John Steinback – Gazap Üzümleri

Oklahoma’nm bütün kırmızı topraklarına ve külrengi topraklarının bir kısmına son bir iki hafif yağmur düştü. Bu yağmurlar katı toprağı delemedi. Sapanlar küçük derecikler boyunca dolaşıp durdular. Bu son yağmurlar, mısırlara çabucak boy attırdı. Yol kenarlarında yoncalar ve otlar bitirdi. Böylece, külrengi topraklarla koyu kırmızı topraklar yeşil bir örtü altında kaybolmaya başladı. Mayısın sonlarına doğru gök do-nuklaştı. Sonra, baharda gökte top top asılı duran bulutlar da kayboldular. Güneş, boy atan mısırlar üzerinde her gün biraz daha çok parladı, sonunda her yeşil yaprağın kenarında sarı bir çizgi belirdi. Bulutlar bir iki kere daha ortaya çıkıp kayboldular ve bir daha görünmediler. Yoncalar koyuldular ve kurudular ve çoğalmadılar artık. Toprağın üstü kabuk tutmuştu… İnce, sert bir kabuk… Gök donuklaştıkça yer de sarardı. Kırmızı topraklar pembeleşti, külrengi topraklar beyaz-laştı. Dere yatakları kuru birer patika oldu. Köstebekler, karınca yiyen böcekler küçük kafileler halinde yer değiştirmeye başladılar.


Kızgın güneş her gün vurdukça, taze mısırların yaprakları sertliklerini kaybettiler. Önce biraz büküldüler, sonra, yaprağın ağırlığını taşıyan damarlar zayıfladıkça, aşağı doğru sarktılar. Haziran gelmişti, güneş daha kızgın parlıyordu. Mısır 3^apraklarındaki sarı çizgiler çoğalmış, orta damarlara doğru yayılmıştı. Yoncalar ip gibi kalmış, köklerine doğru kıv-rılmışlardı. Hava açık, ama gökyüzü eskisinden daha donuktu ve her gün biraz daha soluklaşıyordu. Sonunda, arabaların geçtiği, tekerleklerin öğüttüğü ve at nallarının dövdüğü yolların katı kabukları çatladı, toz haline geldi. Hareket eden her şey havaya toz kaldırıyordu: Yü-10 GAZAP ÜZÜMLERİ rüyen bir adamın beline kadar hafif bir sis tabakası yükseliyor, arabalar direklerinin üstüne kadar toz havalandırıyor, otomobiller ardlarmdan bulut kaldırıyor ve toz ancak uzun bir süre sonra yatışıyordu. Haziranın yarısı geçti; Texas ve körfez taraflarından büyük büyük bulutlar yükseliyordu. Yüksek, kocaman bulutlar… Yağmur getiren bulutlar. Tarlalardaki adamlar bulutlara baktılar, havayı kokladılar, rüzgârın esip esmediğini anlamak için, ıslak parmaklarını kaldırdılar. Bulutların yükseldiğini gören atlar da huysuzlandılar. Yağmur bir parça serpiştirdi, sonra hemencecik başka yerlere doğru uzaklaşıp gitti. Yeniden o soluk gök, yeniden o kızgın güneş… Yalnız, düşen yağmur damlalarının tozlarda açtığı çukurcuklar ve mısırların üzerinde berrak damlalar kaldı, o kadar. Yağmur bulutlarının arkasından onları kuzeye doğru iten hafif bir rüzgâr çıktı… Kurumuş mısırları hafif hafif birbirine çarptıran bir rüzgâr… Ertesi gün rüzgâr arttıkça arttı… Soluk vermeden, durmadan esen bir rüzgârdı bu… Yollardaki tozlar döne döne havaya kalkıyor; etrafa yayılıyor, tarlaların kenarındaki çalılıkların ve yola yakın tarlaların üzerine çöküyordu… Şimdi artık rüzgârın yeğinliği büsbütün artmış, sertleşmiş ve mısır tarlalarında, yağmurlardan kalma kabuğa da işlemeye başlamıştı.

Gökyüzü birdenbire karışan tozlarla kararmıştı. Rüzgâr toprağı yaladıkça tozları yerden kaldırıyor ve uzaklara götürüyordu… Rüzgâr iyice yeğinleşti. Yağmurlardan kalan kabuk da dağıldı; tarlalardan toz bulutları kalktı; havaya, yavaş yavaş yükselen bir duman halinde gri tüyler sürükledi. Mısırlar rüzgârı dövüyor, kuru ve hışırtılı sesler çıkarıyor, tozun hafif kısmı bir daha toprağa inmiyor, kararan gökyüzünde kaybolup gidiyordu. Rüzgâr daha da arttı. Şimdi taşların altım süpürüyor, saman çöplerini, yaprakları, hatta toprak parçalarını bile sürüklüyor ve bunlar rüzgârın yönüne uyarak, tarlaların üzerinde uçuşup duruyorlardı. Hava ve gök kararmıştı. Kıpkızıl bir güneş parlıyordu gökyüzünde. Havada sıkıntılı, boğucu bir hal vardı. Rüzgâr bütün gece, her an biraz daha artan bir hızla, GAZAP ÜZÜMLERİ 11 esti; mısırların diplerini kazıdı ve mısırlar zayıf düşen yap-raklarıyle rüzgâra karşı savaşmaya çalıştılar. Sonunda köklere kadar sokulan rüzgâr, mısırları da söktü. Her mısır sapı, bitkin bir halde rüzgâr yönüne doğru toprağa yattı. Gün ağarmış ama, gündüz olmamıştı. Külrengi gökyüzünde duran kırmızı bir güneş, alacakaranlık bir ışık veren; sönük, kırmızı bir yuvarlaktı. Gün ilerledikçe bu alacalık yeniden karanlığa döndü.

Rüzgâr, yere yatırdığı mısırların üstünde bağırıyor, haykırıyordu. Erkekler ve kadınlar evlerine tıkılmışlardı. Dışarıya çıktıkları zaman burunlarına mendil bağlıyorlar, gözlerini tozdan korumak için etrafı kapalı gözlükler takıyorlardı. Geceleyin ortalık yeniden zifirî karanlık oldu; yıldızlar toz bulutunu delemiyor, pencerelerden sızan ışıklar da evlerin bahçelerinden öteye geçemiyordu. Toz, şimdi büsbütün havayla karışmış, hava ve toz bulamacı olmuştu. Evlerin her yanı sımsıkı kapatılmış, kapıların, pencerelerin kenarları bezle tıkanmıştı. Ancak, toz o kadar inceydi ki havada görünmüyordu bile. Çiçeklerden dağılan tozlar gibi, sandalyelerin, masaların ve tabakların üstlerini kaplamıştı. Köylüler, üzerlerindeki tozları silkip duruyorlardı. Kapı eşiklerinde tozdan ince çizgiler vardı. Gece yarısı, rüzgâr uzaklaşıp gitti ve her yanı sessizlik içinde bıraktı. Tozlu hava, sesleri sisten çok boğuyordu. Köylüler rüzgârın durduğunu yataklarında işittiler, saldırının durmasıy-le uyandılar. Kıpırdamadan yattılar, dikkatle sessizliği dinlediler. Horozlar öttü, ama hava, horoz seslerini de boğdu.

Köylüler yataklarında debeleniyorlar ve sabahın olmasını bekliyorlardı. Havadaki tozun ancak uzun bir süre sonra yatışacağını bilirlerdi. Sabahleyin toz, havada sis gibi duruyordu; güneş kan gibi kıpkırmızıydı. Bütün gün toz, gökte süzülüp durdu. Ertesi gün daha aşağıya indi. Yer, aynı kalınlıkta bir örtüyle örtülmüştü. Toz, mısırların üzerini kaplamış, çit direklerinin tepelerinde, tellerin üzerinde birikmişti. Damları kaplamış, yoncaları, çalılıkları, ağaçları örtmüştü. GAZAP ÜZÜMLERİ 13 Köylüler evlerinden çıktılar. Kızgın, boğucu havayı kok-ladılar ve burunlarını tıkamak zorunda kaldılar. Çocuklar da evlerinden çıktılar, ama her yağmurdan sonra yaptıkları gibi, koşup oynamadılar, bağrışmadılar. Erkekler, çitlerinin kenarlarında durup, mahvolan mısırlarına baktılar. Hiç seslerini çıkarmıyorlar, pek kımıldamıyorlardı. Kadınlar da erkeklerinin yanında oturmak üzere evlerinden çıktılar. Erkeklerin yıkılıp yıkılmayacaklarını merak ediyorlardı.

Kadınlar erkeklerin yüzlerini gizliden gizliye gözden geçirdiler. Çünkü, mısırın mahvolması o kadar önemli değildi, yeter ki başka şeyler kalsın. Çocuklar çevrede duruyorlar, çıplak ayaklanyle tozda resimler çiziyorlar, erkeklerle kadınların kavga edip etmeyeceklerini anlamaya çalışıyorlar. Çocuklar, erkeklerle kadınların yüzlerine göz ucuyle bakarak ayaklanyle tozun üzerine dikkatli dikkatli çizgiler çiziyorlar. Atlar yalaklara su içmeye geldiler, toz tabakasını aralamak için suya önce üflediler. Tarlalarına bakan erkeklerin yüzlerindeki şaşkınlık bir süre sonra kayboldu. Sert, kızgın ve kararlı bir hal aldı. O zaman kadınlar korkulacak bir şey olmadığını, bir yıkıntı olmadığını anladılar. Peki ama, soruyorlardı: «Ne yapacağız?» Erkeklerin cevabı, sadece: «Bilmiyorum» du. Ama her halde önemli bir şey yoktu. Kadınlar ortada önemli bir şey olmadığını çok iyi biliyorlardı ve onları seyreden çocuklar da bunu biliyorlardı. Kadınlar ve çocuklar, erkekler yıkılmadıkları süre ortada dayanılmayacak kadar büyük bir felâketin bulunmadığım çok iyi bilirlerdi. Kadınlar evlerine, işlerinin başlarına gittiler, çocuklar da oynamaya başladılar; ama başlangıçta biraz temkinli davrandılar. Gün ilerledikçe güneşin kırmızılığı azaldı, tozla örtülü toprağın üzerinde parlamaya başladı. Erkekler evlerinin bahçe yollarında oturmuş, ellerindeki değnek ve küçük taşlarla oynayıp duruyorlardı.

Hiç ses çıkarmadan öylece oturup durdular, düşündüler, düşündüler… İKİNCİ BOLÜM Yolun kıyısındaki küçük lokantanın önünde kırmızı renkli kocaman bir nakliye kamyonu duruyordu. Yatay egzoz borusu kendi kendine mırıldanıyor, borunun ucunda hemen hemen görünmeyecek kadar hafif, mavi bir duman dolaşıyordu. Yeni bir kamyondu bu. Kırmızı boyası pırıl pırıl. Üzerinde on iki pusluk yazılarla: Oklahoma $ehri Nakliyat Şirketi yazılı. Çift lastikleri yepyeni. Büyük arka kapılarının kilitlerinden pirinçten kapı tokmakları dışarıya doğru fırlamış. Kapıları ve pencereleri ince telle örtülü, lokantada dinleyen olmadığından, radyo hafifletilmiş, bir dans havası çalmakta. Küçük bir vantilatör kapının üzerindeki yuvarlak deliğinde dönüyor, sinekler pencere ve kapıların üstündeki tellere çarparak vızıldayıp duruyorlar. İçeride bir adam, yani kamyonun şoförü, bir iskemleye oturmuş, dirseklerini tezgâhın üzerine dayamış, kahve tezgâhının arkasında tek başına iş gören ince yapılı garson kıza bakıyor. Yol lokantalarının kibar ve saygısız diliyle konuşuyor: — Üç ay önce gördüm, bir ameliyat geçirmiş. Bir şeyini almışlar, ama nesini, şimdi unuttum. ı Kız da cevap veriyor: — Ben onu göreli daha bir hafta olmadı. Hiç bir şeyi yoktu. Zom olmadığı zamanlar iyi çocuktur.

Arada sırada tel kapıda sinekler vızıldıyor, kahve makinesi buhar fışkırtıyor… Garson kız makineye bakmadan aleti tutuyor, kapatıyor. Dışarıda, yolun kıyısında yürüyen bir adam, yolun öte yanına geçerek kamyona yaklaştı. Kamyonun önünden yavaş yavaş geçerken pırıl pırıl parlayan tamponlara elini sürdü. Camın üstündeki «Yolcu almaz» levhasına baktı. Bir an yeniden 16 GAZAP ÜZÜMLERİ yoluna devam etmek istedi. Ama vazgeçti. Kamyonun lokan^ taya bakmayan basamağına oturdu. Otuzundan çok göstermiyordu bu adam. Gözleri koyu kahverengiydi, aklarında bile kahverengi izler vardı. Elmacık kemikleri çıkık ve birbirinden uzaktı. Yanaklarından, ağzının çevresinden dolaşarak, aşağı doğru güçlü, derin çizgiler iniyordu. Üst dudağı uzundu. Dişleri ileri doğru çıktığından, dudakları dişlerini kapamak için yayılmış gibiydi. Bu adam, ağzını daima kapalı tutardı. Elleri kabaydı.

İri parmakları ve istiridye kadar kalın ve tırtıllı tırnakları vardı. Baş parmağıyle şehadet parmağı arası ve avucunun içi nasırlardan pırıl pırıl parlıyordu. Adamın elbiseleri yepyeniydi. Ucuz ve yepyeni şeyler… Gri kasketi o kadar yeniydi ki, güneşliğinin mukavvası daha sertliğini yitirme-miş ve düğmesi bile düşmemişti; yani kasket, torba, havlu, mendil gibi çeşitli görevleri yaptıktan sonra, alacağı şekilsiz ve biçimsiz halini henüz almamıştı. Elbisesi ucuz, kaba bir kumaştan yapılmıştı. O da o kadar yeniydi ki, üzerindeki yağ lekeleri bile görülebiliyordu daha. Mavi keten gömleği kolasını kaybetmediğinden, kaskatı ve dümdüzdü. Ceketi kendisine göre çok büyüktü, pantolonu da kısaydı; uzun boylu bir adamdı kendisi. Ceketinin omuzları aşağı doğru sarktığı halde ceket yine kısa kalıyor, ceketinin önü boyuna karnını çarpıyordu. Ayaklarında «ordu artığı» giyilmemiş yeni bir çift sarı ayakkabı vardı. Altları çivili, topukları, kenarlarından yenmesin diye, atlar gibi nailiydi. Adam, otomobilin basamağında oturmuş, kasketini çıkarmış, yüzünü siliyordu. Sonra kasketini başına koydu, aşağı doğru çekerek güneşliğinin biçimsizliğini hazırladı. Ayaklarına gözü ilişti. Eğildi ve bağlarını gevşetti.

Uçlarını da yeniden bağlamadı. Dizel motorunun egzozu mavi küçük baloncuklar halinde dumanlar çıkarıyor, başının üzerinde pıtırdayıp duruyordu. Lokantadaki müzik durmuştu. Şimdi hoparlörde bir adam konuşuyordu. Garson kız, radyoyu kapatmadı. Çünkü, müziğin durduğunu farketmemişti. Oynayacak bir şey arayan parmakları, kulağının altında bir sivilce buldu. Şoföre çaktırmadan tezgâhın arkasındaki aynada sivilceyi görmeye çalıştı. Şan- \ GAZAP ÜZÜMLERİ 17 ki saçını düzeltiyormuş gibi yapıyordu. Kamyonun şoförü, konuşuyordu: — Shawnee’de büyük bir balo verilmiş… Baloda galiba birisini mi vurmuşlar ne. Duydunuz mu? Garson kız: — Hayır… diyor ve kulağının altındaki sivilcenin üzerinde parmağını gezdiriyor. Dışarıda oturan adam kalktı ve kamyonun üstünden öte yana baktı. Lokantayı bir an seyretti. Sonra, yeniden basamağa oturdu, yan cebinden bir paket tütünle bir deste cigara kâğıdı çıkardı. Yavaş yavaş ve alışmış parmaklarıyle cigarası-nı sardı.

Evirdi, çevirdi, düzeltti, sonunda yaktı. Yanan kibriti ayağının dibine atıp, söndürdü. Güneş öğleye yaklaştıkça kamyonun gölgesi de küçülüyordu. Lokantadaki kamyon şoförü, borcunu ödedi, elindeki iki nikel bozuk parayı da piyango makinesine attı. Makinenin içinde dönen tekerleklerin hiç biri yerine düşmedi. Garson kıza: — Bu makineleri de öyle usturuplu yapıyorlar ki, hiç bir şey kazanmaya imkân yok!., dedi. Kız cevap verdi: — İki saat önce birisi, büyük ikramiyeyi aldı. Seksen üç sent tuttu… Şen ne zaman döneceksin? Şoför tel kapıyı bir süre aralık tuttu: — Bir hafta, on gün sonra… dedi. Tulsa’ya kadar gideceğim, her halde çabuk dönemem. Kız biraz kızgınlıkla: —• Sinekler giriyor içeri. Ya gir, ya çık!. Şoför: — Hoşça kal, dedi ve çıktı. Tel kapı arkasından çarptı. Şoför dışarıda bir süre güneşte durdu.

Cebinden çıkardığı çikletin kâğıdını yere attı. İri yarı bir adamdı bu. Geniş omuzları vardı. Durmadan ışığa bakmaktan gözlerinin çevresi kırışmıştı. Külot pantolon giymişti ve ayaklarında botlar vardı. Çikleti dudaklarının ucunda tutarak tekrar tel kapıdan seslendi: — Anlıyorsun ya, duymamı istemiyorsan, uslu otur!. 18 GAZAP ÜZÜMLERİ Garson kız, arkasındaki duvarda asılı duran aynaya yü-/ zünü döndü. Dişlerinin arasından bir şeyler mırıldandı. Kamyon şoförü her defasında çenesini, dudaklarını faraş gibi açarak çikleti yavaş yavaş çiğniyordu. Kocaman kırmızı kamyona doğru giderken ağzındaki çiklete biçim veriyor, dilinin altında çeviriyordu. Yaya yolcu onu görünce ayağa kalktı, kamyonun penceresinden içeri baktı: — Beni de alır mısm, bayım? dedi. Şoför hemen başını çevirerek bir saniye lokantadan yana bakarak: — Camın üstündeki «Yolcu almaz» yazısını görmedin mi? — Elbet gördüm, ama insan, yine de iyi insan olur isterse… Zengin pezevengin biri ona, böyle yazılar koydurtsa bile… Yavaş yavaş kamyona yerleşmekte olan şoför, bu cevabı kafasında parça parça inceliyordu. Şimdi bu isteği yapmazsa yalnız kötü bir insan olmakla kalmayacak, aynı zamanda bir yazı koymaya zorlanmış ve arkadaş almasına izin verilmemiş bir adam durumuna da düşmüş olacaktı. Eğer yayayı kabul ederse, birdenbire iyi bir insan olacak ve herhangi zengin bir pezevengin, istediği zaman fırlatıp »atacağı soydan bir adam olmadığını gösterecekti. Açmaza getirildiğini anlıyor ama, çaresini bulamıyordu.

Sonunda iyi bir insan olmaya karar verdi. Yeniden lokantadan yana bakarak: — Virajı dönünceye kadar basamağın yanında çömel, dur… dedi. Adam çömelerek gözden kayboldu ve kamyon kapısının tokmağına yapıştı. Motor bir anda gürledi. Vites dişlileri birbirine geçti, koca kamyon hareket etti. Birinci vites, ikinci vites, üçüncü vites; sonra yıldırım gibi artan sürat ve dördüncü vites… Yol, kamyona yapışmış olan adamın altından ser-semletici bir hızla birbirine karışıyordu. Bir mil sonra yolun ilk virajına geldiler. Kamyon yavaşladı. Yolcu ayağa kalktı, kapıyı araladı, sıyrılarak içeri girdi. Şoför gözlerini aralayarak içeriye giren adamı süzmeye başladı. Sanki düşüncelerini \ GAZAP ÜZÜMLERİ 19 ve izlenimlerini beyninde toplamadan önce, bunları çenesiy-le bölüyor ve düzenliyormuş gibi ağzım açıp kapıyordu. Gözlerini adamın yeni kasketinden başlayıp, elbiselerden kaydırarak, yeni ayakkabılara kadar indirdi. Adam, oturduğu yere arkasını iyice dayamıştı. Kasketini çıkardı, terleyen yüzünü ve çenesini sildi. — Teşekkür ederim dostum, dedi.

Tabanlarım patladı be!. Şoför: — Ayakkabıların da yeni, dedi. Sesinin tonundan da anlaşılıyordu ki, gözlerinde gizlilik ve merak vardı. Devam etti: — Yeni ayakkabılarınla yola çıkmamalıydın. Havanın sıcaklığına baksana. Adam, tozlu sarı ayakkabılarına bakarak: — Başka ayakkabım yok ki giyeyim, dedi. İster istemez bunları giyip eskitiyorum. Şoför, önündeki yolu kendine güvenen biri gibi süzüyordu. Kamyonun hızını biraz daha artırdı. — Uzağa mı gidiyorsun? — Yoo… Tabanlarım şişmeseydi yürürdüm bile. Şoförün sorduğu soruların altında zekice bir araştırma bulunduğu seziliyordu. Şorularıyle sanki ağlarını atıyor, tuzağını kuruyordu. — İş mi arıyorsun yoksa? diye sordu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir