Golleen Mc Gullough – Gazap Kuşları

1915 yılının 8 aralığında Meggie Cleary dört yaşına bastı. Annesi, kahvaltı tabaklarını kaldırdıktan sonra kahverengi bir paketi hiçbir şey söylemeden onun kucağına bırakıp dışarıya çıkmasını söyledi. Meggie de ön kapının yanındaki ağacın dibine çömelerek sabırsızlıkla paketin kâğıdını çekiştirdi. Kalın kâğıt, VVahine’den alınmıştı. Bu da küçük kıza, paketin içindeki-nin evde yapılmamış ya da bir hayır kurumunca bağışlanmamış olduğunu açıklıyordu. Bu armağan bir mucize sonucu satın alınmıştı. Kâğıdın bir köşesinden yumuşak ve altın gibi parlak bir şey gözüktü. Küçük kız pakete telaşla saldırıp, kâğıdı uzun uzun parçalar halinde yırtmaya başladı. Sonra yırtık kâğıtların içinde yatan bebeğe bakıp gözlerini kırpıştırarak, «Agnes!» diyebildi. «Oh, Agnes!» Bu, gerçekten mucizeydi. Meggie, ömründe yalnızca bir kez Wahine’e gitmişti. O da geçen mayısta. Çok uslu olduğu için buna izin verilmişti. Onun için de atlı arabada annesinin yanına ilişen küçük kız, çok terbiyeli davranmış fakat heyecanından fazla bir şey görememişti. Dükkânda bir tezgâhın üstündeki krem rengi, dantelli, pembe saten elbise giymiş güzel bebeği farkeîtiğini anımsıyordu yalnızca.


O anda içinden bebeğe Agnes adını vermişti. Böyle eşsiz bir yaratığa ancak bu kibar ad ya-raşabilirdi. Bununla birlikte bu olayı izleyen aylarda, Agnes’i için için isterken hiç de umutlanmamıştı. Meggie’nin bir bebeği yoktu ve küçük kızların bebekleri olması gerektiğini de bilmiyordu. Ağabeylerinin bıkıp attığı düdükler, sapanlar ve eğrilip büğrüimüş kurşun askerlerle mutlu mutlu oynuyordu. Meggie, Agnes’in oynanacak bir şey olduğunu aklından geçirmedi. Elbisenin parlak, pembe kıvrımlarını düzeltti. Bu elbise, kadınların üstünde gördüklerinden çok daha güzeldi. Agnes’i sevecenlikle kucağına aldı. Bebeğin, istenildiği gibi oynatılabi-len eklemli kol ve bacakları vardı. Hatta boynu ve incecik beli bile eklemliydi. San saçları kabartılıp tepeye toplanmış ve incilerle süslenmişti. Köpük gibi duran krem rengi dantel yakayı da inci bir iğne tutuyordu. Porselenden yapılmış yüz, özenle boyanmıştı ve pek güzeldi. Hakiki saçtan yapılmış kirpiklerin arasında parlayan mavi gözler, canlı gibiydi.

Pembe yanaklarından bîrinde siyah bir ben vardı ve dudaklarının arasından minik, beyaz dişleri gözüküyordu. Meggie, ayaklarını altına alıp oturdu, bebeği de usulca kucağına yerleştirdi. Öylece oturup bebeğe bakıyordu yalnızca. Jack ve Hughie uzun otların arasından çıkarak yaklaştıkları sırada, o hâlâ bodur ağacın altında oturuyordu. Küçük kızın saçları bütün Ciearylerinki gibi alev rengindeydi. Cleary çocukları Frank dışında böyle kızıl saçlıydılar. Jack kardeşini dürterek, neşeli neşeli küçük kızı işaret etti. Birbirlerine sırıtarak ayrıldılar. Bir Maori kaçağının peşindeki askerler rolüne girmişlerdi. Meggie onların yaklaştıklarını duyamazdı zaten. Küçük kız iyice Agnes’e dalmış, kendi kendine bir şarkı mırıldanıyordu. Jack birden onun üstüne atlayarak, «Ne aldın, Meggie?» diye bağırdı. «Bize de göster!» Hughie de kardeşinin öbür tarafında durup güldü. «Evet, göster bize!» Meggie bebeği göğsüne bastırarak başını salladı. «Hayır, o benim! Doğum günü armağanım!» «Haydi, göstersene.

Yalnızca bir bakmak istiyoruz!» V Gurur ve sevinç galip geldi. Kız, ağabeylerinin görmeleri için bebeği uzattı. «Bakın, ne güzel, değil mi? Adı da Agnes.» Jack tiksinmiş gibi yaptı. «Agnes mi? Ne pis bir ad! Neden ona Margaret ya da Betty demiyorsun?» «Çünkü o Agnes!» Hughie bebeğin bileğindeki eklemi farketmişti. Bir ıslık çaldı. «Hey, Jack, bak! Bebek, elini oynatabiliyor!» «Hani? Bakalım.» Meggie bebeği göğsüne bastırdı. Gözlerinde yaşlar belirmişti. «Hayır! Onu kıracaksınız! Oh, Jack, bebeğimi alma… Onu kırarsın!» «Haydi oradan!» Çocuğun kirli, esmer elleri kardeşinin bileklerini yakaladı. «Bir Çin işkencesi ister misin? Hem öyle ağlamaya kalkma. Yoksa Bob’a söylerim.» Kızın bileklerini sıkarak büktü. O sırada Hughie de bebeğin eteğini yakalayıp çekti. «Haydi ver, yoksa fena yaparım!» «Ne olur yapma, Jack! Bebeği kıracaksın… Kıracağını biliyorum! N’olur bıraksın bebeğimi! N’olur almayın!» Bileklerini acıtan ellere rağmen bebeğe sıkıca sarılmış hıçkırıyor, tekmeler atıyordu.

Bebek Meggie’nin kollarının arasından sıyrılınca Hughie haykırdı. «Aldım işte!» Jack ile Hughie de bebeği Meggie kadar büyüleyici bulmuşlardı. Onun elbisesini, iç eteklerini, uzun kilotunu çıkardılar. Çocuklar, çıplak kalan Agnes’i çekiştiriyorlar, bir ayağını başına itiyor, belden öne büküyorlardı. Orada durmuş ağlayan Meg-gie’ye aldırış ettikleri yoktu. Küçük kız da yardım çağırmayı aklından geçirmiyordu. Çünkü Cleary ailesinde kendilerini savunamayanlara yardım edilmez ve acınrnazdı. Buna kızlar da dahildi. Bebeğin altın saçları dağıldı ve inciler de uzun otların arasına düşüp kayboldu. Tozlu bir potin, farkına varmadan elbisenin üstüne bastı. Satenin üstüne demirci dükkânının yağları bulaştı. Meggie daha fazla zarar olmasın diye diz çökmüş, telaşla minik giysileri toplamaya çalışıyordu. Sonra incilerin düştüğü otların aralarını araştı-maya başladı, ama gözyaşlarından göremiyordu. Yüreğindeki acı da yeniydi; çünkü o ana dek üzülmeye değecek bir şeyi olmamıştı. *”* Frank, kızgın nalı suya atarak doğruldu.

Sırtı eskisi gibi ağrımıyordu. Belki de demirciliğe alışmıştı artık. Zaten babası da altı ay sonra alışacağını söylemişti. Fakat Frank bu zamanı kin ve öfkeyle ölçmüştü. Çekici de kutusuna bıraktıktan sonra, alnına düşen siyah saçları titreyen eliyle itti ve eski, deri önlüğü boynundan çekerek çıkardı. Gömleği köşedeki samanların üstünde duruyordu. Frank gömleğe yaklaşarak durdu. Bir an ambarın duvarına görmeyen gözlerle baktı. Kara gözlerini iri iri açmıştı. Pek ufak tefekti. Ancak bir elli sekiz boyunda vardı. Hâlâ da incecikti, ama çıplak omuz ve kollarının kasları çekiçle çalışmaktan gelişmişti. Pürüzsüz, soluk renkli teni pırıl pırı Đdi terden. Saçlarının ve gözlerinin koyuluğu, ona değişik bir hava veriyordu. Dolgun dudakları ve geniş kemerli burnu, ailesine^ çekmemişti.

Ama annesinde Yeni Zelanda yerlilerinin, yani Ma-orilerin kanı vardı. Bu da Frank’da belirgin bir hal almıştı. On altısına yaklaşıyordu. Oysa Bob henüz onbirine gelmemişti. Jack on, Hughie dokuz, Stuart beş ve küçük Meggie de üçündeydî. Sonra Meggie’nin o gün dördüne bastığını anımsadı. Aralığın sekiziydi. Gömleğini giyerek ambardan çıktı. Ev, ambar ve ahırlardan otuz metre kadar yukarıda kalan küçük bir tepedeydi. Bütün Yeni Zelanda evleri gibi, bu da tahtadan yapılmış, yayvan, tek katlı bir binaydı. Evlerin böyle yapılmasının nedeni de depremlerdi. Yeni Zelandalılar yer sarsıntısında evin bir bölümünün ayakta kalacağını umarlardı. Evin etrafında her yerde katırtırnakları vardı. Sapsarı çiçekler açmıştı bunlar. Otlar da Yeni Zelanda’ya özgü şekilde uzun ve yemyeşildi.

Kış ortasında, bazen don olduğunda bile bu yeşil otlar sararıp kahverengi olmazdı. Yağmur, büyüyen şeyleri incitmek istemezmiş gibi hafif hafif yağardı. Kar da olmazdı. Yeni Zelanda’nın afetleri gökyüzünden gelmez, yeryüzünün derinliklerinden yükselirdi. Yerin altındaki o korkunç güç, otuz yıl önce kocaman bir dağı yok etmiş, tepelerdeki çatlaklardan sulSNyfışkırt- _ 11 — mış, yanardağlar kapkara dumanlar püskürtmüştü. Bununla birlikte Yeni Zelanda toprakları iyi ve bereketliydi. Evin arkasında uzanan ova, Fiona Cleary’nin nişan yüzüğündeki zümrüt gibi yemyeşildi. Orada sayısız koyun otlardı. Arkada kalan Egmont Dağı binlerce metre yükseliyor ve doruğu bulutların arasında kayboluyordu. Simetrisi eşsiz olan karlarla kaplı bu dağa. Frank gibi her gün görenler bile hayranlıkla bakarlardı yine de. Evle ambarın arası epey vardı, ama Frank eve gitmemesi gerektiğini bildiği için acele etti. Babası bütün gün orada kalması için kesin emir vermişti. Tam evin köşesini döndüğü sırada bodur uleks ağacının yanındaki grubu gördü. Frank, Meggie’nin bebeğini satın alması için annesini arabayla Wahine’e götürmüştü.

Hâlâ da annesinin bunu nasıl aldığına şaşıyordu. Annesi işe yaramaz doğum günü armağanları almazdı ve bunlar için parası da yoktu zaten. Hem o vakte kadar hiç kimseye oyuncak falan vermemişti. Doğum günleri ve Noel’lerde hepsine giyecek alınır, böylece pek yoksul olan gar-dropları biraz zenginleşirdi. Meggie bebeği kasabaya ilk ve tek kez gidişinde görmüş, Fiona da bunu unutmamıştı. Frank soru sorunca, annesi bir kız çocuğun bebeğe gereksinme duyduğuna dair bir şeyler mırıldanmış ve konuyu hemen değiştirmişti. Jack ve Hughie bebeği aralarına almış, eklemlerini acımasızca eğip büküyorlardı. Frank, ağabeylerinin Agnes’i çekiştirmelerini seyreden Meggie’nin sırtını görebiliyordu sadece. Temiz, beyaz çorapları, küçük, siyah potinlerinin üstüne düşmüş, kahverengi yabanlık elbisesinin eteğinin altından pembe bacakları görünüyordu. Özenle kıvrılmış olan yeie gibi gür saçları sırtına dökülmüştü. Güneşte parlayan saçlar ne kırmızı ne de altın sarışıydı. Şöyle ikisinin ortası bir renk. Öndeki saçları tepeye toplayan beyaz tafta kurdele, buruşup sarkmıştı. Elbisesi toz içindeydi. Bir eliyle bebeğin elbisesini sıkıca tutmuş, öbürüyle de boş yere Hughie’yi itmeye çalışıyordu.

«Tanrının belâsı piç kuruları!» Jack ve Hughie, bebeği unutup ayağa fırlayarak koşa koşa kaçtılar. Frank küfrettiği zaman kaçmak en doğrusuydu. Frank onların arkasından bağırdı. «Bir daha bebeğe el sürdüğünüzü görürsem ikinizin de o pis poponuzu dağlarım!» _ 12 — Sonra eğilip Meggie’yi omuzlarından tutarak hafifçe sarstı. «Hadi. hadi ağlamaya gerek yok! Gittiler artık ve bir daha da bebeğine dokunmazlar. Sana söz veriyorum. Şimdi doğum günün için bana bir gülümse bakalım.» Yüzü gözü şişmiş, hâlâ yanaklarından yaşlar akan Meggie, başını kaldırıp Frank’a baktı. Gri renkli gözleri iyice irileşmiş ve kederle dolmuştu. Ağabeysi boğazına bir şeyin tıkandığını hissetti. Cebinden pis bir bez çıkararak beceriksizce kızın yüzünü sildi. Gözyaşları kuruyan Meggie, «Oh Fra… Frank…» diye hıç-kırdı. «Agnes’i elimden aldılar! Saçları açıldı ve içindeki o güzel inciler de kayboldu. Hepsi… hepsi de otların arasına düştü.

Onları bulamıyorum!» Gözlerinden yine yaşlar boşandı ve ağabeyinin eline damladı. Frank bir an ıslanan eline baktıktan sonra diliyle gözyaşlarını yaladı, «Öyleyse bunları bulmamız gerekiyor, değil mi? Fakat böyle ağlarken bir şey bulamazsın ki! Sonra bu bebekçe davranış sana hiç yakışmıyor. Haydi sil burnunu da, zavallı… Agnes mi neydi onu al. Hemen elbisesini giydirmezsen güneşten yanacak.» -* Kardeşini yolun kenarına oturtarak bebeği kucağına koydu ve otların arasını arayıp bir inci buldu. Başarısından memnun, bağırdı. «Đşte ilki! Bak görürsün hepsini bulacağız.» Meggie otların arasını araştırıp incileri teker teker bulan büyük ağabeysine hayranlıkla baktı. Sonra Agnes’in teninin ne denli hassas olduğunu ve çabucak yanacağını düşünerek ilgisini bebeğe yöneltti. Bebeğe öyle pek zarar verilmişe benzemiyordu. Saçları açılıp karışmış, çocukların çekiştirdiği bacaklarıyla kolları kirlenmişti. Ama her yeri hâlâ sağlamdı. Meggie’-nin saçlarında iki tane küçük bağa tarak vardı. Bunlardan birini çıkarıp Agnes’in saçını taramaya başladı. Çocuk, beceriksizce saçı taramaya çalışırken korkunç şey oldu.

Bebeğin başına yapıştırılmış olan saçlar tarağın dişlerine takılarak çıkıverdi. Agnes’in güzel alnının üstünde bir şey yoktu. Ne bir tepe, ne de bir kabak kafatası. Orada yalnızca korkunç, büyük bir delik vardı. Meggie korkuyla titreyerek bebeğin başının içine baktı. O zaman Agnes’in aslında bir tele tutturulmuş olarak dönen iki bilyadan ibaret gözlerini gördü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir