklar hiç bir şey olmamış gibi yaşamalarını sürdürmüşler, hatta ‘sağlıklı’ yavrular bile doğurmuşlardı! Bunların dışında yanardağlarda yaşayan, taş yiyen, demir üreten bakteri türleri de tanınmaktadır. Soru işaretleri ormanı büyüdükçe büyümüyor mu? Birçok araştırma merkezinde deneyler sürdürülürken, hayatın hiç bir zaman dünyamız koşullarıyle sınırlandırılamayacağının delilleri de artmaktadır. Dünya yüzyıllar boyu, yerküreyi yöneten koşullar ve yasalar çevresinde dönüp duruyor. Bu inanış, alışılmış ölçü ve düşünce sistemlerini benimseyen araştırmacıların gözlerine her şeyi bulanık ve titrek gösteren bir gözlük gibi yerleşti. Uzay incelenirken de çıkarılamayan bu gözlük yüzünden, çağ açan düşünürlerden Teilhard de Chardin, uzayda ancak ‘Hayal’in gerçek olabileceğini ileri sürdü! Eğer başka gezegenlerde yaşayan akıllı yaratıklar da bizim gibi düşünüyorlarsa, kendi hayatları için gerekli koşulları, bütün evren için geçerli sayıyorlar demektir. Böylece bizim anladığımız biçimde bir hayat için kesinlikle öldürücü olan —150, 200 derece ısıda yaşayan yaratıklar, evrende hayat izi ararken — 150 dereceyi de birlikte arayacaklardır.

Tıpkı bizim geçmişimizi aydınlatmaya çabalarken kullandığımız mantık gibi… Şu, ya da bu zamanda ortaya çıkan her atak düşünceye Ütopya gözüyle bakılır. Ama günlük gerçekler arasına giren Ütopyalar sayılamayacak kadar çoktur! Burada verilen örnekler en uzak ihtimalli türden olmakla birlikte, bugün kavramakta güçlük çektiğimiz birtakım kavramlar açıklanınca, gerçek durumuna gireceklerdir. O zaman tüm engeller yıkılacak ve insan, evrenin gizli tuttuğu bilgilere bir adım daha yaklaşacaktır. Gelecek kuşaklar evrende bugün hayal edemediğimiz ölçüde değişik türden canlılar bulacaklar, biz orada olmasak bile, evrendeki tek akıllı yaratık olmadıklarını, hele hiç de en eski yaratık olmadıklarını kabul edeceklerdir. Yaşı sekiz ya da on iki milyar olarak bilinen evrenden kopup gelen göktaşları, mikroskoplarımızın altına organik bileşimlerin izlerini getirmektedirler. Milyonlarca yıllık bakteriler yeniden hayat kazanırken, uzaydaki sayısız güneşlerden çıkan sporlar, boşluğu aşarak gezegenlerin çekim alanına kapılmaktadırlar. Milyonlarca yıldır süregelen dönemlerde, yeni hayat türler: yaratılmakta ve gelişmektedir. Bu arada yerkürenin her yanından toplanan sayısız taş örneklerinin incelenmesi, dünyamızın dört milyar yıl önce meydana geldiğini ortaya çıkarmıştır. Ne var ki bilimin tek bildiği şey, bir milyon yıl kadar önce, ‘insanı andırır bir şey’in dünyada yaşadığıdır! Ve dev zaman nehrine, ağır çalışmalar, büyük serüvenler ve geniş çapta merak karşılığında kurduğu baraja ancak 7000 yıllık bir insanlık tarihi toplayabilmiştir. Evrenin milyarlarca yılla ölçülen geçmişi karşısında bu sayı gülünç kalmıyor mu? İnsanın bugünkü durumuna gelebilmesi için 400.000 yıl geçmesi gerekmişti. Neden başka gezegenler bize benzeyen ya da benzemeyen varlıkların gelişmesi için daha elverişli koşullar sağlamamış olsun? Neden başka bir gezegende bize eşit ya da bizden üstün ‘rakipler’ bulunmasın? Birtakım kestirme karşılıklarla bu sorular hasıraltı edilemez! Geçmişte yıkılmaz görünen yasalara bugün gülündüğü unutulmamalıdır. Sözgelişi, yüzlerce kuşak dünyanın düz olduğu inanandaydı. Binlerce yıl güneşin dünyanın çevresinde döndüğü ileri sürüldü. Bugün bile, Samanyolunun merkezinden 30.

000 ışık yılı uzakta, sıradan, minicik bir gezegen olduğu ispatlandığı halde, dünyanın, her şeyin merkezi olduğuna inananlarımız var. Uzay araştırmalarında elde ettiğimiz bilgiler, evren karşısındaki küçüklüğümüzü ve değersizliğimizi çoktan ortaya koymuştur. Ancak geleceğimizin evrende gizli olduğu gerçeği, değerinden bir şey yitirmemiştir. Geleceğe şöyle bir bakmadan, geçmişi tarafsızlık ve içtenlikle araştırma gücünü bulabileceğimizi sanmıyorum…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir