Eugen Weber – Köylülerden Fransızlara

Eugen Weber (1925-2007), 20. yüzyıl tarihçiliğinin en önemli ve etkili kitaplarından biri olarak kabul edilen bu eserinde, resmi Fransız tezlerinin aksine, tek ve bölünmez bir Fransız ulusunun 1 870’den önce var olmadığını iddia eder. Fransa adlı bu toprak parçasında henüz tek bir Fransa yoktur Fransalar vardır; tek bir anavatan yoktur farklı ülkeler ve bölgeler (pays) vardır; tek bir anadil yoktur farklı anadiller vardır; tek bir resmi hafıza yoktur çok sayıda hafıza vardır; Fransızlar yoktur köylüler vardır. Bir başka deyişle, merkezi devleti olan bu toprak parçasının henüz bir ulusu, yani dil, duygu, düşünce, ahlak ve hafıza birliği yoktur. Bu ortaklıkları sağlayacak araçlar da henüz yoktur ya da henüz gelişmemiş ve arkaiktirler. Dolayısıyla, melcinsal mesafe aşılması zor bir engel olma özelliğini korumaktadır. Aynı zamanda merkez ya da Paris için, zamansal mesafe de en az melcinsal mesafe kadar önemli bir problemdir. Bundan kasıt, Fransa’da yaşayan halkların ve insanların gelişmişlik ve uygarlık açısından bambaşka zaman dilimlerinde yaşamalarıdır. Diyelim Paris’ e 100 kilometre uzaklıktaki bir bölgenin halkı Paris halkından 500 yıl geride olabilmektedir, bir Parisli buraya gittiğinde yabancı bir ülkeye gitmiş gibi hissedebilmekte ve gerçekten de kendisine bir yabancı gibi davranılmaktadır. Özetle, bu ülkede ileride yaşayanlar ve geride yaşayanlar vardır; uygar olanlar ve vahşi olanlar vardır; temiz olanlar ve pis olanlar vardır; soylu bir dil konuşanlar ve anlaşılmaz lehçeler konuşanlar vardır. Klasik bir imparatorluk mantığında, bu kültürel farklılıklar ve medeniyet düzeyi çeşitlilikleri bir problem olarak görülmezdi. Fakat modernliğin ve milliyetçiliğin yükselişiyle birlikte, özellik de Fransız Devrimi’nden sonra, farklılıklar ve çeşidilikler birer kusur, eksiklik ve hastalık olarak görül- 14 TAKDİM meye başlandı. Teklik ve birlik sağlık demekti, çokluk ve çokparçalılık ise hastalık. İşte merkezi Fransız devletinin 1 870’den sonra çok daha bilinçli ve istikrarlı hale gelen politikası, bu mekansal ve zamansal mesafeleri kapatmak; kırsalı modernleştirmek ve medenileştirmek; kendilerini Fransız olarak görmeyen ve bir Fransız gibi konuşmayan, hissetmeyen ve düşünmeyen köylülerden, uygar ve vatansever Fransızlar yaratmaktı. Amaç, zihinleri ve bedenleri fethetmek, zihinlerin ve bedenierin içine yerleşmek; Fransız gibi düşünen ve duygulan zihinler; Fransız gibi hareket eden, oturan kalkan, yemek yiyen, temizlenen, Fransa için kendi canını feda etmeye hazır bedenler yaratmaktı.


Araçlar ise en başta okul, yol ve askerlikti. Okulda Fransız diliyle birlikte Fransızlık öğretildi; artık dil salt bir ülke yönetme ve iletişim aracı olmaktan çıkıp bir zihin yönetme aracına dönüşüyordu. Yollarla ve demiryollarıyla coğrafi engeller aşıldı, ürünler ve insanlar taşındı, mekansal mesafe kısaltıldı. Askerlikle ise, hem boyun eğme hem de kendi feda etme öğretildi. Bunların yanı sıra, piyasaların entegrasyonu, para ve ölçüm birimlerinin standardaştırılması ve emek göçü de ulusal birliğin oluşmasında etkiliydi. Bütün bu politik, idari ve ekonomik süreçler ortak deneyimleri artırdı ve ortak deneyimler ortak duyguları güçlendirdi, yoğunlaştırdı. 1 870-1914 arasında yaşanan, ulus inşası anlamında niteliksel bir sıçramaydı. Devlet, ulusu yaratmış ve sonuçta ortaya kelimenin gerçek anlamıyla bir ulus-devlet çıkmıştı. Bu anlamda, 1870’de nüfusun büyük bölümünü uluşturan taşralıların ve köylülerin dilsel, düşünsel, duygusal ve davranışsal dünyalarının Fransızlaştırılmasıyla inşa edilen Fransız ulusuyla birlikte eş zamanlı olarak -Eugen Weber bunu böyle söylemese de-, Fransız Devleti’nin de inşa edildiği söylenebilir. Pierre Bourdieu’nün işaret ettiği üzere, modern devleti Max Weber’ ci bir tanıma hapsederek salt meşru fiziksel şiddet tekeliyle tanımlamak yetersizdir. Devlet, farklı sermaye türlerinin bir merkezde toplanması ve tekelleşmesidir: Şiddet araçları (ordu, polis); ekonomik kaynaklar ve araçlar (vergilendirme, piyasaların ulusal entegrasyonu, fınans araçları, ölçüm birimleri vb.); kültürel/bilgisel kaynaklar ve araçlar (okullar, ders kitapları, istatistik kurumları, tasnif ve ölçme araçları). Sembolik iktidar ise, bütün bu merkezileşen ve tekelleşen sermaye türlerine meşruiyet ve değer veren, onların maddi dünyada ve zihinlerde pürüzsüz bir şekilde işlemesini mümkün kılan iktidar türüdür. • Devlet, Bourdieu’nün meşru sembolik şiddet tekeli dediği bu iktidarı sayesinde neyin değerli neyin değersiz, neyin ahlaklı neyin ahlaksız, neyin • Bkz.: Pierre Bourdieu, “Rethinking rhe Srare: Genesis and rhe Srrucrure of the Bureaucraric Field”, Sociologica/ 1heory, V.

ı 2, N. ı (Man, ı 994), s. 1-ı 8. KÖYLÜLERDEN FRANSIZLARA 15 güzel neyin çirkin, neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyleyebilir; bu ikilikiere toplumu ve bireyleri inandırabilir ve bu ikilikleri diplomalarla, müzelerle, ders kitaplarıyla vb. kurumsallaştırabilir. Bir anlamda devlet, “sembolik sermayenin merkez bankası” olarak ortaya çıkar: “yani toplumsal dünyada dolaşımda olan tüm itibari değerler ile diplomalar, meşru kültür, millet, sınır kavramı ya da imla gibi fetiş olarak tanımlanabilecek tüm gerçekliklerio ortaya çıktığı ve teminat altına alındığı türden bir mekan.”* Bir coğrafyada konuşulan dillerden birini resmi ve yegane meşru dil yaparak diğer dilleri gayrimeşru, bozuk, yozlaşmış, anlaşılmayan, taşra dilleri olarak tarif etmek uluslaşma-devledeşme sürecinin en önemli ayaklarından biridir. Böylece dil piyasası resmi dil etrafında birleştirilir, resmi dili bilmenin avantajları ve itibarı artarken, resmi diller dışındaki dilleri konuşmanın ve bilmenin faydaları ve itibarı sistematik olarak azaltılır.** Weber’in Fransa’sında olan da budur. Süreç içerisinde, köylüler Paris Fransızcasını bilmekle ve bir Parisli gibi davranmakla, oturup kalkmakla, yemek yemekle gururlanmaya başlarlarken; taşralı olmaktan, yerel lehçeleri konuşmaktan, vücutlarını kullanma biçimlerinden (beden dili) utanır olmuşlardır. Şüphesiz ki fiziksel şiddet tekeli sembolik şiddet tekelini öncelemektedir, fakat ikincisini güvence altına almadan sadece birincisiyle yönetmek de mümkün değildir; ve birincisinin güvence altına alınmasıyla ikincisinin güvence altına alınması arasında sanıldığından ya da tahmin edilenden daha fazla süre geçmiş ve daha fazla emek harcanmış olabilir. Weber’in gösterdiği en önemli şeylerden biri de, kendisi bu terimleri kullanmasa ve belki de böyle düşünmemiş olsa bile, budur. ı 870- ı 9 ı 4 yılları arasındaki 3. Cumhuriyet döneminde, çeşidi sermaye türlerini tekelleştiren Fransız ulus-devletiyle birlikte eş zamanlı olarak, devletin nasıl konuşacaklarını, düşüneceklerini ve duygulanacaklarını öğrettiği Fransız bireyleri ve Fransız ulusu ortaya çıkmıştır. Merkez sadece coğrafi anlamda değil, politik anlamda da inşa edilmiştir.

lmmanuel Wallerstein’in vurguladığı gibi, ı9. Yüzyıl Avrupa siyaseti yükselen sınıflar açısından muhafazakirlığa ama özellikle de radikal sola, yani tehlikeli sınıfiara karşı, liberal merkezin egemenliğini kurma çabasıdır. Bu amaç Fransa’da ı 870’den sonra gerçekleştirilmiş, merkez-sağı ve merkez-soluyla liberal merkez egemenliğini tesis etmiştir. Bu egemenliğin * Pierre Bourdieu, Devlet Ozerine: College de France Dersleri (1989-1992), çev. Aslı Sümer, (İstanbul: İletişim Yayınları, 201 5), s. I 53-1 54. ** Pierre Bourdieu, Language and Symbolic Power, çev. Gino Raymond ve Matthew Adamson, (Oxford: Policy Press, 1 99 1), s. 45-49. ı6 TAKDIM tesis edilmesi içinse, alternatif aidiyet odaklarının (etnik, sınıfsal, yerel) tasfiye edilip, bunların yerine ulusal aidiyetin geçirilmesi gerekiyordu. Dolayısıyla, Weber’in köylüleri Fransızl�tırılırken sadece coğrafi anlamda merkeze bağlanmadılar, aynı zamanda siyasi anlamdaki merkeze de bağlandılar. Doğmakta olan sosyal bilimler de, tıpkı politik merkezin yaptığı gibi tarafsız ve çıkarsız olduğunun altını çizmeyi ihmal etmeden, liberal merkezin ve ulusal aidiyetin tesis edilmesi bağlamında kritik bir işlev gördüler. Özellikle Eugen Weber’in odaklandığı dönem olan ı870- ı 9 14 arasında Fransız tarihçiliği ulusal bir geçmiş yaratır ve bu geçmişten gurur duyulmasını sağlarken, yeni yeni ortaya çıkan siyasal bilgiler fakülteleri devlete bürokratik ve diplomatik elit yetiştirmeye b�lar. Emile Durkheim’ın kurumsallaşurdığı sosyoloji ise, birlikte yaşamın önündeki tehlikeleri analiz etmeye, birlikte yaşamı güvence altına almaya çalışır.* Bu anlamda, toplumbilim’in kurucusu olduğu kadar ulusbilim’in de kurucusu olarak görebileceğimiz Durkheim, Eğitim Sosyolojisi kürsüsü profesörü olarak, eğitiminin amacını “düşünceler bütününü bilinçlerde sabitleme” olarak tarif eder: “Toplum, ancak üyeleri arasında yeterli bir türdeşlik olursa hayatta kalabilmektedir: eğitim, kolektif yaşam için gereklilik gösteren temel aynılıkları çocuğun ruhunda önceden sabitleyerek bu türdeşliği devam ettirip güçlendirmektedir.

”** Weber’in bir başka önemli argümanı, kitabın belki de en ünlü bölümü olan son bölümde tartıştığı sömürgeleştirme meselesiyle ilgilidir. Weber burada, Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’nde analiz ettiği Fransız sömürgesi Cezayir’le kendi analiz ettiği ı 870-ı 9 ı 4 dönemindeki Fransa’yı karşılaştırır ve ikisi arasında birçok benzerlik bulur: Barbar ve vahşi olarak görülen yerli halkları uygarlığa ve Fransızlığa asimile etme çabası; o halkların kültürlerini yok etme ve o halkları kültürlerinden utandırma; o halkların sömürgecilik-öncesi tarihini yok sayma ve tarihi Fransızlıkla başlatma; o halkların topraklarını fatih generallerin ve mühendislerin heykelleriyle donatma vb. Özetle Weber, bir anlamda Fransız anakarasının tıpkı Cezayir gibi sömürgeleştirilmiş olduğunu söylemektedir. Fakat Weber’e göre önemli farklar da mevcuttur. Fransa’da Fanon’un Cezayir’indekine benzer Sosyal bilimlerin liberal merkezin tesis edilmesindeki öneminin incelendiği “Liberalizm Olarak Sosyal Bilim” bölümü için bkz.: lmmanuel Wallerstein, lhe Modern World-System, V 4: Centrist Liberalism Triumphant, ı 789- ı 9 ı 4, (Berkeley: Universiry of California Press, 20 ı ı), s. 2 ı 9-273. Modern ideolojilerle sosyoloji arasındaki ilişki için bkz.: Levent Ünsaldı ve Ercan Geçgin, Sosyoloji Tarihi: Dünya’da ve Türkiye’de, (Ankara: Heretik Yayınları, 20ı5), s. 63-94. •• Emile Durkheim, Eğitim ve Sosyoloji, çev. Pelin Ergenekon, (Istanbul: Pinhan Yayıncılık, 20ı6), s. 53. KÖYLÜLERDEN FRANSIZLARA 17 bir fiziksel şiddet uygulanmamıştır çünkü Fransa taşrasında asimilasyana ve kolonizasyona direnebilecek bir fiziksel güç yoktur; bu sorun çok daha önceleri halledilmiş, dolayısıyla asimilasyon başarılı olmuştur. Ayrıca Fransa’da asimilasyon sadece zorla ve yukarıdan dayatılmamış, köylüler de zaman içinde asimilasyonun avantajlarını görerek buna gönüllü olmuşlar, Fransız olmaktan haz alır hale gelmişlerdir.

Weber’in bu fikirlerinden ilham alarak ve fiziksel şiddet ve sembolik şiddet ayrımı üzerinden giderek, Fransa köylülerinin sembolik şiddetle asimile edilebildikleri ve o nedenle de fiziksel şiddete gerek kalmadığı; Cezayir köylülerinin ise sembolik şiddetle asimile edilemedikleri ve o nedenle de sürekli bir fiziksel şiddete maruz kaldıkları düşünülebilir

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir