Erich Von Daniken – Yildizlara Donus

ERICH VON DÂNIKEN HAKKINDA Erich von Dâniken bir bilgin değildir, sözlüğün, kendi kendini yetiştiren kişi olarak tanımladığı “Otodidaktlardandır. Belki de ilk kitabmın elde ettiği dünya çapmdaki başarının sırrı buradadır. Dâniken, savlarının ve kuramlarının asılsız olm ıdıklarını, tüm önyargılardan arınmış olarak, kendi başına kanıtlamak zorundaydı ve okurları onu, tabularla korunan alanlara yönelmiş serüvenli yolunda izleyebiliyorlardı. Erich von Dâniken, insan soyunun kökenine ilişkin eski açıklamalara karşı çıkan ilk kişi değildi; ancak sorduğu sorular daha yan-tutmaz, daha dosdoğru, daha ataktı. Üstelik meslektaşlarının ve benzer akademik disiplinlerin temsilcilerinin düşüncelerini göz önüne almak zorunluğunu duyan profesörlerin tersine, kesinlikle ne söylemek istiyorsa söyleyebiliyordu. Daha da önemlisi, birtakım ürkütücü karşılıklar getiriyordu. Kabul edilmiş açıklamalara, sorular sormak yoluyla gölge düşüren kişiler, her zaman sıkıntı verici kimseler olarak nitelendirilmiş ve türlü yollardan susturulmuşlardı. Geçmişte kitapları ya gizli kitaplıklara kaldırılan, ya da kara listeye alınan bu kişiler, daha yakın çağlarda alaya alınarak yıldırılırdı. Ancak bu yöntemlerin hiçbiri varlığımızın nedeniyle ilgili sorular üzerinde başarı kazanamamıştı. Erich von Dâniken’de işlerine candan sardan kişilerin doğal içtenliği vardır. 1968 yazında, Sovyet gazetesi Sputnik’te Vlaçeslav Saizev tarafmdan yazılan “Himalayalar’daki Uzay Gemisi” ve “Uzay Gemilerindeki Melekler” başlıklı makaleleri okur okumaz Moskova’ya hareket etmişti. Burada, Sovyet Bilimler Akademisi Stenberg Enstitüsü Radyo-Astronomi Bölümü yöneticisi Profesör Şıklovski ile görüşmüştü. “Tanrıların Arabaları” nın yazarı daha on dokuz yaşındayken, bazı tabletlerin gerçek anlamlarını bulmak umuduyla Mısır’a gitmişti. 1954’teki ilk gezisinden beri, kuramlarını kanıtlayabilmek için uçaktan uçağa atlayan yazara, yolculuklarının hedefi tartışmalarına kanıt sağladığı sürece, yollar uzun gelmiyordu. Wilhelm ROGGERSDORF ÖNSÖZ Yıldızlara dönüş! Dönüş! Bu, biz yıldızlardan geldik demek olmuyor mu? Barış isteği, ölümsüzlüğü arayış, yıldızlara duyulan özlem… Bütün bunlar çok eski çağlardan beri insan bilincinin derinliklerine kök salmış ve gerçekleşmek için durmadan baskı yapmış kavramlardır.


İnsanların içine yerleşmiş bu gerçekleştirme isteği, tartışmadan kabul edilebilir mi? Sorun yalnızca insan “istekleri” midir? Yoksa bu tamamlanma çabası ve yıldızlara duyulan özlem daha başka bir şey mi gizlemektedir? Bence bu özlemi cardı tutan, “tanrdar” tarafmdan bırakılmış bir mirastır. Dünyalı atalarımız ve uzaylı öğretmenlerimizin anısı bizi sürekli olarak etkilemektedir. İnsanın zekâsını elde etmesi uzun ve usandırıcı bir gelişmenin sonucu değildir. Tam tersine, birdenbire olmuştur. Atalarımızın zekâlarım, bütün bilgilere sahip olan “tanrılardan” aldıklarına inanıyorum. Var olan arkeolojik inceleme yöntemlerine bağlı kaldığımız sürece, iddiamın delillerini bulmamız imkânsızdır. Bu yöntemler var olan insan ve hayvan kalıntıları koleksiyonlarını artırmaktan başka bir işe yaramamaktadırlar. Ele geçen her parça bir katalog numarası olmakta, müzede bir camın ardına konmakta ve müze görevlileri tarafmdan temiz tutulmaktadır. Bu yolla meselenin özüne inilemez, çünkü bence meselenin özü, atalarımızın zekâlarını ne zaman ve nasıl elde ettikleridir. Bu kitapta, kuramıma yeni deliller getirmeye çalıştım. Amacım, insanlığın geçmişi ve geleceği konusundaki düşüncelere bir başka barışçı atılım getirmektir. Son ve kesin delillerin ortaya konması bir kuşakta mümkün olmayabilir, ama hayali gerçekten ayıran duvarlarda, atılan her adımla birlikte yeni gedikler açılacaktır. Ben de sorularımla bu duvarlara saldırmaktan geri durmayacağım. Şansım yaver giderse, Louis Pauwels, Jacques Bergier ve Robert Charroux’nun da sorduğu bu türden sorulara, yaşadığım sürede karşılık alabilirim. İlk kitabım “Tanrıların Arabalarının sayısız okurlarma mektupları ve önerilerinden dolayı teşekkür eder, bu kitabı teşviklerine bir karşılık olarak kabul etmelerini dilerim.

Erich von Dâniken BİRİNCİ BÖLÜM YILDIZLARARASI UZAY UÇUŞU MÜMKÜNDÜR Thomas Edison’un 1879 yılında karbon lifli lambayı bulmasıyla birlikte, gaz şirketlerinin hisse senetlerinde korkunç bir düşüş başladı. İngiltere’de Parlamento yeni aydınlanma yönteminin geleceğini araştırmak üzere bir Soruşturma Komitesi kurdu. Posta işleri genel müdürü ve komite başkanı Sir William Preece, Avam Kamarasına yaptığı açıklamada, komitenin, evlerde elektrik ışığı kullanılmasının saçma ve hayali bir düşünce olduğu sonucuna vardığını bildirdi. Bugün uygar dünyada her ev elektrikle aydınlanmaktadır. Leonardo da Vinci, insanlığın en eski düşlerinden olan uçabilme isteğinin etkisiyle, modern helikopterlere şaşırtıcı ölçüde benzeyen uçan makinelerin yapımı üzerinde yıllar harcamış, ancak Engizisyon korkusuyla tasarılarını gizlemişti. Tasarılar 1797 yılında yayınlandığında herkes havadan ağır makinelerin asla yerden ayrılamayacağı konusunda düşünce birliği etmişti. Daha bu yüzyılın başlarında ise tanınmış astronom Simon Newcomb, uçan araçların uzun mesafelere gidebilmesini sağlayacak bir itici gücün bulunamayacağını savunuyordu. Ne var ki, beş on yıl sonra uçaklar korkunç ağırlıkları oradan oraya taşımaya başlamışlardı. 1924 yılında Profesör Hermann Oberth’in, Uzaya Roketler adlı kitabını eleştiren dünyaca ünlü Nature dergisi, uzay roketi tasarılarının ancak insan soyunun tükenmesinden biraz önce gerçekleşebileceğini ileri sürüyordu. Hatta 1940’larda bile, ilk roketlerin dünyadan ayrılıp yüzlerce mil uçmalarına rağmen doktorlar insan metabolizmasının yerçekimi bulunmayan bir ortama uyamayacağını, bu bakımdan insanlı uzay uçuşlarının imkânsız olduğunu ileri sürüyorlardı. Ancak bugün, insan soyunun tükenmeye yüz tutmaması bir yana, roketler alışılmış bir görüntü olmuş, bütün iddiaların tersine, insan metabolizması yerçekimi olmayan ortamlara mükemmel bir uyum göstermiştir. Demek istediğim, şu ya da bu zamanda, insanlık için hayati önem taşıyan yeni düşüncelerin uygulanabilirliği “ispatlanmamıştı”. Bunların uygulanabilir olduğunu, yalnız hayalperest olarak nitelendirilen ve çoğu kez saldırıya uğrayan, hatta çağdaşları tarafından alaya alınan kişiler savunuyordu. Bu açıdan bakıldığında kendimi de bir hayalperest sayıyorum, ancak uzak geçmişte başka gezegenlerden akıllı yaratıkların dünyamızı ziyaret ettiği düşüncesi, gerek Batı’da gerekse Doğu’da birçok bilim adamınca göz önüne alınmaktadır. Sözgelişi ABD’de bulunduğum sırada Profesör Charles Hapgood, yakından tanıdığı Albert Einstein’in da dünya dışı akıllı yaratıkların tarih öncesi ziyaretleri konusuna yakınlık duyduğunu söylemişti.

Moskova’da da, günümüzün en önde gelen astrofizikçi ve radyo-astronomlarından Profesör Josef Samuiloviç Şıklovski, dünyamızın en azından bir kez uzaylılar tarafından ziyaret edildiğine inandığını söylemişti. Tanınmış Amerikalı uzay biyologu Cari Sagan da, “Dünyamızın tarihi boyunca en azından bir kez dünya-dışı bir uygarlığın temsilcileri tarafından ziyaret edildiği” görüşündedir. Roketlerin babası Profesör Hermann Oberth ise aynen şöyle demişti: “Gezegenimize dünya-dışı bir soyun ziyareti fazlasıyla mümkündür.” Başarılı uzay uçuşlarının baskısı sonunda bilimin beş on yıl önce kesinlikle tabu sayılan konularla geniş çapta ilgilenmeye başlaması hoşnutluk vericidir ve uzaya atılan her roketle birlikte, ‘tanrılar’ hakkındaki kuramıma yönelen geleneksel direniş bir parça daha zayıflayacaktır. Daha on yıl önce, uzayda bir başka akıllı canlı türünün varlığından söz etmek saçmalık sayılırdı. Bugün, dünya-dışı hayatın var olduğundan hemen hemen kimse kuşku duymamaktadır. On bir uzman bilginin katıldığı Green Bank (Batı Virginia) gizli konferansında bilginler, yalnız galaksimizde elli milyon kadar uygarlık bulunduğu sonucuna varmışlardı. NASA’da önemli bir yeri olan Roger A. MacGowan da, astronomideki en son ilerlemelerden yararlanarak, uzayda 130 milyar kültürün var olabileceğini ileri sürmektedir. Eğer hayatın bütün evrende, adenin, stosin, guanin ve timin bazlarından doğduğu ispatlanırsa, söz konusu büginlerin tahminlerindeki sayılar ufak kalacaktır, çünkü bu durumda evren, kelimenin tam anlamıyla hayat dolu olacaktır. Günümüzde olgularla karşı karşıya kalan halk, güneş sistemimiz içinde uzay yolculukları yapılabileceğini kabul ediyor, ancak hemen ardından, büyük mesafeleri öne sürerek yıldızlararası bir yolculuğun mümkün olamayacağını ileri sürüyor. Böylece sihirbaz şapkasından çıkan tavşan örneği ortaya garip bir mantık çıkıyor: Yıldızlararası uzay yolculuğu gelecekte de mümkün olamayacağına göre, dünyamızın bilinmeyen akıllı yaratıklar tarafından ziyaret edilmiş olması da imkânsızdır; çünkü onların da yıldızlararası geniş boşluğu aşmaları gerekmektedir. İşte o kadar! Peki ama, yıldızlararası uzay yolculuğu neden mümkün olmasın? Bugün erişebildiğimiz hızlar göz önüne tutularak yapılan hesaplara göre bize en yakın sabit yıldız olan Alfa Centauri’ye (4.3 ışık yılı) yapılacak bir yolculuk seksen yıl sürecektir; başka bir deyişle bir insanın oraya gidip dönmeye ömrü yetmeyecektir. Bu hesap doğru mudur? İnsanın ortalama yaşama süresi yetmiş yıldır.

Uzay pilotlarının eğitilmesi de çok karmaşıktır, öyle ki üstün zekâlı bir genç bile yirmi yaşma gelmeden kendisini astronot yapacak sınavı kolay veremez. Aynı şekilde altmış yaşını geçmiş birinin de uzay araştırması için boşluğa fırlatılması düşünülemez. Bu bakımdan insan için geçerli olan astronotluk süresi kırk yıl kadardır. Bu durumda kırk yılın, yıldızlararası bir araştırma gezisi için yeterli olmayacağını söylemek mantıklı gelebilir. Ama değildir. Basit bir örnek bile neden olmadığını ve geleceğe ilişkin tasarılarla uğraşırken geleneksel düşünce kalıplarına nasıl bağlı kaldığımızı göstermeye yetecektir. Diyelim elimde, bir su bakterisinin A noktasından B noktasına gitmek için ömrünün yetmeyeceğini, çünkü x’ten hızlı gidemediğini ve gerek akıntının, gerekse izleyeceği su yolunun eğiminin hızına yüzde y’den fazla katkıda bulunamayacağını gösteren doğru bir hesap var. İlk bakışta bu hesap inandırıcı olabilir, ancak bir mantık hatası vardır. Su bakterisi A’ dan B’ye birçok değişik yoldan gidebilir. Sözgelişi dondurularak bir uçağa bindirilir ve B’ye yollanır. B’de buz eritilince bakteri de hedefine ulaşmış olar. Evet, diyecektir şimdi birisi, ulaşır ama, yaşama özelliklerini de yitirir. Ancak insanlık, modası geçmiş yöntemlerin yerine yenilerini koyacak aşamaya gelmiştir. Bütün karşı çıkmalara rağmen, astronotların yakın bir gelecekte dondurulacağı ve belirli bir tarihte eritilerek normal hayata döneceklerini ileri sürmemde doğal olmayan bir yan yoktur. Londra’daki Ulusal Tıbbi Araştırma Enstitüsü üyelerinden Profesör Alan Sterling Parkes 1970’lerin başında tıp biliminin, organları, düşük ısılarda sonsuza kadar saklayabilecek bir yöntemi kusursuz hale getireceği görüşünü savunmaktadır.

Bir bütün, parçalarının toplamına her zaman eşit olduğuna göre, düşüncemin gerçekleşmemesi için bir neden yok demektir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir