Wilbur Smith – Gazap

Tara Courtney düğününden beri beyazlar giymemişti. En sevdiği renk yeşildi. Çünkü bu renk kestane rengi gür saçlarına çok yakışıyordu. Gelgelelim bugün giydiği beyaz elbise Tara’nın kendini yeniden bir gelin gibi hissetmesine neden oluyordu. Biraz ürkek, korkak, ama yine de mutlu ve derin bir sevgiyle bağlı bir gelin gibi. Tara’nın elbisesinin kol ağızlarıyla kapalı yakasına fildişi danteller geçirilmişti. İyice fırçalanmış saçları Kap güneşinde yakutumsu ışıltılarla parlıyordu. Yanakları kızarmıştı. Dört çocuk annesi olduğu halde, beli hâlâ genç kız gibi incecikti. Bu yüzden omzuna attığı, cenazeleri hatırlatan o enli, kapkara atkı daha da garip duruyordu. Yas kılığına bürünmüş gençlik ve güzellik! Tara şiddetli duyguların etkisinde olmasına rağmen, ellerini önünde birbirine kenetlemiş, başını eğmiş, sessiz ve hareketsiz duruyordu. Oraya toplanmış olan yaklaşık elli kadından biriydi Tara. Hepsi de beyazlar giymiş, omuzlarına siyah atkılar almışlardı. Yaşlılara özgü tavırlarla, Güney Afrika Birliği parlamento binalarının önünde, düzgün aralıklarla duruyorlardı. Kadınların hemen hepsi de Tara’nın kendi çevresindendi.


Zengin ve ayrıcalıklı, evli genç kadınlar. Kolay yaşamlarının akışından bıkan ve sıkılan eşler. Çoğu kurulu düzene meydan okuma, kendileri gibi kadınları uyarma heyecanı uğruna protesto gösterisine katılmışlardı. Bazıları ise kocalarının dikkatlerini tekrar çekmek umuduyla gelmişlerdi oraya. Adamlar on yıllık evlilik hayatından sonra karılarına alışmış, biraz da bıkkınlık duymaya başlamışlardı. Zamanlarını daha çok işlerine, golfe ya da evlilik dışı ilişkilere veriyorlardı. Ancak eylemin katı bir çekirdeği de vardı. Bu daha çok, biraz yaşını başını almış kadınlardan oluşuyordu. Ama aralarında Tara ve Molly Broadhurst gibi gençler de görülmekteydi. Bu genç kadınlar haksızlığa karşı duydukları nefret yüzünden gruba katılmışlardı. Tara o sabah basın toplantısında bu duygularını açıklamaya çalışmıştı. Cape Argus gazetesinden bir kadın ona, “Bunu neden yapıyorsunuz, Bayan Courtney?” diye sorduğu zaman Tara, “Çünkü zorbalardan hoşlanmıyorum,” demişti. “Hilekârlardan da.” Şimdi Tara’nın bu tavrı takınmakta biraz haklı olduğu anlaşılıyordu. Tara’nın sağında, beş adım ötede duran bir kadın usulca, “İşte o hain kurt geliyor,” diye fısıldadı.

“Sıkı durun, kızlar.” Molly Broadhurst “Kara Atkılar’ın” kurucularındandı. Otuz iki, otuz üç yaşlarında ufak tefek, azimli bir insandı. Tara ona karşı büyük bir hayranlık duyuyor, Molly’yi taklit etmeye çalışıyordu. Resmi plakalı siyah bir Chevrolet, parlamento alanının köşesinde durmuştu. Şimdi arabadan dört erkek iniyordu. Bunlardan biri bir polis fotoğrafçısıydı. Adam hemen çalışmaya başladı. Beyaz elbiseli, siyah atkılı kadınlardan oluşan sıranın önünde hızla ilerledi ve hepsinin teker teker resmini çekti. Fotoğrafçıyı ellerinde not defterleri olan iki adam izliyordu. Arkalarında kötü dikilmiş, koyu renk takım elbiseler vardı ama siyah ayakkabılarının polislere dağıtılan türden olduğu hemen fark ediliyordu. Sert ve ciddiydiler. Sıradaki kadınların adlarını teker teker sorup defterlerine yazdılar. Bu işlerde hızla uzmanlaşmaya başlayan Tara onların Özel Şube’den olduklarını tahmin etti. Herhalde komiserdiler.

Ama genç kadın dördüncü adamı tanıyordu. Diğer kadınların çoğu da öyle. Adam açık gri yazlık elbise ve kahverengi spor ayakkabılar giymişti. Başında gri fötr şapka vardı. Koyu kırmızı bir kravat takmıştı. Orta boyluydu. Yüzü öyle dikkati çekecek gibi değildi. Büyük ağzı dostça ifadeliydi. Şapkasını çıkararak Molly’ye selam verirken rahat bir tavırla gülümsüyordu. Günaydın, Bayan Broadhurst. Erkencisiniz. Grup ancak bir saat sonra gelecek. Molly aksi aksi, “Bizi bugün yine tutuklayacak mısınız, sayın müfettiş?” diye sordu. Ne münasebet! Müfettiş tek kaşını kaldırdı. “Burası özgür bir ülke.

” İnanılacak gibi değil! Yaramazlık etmeyin, Bayan Broadhurst. Adam başını salladı. “Damarıma basmaya çalışıyorsunuz.” İngilizcesi kusursuzdu. Yalnız bu dili Afrikaner denilen Güney Afrikalı Hollandalılara özgü lehçeyle konuşuyordu. Hayır, müfettiş bey. Biz bu hükümetin seçimleri açık açık kendi çıkarına uygun bir biçimde ayarlamasını, hukuk düzenini aşındırmasını, sırf derilerinin rengi yüzünden Güney Afrikalı vatandaşlarımızın temel insan haklarını çiğnemesini protesto ediyoruz. Hep aynı şeyleri tekrarlıyorsunuz, Bayan Broadhurst. Bütün bunları bana geçen seferki karşılaşmamızda da söylemiştiniz. Müfettiş hafif bir kahkaha attı. “Neredeyse sizi tekrar tutuklamamı isteyeceksiniz. Bu önemli günü berbat etmeyelim…” Kendisini haksızlığa ve baskıya adamış olan bu parlamentonun açılışı kutlanmamalı, üzüntüyle karşılanmalıdır. Müfettiş elini şapkasının kenarına götürdü. Ama alaycı tavırları gerçek bir saygıyı, hatta belki de hayranlığı maskeliyordu. “Devam edin, Bayan Broadhurst.

Yakında tekrar karşılaşacağımızdan eminim.” Ağır ağır ilerledi, sonra Tara’nın önünde durdu. “Günaydın, Bayan Courtney.” Bu kez hayranlığını gizlemedi. “Vatana ihanet sayılacak bu davranışlarınız konusunda ünlü kocanız ne düşünüyor?” Milli Parti’ye, onun ırk ve renge dayanan yasamalarına karşı gelmek ihanet mi sayılıyor, müfettiş bey? Adamın gözleri Tara’nın beyaz dantel altındaki iri ama biçimli göğüslerine kaydı bir an. Sonra yeniden genç kadının yüzüne baktı. “Bu saçmalıklara karışmamayı gerektirecek kadar güzelsiniz. Bütün bunları o kır saçlı erik kurularına bırakın. Evinize dönün ve bebeklerinize bakın. Yeriniz orası.” Bu erkekçe küstahlığınız dayanılacak gibi değil, müfettiş bey! Tara öfkesinden kızarmıştı. Bu yüzden adamın övdüğü o güzelliğinin daha da etkili olduğunun farkında değildi. Keşke bütün vatan hainleri sizin gibi olsaydı. O zaman işim daha zevkli olurdu. Teşekkür ederim, Bayan Courtney.

Müfettiş kadını çileden çıkaracak bir tavırla gülümsedi ve yürüdü. Molly usulca seslendi. “Seni sarsmasına izin verme, hayatım. O bu işte profesyonel. Bizimki pasif bir protesto. Mahatma Gandi’yi unutma.” Tara kendini zorlayarak öfkesine hâkim oldu, yine tövbekâr tavrını takındı. Kaldırımda, arkasına seyirciler toplanmaya başlıyordu. Beyazlı kadınlardan oluşan dizi kalabalığın ilgisini çekiyordu. Kimisi merakla, kimi alayla bakıyordu onlara. Bazıları beğeni, birçoğu da düşmanlıkla. Orta yaşlı bir adam Tara’ya, “Lanet olasıca komünistler,” diye homurdandı. “Ülkeyi bir avuç vahşiye vermek istiyorsunuz. Sizi hapse tıkmalı. Hepinizi de!” Adam iyi giyimliydi.

Kültürlü bir insan gibi konuşuyordu. Hatta yakasında, faşizme karşı açılan savaş sırasında gönüllülere katılmış olduğunu gösteren, pirinçten yapılmış küçük şapka biçimi rozet de vardı. Adamın tavırları, ingilizce konuşan beyaz toplumun bile Milli Parti’yi sessizce nasıl desteklediğinin bir kanıtıydı. Tara dudağını ısırdı, kendini zorladı, cevap vermemeyi başardı. Sessizce, başı öne eğik öylece durdu. Hatta artan kalabalığın arasındaki zenciler adamın sözlerini alayla alkışladıkları zaman da tavrını değiştirmedi. Hava gitgide ısınıyor, güneşin parlak ışıkları insana Akdeniz’i hatırlatıyordu. Masa Dağı‘nın dümdüz büyük tepesi üzerinde bulutlar toplanmaya başlamıştı. Bu da güneybatı rüzgârının esmeye başladığı anlamına geliyordu. Ama rüzgâr henüz dağın eteğindeki kente erişmemişti. Kalabalık artık iyice yoğunlaşmış, gürültü de artmıştı. Tara’yı itip kakıyorlardı. Genç kadın bunu mahsus yaptıklarından kuşkulanıyor, ama sakin tavırlarını bozmuyordu. Dikkatini yolun karşısındaki binaya vermişti. İmparatorluk zamanından kalma bu görkemli binanın yıkılıp yok edildiğini görmek istiyordu.

Birden Molly’nin sesiyle kendini topladı. “İşte geliyorlar!” Kalabalıkta bir kaynaşma oldu. Bekleyenler sevinçle bağrıştılar. Yoldan nal sesleri yankılandı. Mızraklarındaki bayrakları rüzgârda dalgalandıran atlı polisler dörtnala yaklaştılar. Peşlerinden gelen açık arabaların ilkinde genel vali ve başbakan vardı. Yüzü korkunç bir kurbağayı andıran Daniel Malan geliyordu! Afrikanerlerin şampiyonuydu o. Volk’un daha bin yıl Afrika’da hüküm sürmesini istiyordu. Ne pahasına olursa olsun bunda kararlıydı. Tara ona büyük bir nefretle baktı. Çünkü bu toprakları ve çok sevdiği bu insanları yöneten hükümetin en iğrenç yönlerini temsil ediyordu bu adam. Araba önünden geçerken başbakanla Tara bir an göz göze geldiler. Adam onu tanımazmış gibi davrandı. Gözlerinde en hafif bir öfke bile yoktu. Tara bu insanların bizi dinlemeleri için ne yapmalıyız, diye düşündü.

Hükümet üyeleri arabalardan inmiş, milli marşların çalmışını dinliyorlardı. Tara henüz durumun farkında değildi, ama İngiliz milli marşı, Güney Afrika Meclisi’nin açılışında son kez çalınmaktaydı. Trampetler sustu, bakanlar genel vali ve başbakanın peşi sıra büyük ön kapıdan girdiler. Onları muhalefet üyeleri izledi. Tara’nın en çekindiği an da buydu. Çünkü kendi ailesi o grubun içindeydi. Muhalefet liderinin hemen arkasında Tara’nın babası vardı. Üvey annesi de onun kolundaydı. Oradaki en ilgi çeken çift de onlardı. Babası uzun boylu, yakışıklı, aslan gibi vakarlıydı. Kolundaki Centaine de Thiery CourtneyMalcolmess de bugün için çok uygun olan sarı ipek elbisesiyle ince ve zarifti. Başına kenarsız sarı bir şapka giymiş, tülünü bir gözüne doğru indirmişti. Üstelik Tara’dan büyük durmuyordu. Oysa yirminci yüzyılın ilk günü doğduğu için adının Centaine konulduğunu herkes biliyordu. Tara kendisini fark etmediklerini düşünüyordu.

Zaten hiçbiri onun bu protesto mitingine katılacağını bilmiyordu. Ama geniş merdiven sahanlığındaki kalabalık yüzünden kapı ağzındakiler bir an durmak zorunda kaldılar. Centaine de içeriye girmeden dönüp arkasına baktı. Durduğu yerden etrafı kolaylıkla görebiliyordu. Yolun karşısında durmakta olan Tara’yla göz göze geldiler. Kadın bir an öylece kaldı. Yüzündeki ifade değişmemişti, ama hoşnutsuzluğu o kadar uzaktan bile Tara’nın yüzüne inen sert bir tokattan farksızdı. Centaine için onur, gurur, ailenin adı son derece önemliydi. Böyle ortalara çıkmamasını birkaç kez söyleyip Tara’yı uyarmıştı. Centaine’e kafa tutmak da tehlikeli bir işti, çünkü Centaine yalnız Tara’nın üvey annesi değil, aynı zamanda kayınvalidesiydi. Üstelik Courtney ailesinin reisi ve servetinin de sahibiydi. Annesinin biraz gerisinde durmakta olan Şasa Courtney onun nereye baktığını görüp hemen döndü, karısı Tara’yı siyah atkılı protestocular arasında gördü. O gün sabah kahvaltısında genç kadın parlamentonun açılış törenine katılamayacağını söylediğinde, Şasa gazetenin ekonomi sayfasından başını hafifçe kaldırmış, “Nasıl istersen, şekerim,” demişti. “Sıkıcı bir iş olacak. Neyse, bana bir fincan daha kahve verirsen sevinirim.

” Adam karısını tanıyarak hafifçe gülümsedi. Umutsuzluğa kapılmış gibi başını salladı. Sanki Tara yaramazlık yaparken yakalanan küçük bir çocuktu. Sonra dönüp yürüyenlerin peşi sıra gitti. Şasa inanılmayacak kadar yakışıklıydı. Bir gözünü kapatan siyah bant da ona kibar bir korsan havası veriyordu. Kadınlar onu çok ilginç buluyor, çok beğeniyorlardı. ikisi Kap sosyetesinin en güzel çifti olarak ün yapmıştı. Bu yüzden de, geçen birkaç kısa yılın aşklarının ateşini küllendirmesi çok garipti. Şasa o günlerde sık sık yaptığı gibi, “Nasıl istersen, şekerim,” demişti. Artık muhalifler de parlamento binasına girmişlerdi. Atlı polisler ve boş arabalar uzaklaşıyordu. Kalabalık da dağılmaya başlamış, gösteri sona ermişti. Molly, “Geliyor musun, Tara?” diye seslendi. Hayır.

Şasa’yla buluşmam gerekiyor. Cuma öğleden sonra görüşürüz.” Tara siyah atkıyı çıkarıp katlayarak çantasına soktu, dağılmakta olan kalabalığın arasından karşıya geçti. Ziyaretçiler kapısında davetiyesini kapıcıya uzatmakta, kararlarını şiddetle protesto ettiği meclise girmekte de bir sakınca görmedi. Yan merdivenden çıkıp konuklar balkonuna baktı. Orası eşler ve önemli davetlilerle doluydu. Onların başı üzerinden salona göz attı. Çekilen nutukların çok sıkıcı olacağını biliyordu. Hem Tara sabahın erken saatlerinden beri sokakta bekliyordu. Bir an önce tuvalete girmesi gerekiyordu. Usulca dönerek geniş koridordan geçti. Tuvalette işini bitirince de babasının bürosuna gitti. Bu odayı kendi yeri gibi görürdü hep. Köşeyi dönerken karşıdan gelen bir adamla çarpışacak gibi oldu. Tam zamanında durdu, gelenin odacı kılığında, uzun boylu bir zenci olduğunu gördü.

Hafifçe gülümseyip geçecekken bir odacının parlamento toplandığı sırada binanın bu bölümünde olmaması gerektiğini anımsadı. Çünkü başbakanla muhalefet liderinin odaları koridorun hemen dibindeydi. Adamın elinde kova ve fırça vardı, ama hiç de hizmetkâra benzer bir hali yoktu. Tara hemen yüzüne baktı, tanıyınca da heyecanlandı. Aradan yıllar geçse bile bu adamın firavunları andıran soylu yüz hatlarını, zekâ fışkıran siyah parlak gözlerini asla unutamazdı. Gördüğü en yakışıklı erkeklerden biriydi. Onun kalın ve tatlı sesini de anımsadı. Hatta onun sözlerini bile unutmamıştı. “Dişleri kama gibi keskin bir kuşak var… Onlar yoksulları yutup yeryüzünden kaldıracaklar.” Güney Afrika’da zenci doğmanın ne demek olduğunu kendisine ilk anlatan bu adamdı. Bu konuya böyle bağlanması o geçmişteki karşılaşmayla başlamıştı. O adam birkaç sözle Tara’nın yaşamını değiştirmişti. Tara durup onun yolunu kesti. Ona olan duygularını açıklayacak sözleri aradı. Ama boğazı kurumuştu.

Bu şok yüzünden titriyordu. Adam tanındığını anlar anlamaz değişti. Tıpkı avcıları fark eden bir leopar gibi doğruldu. Tara tehlikede olduğunu anladı. Adamdaki Afrikalılara özgü hainliğini sezmişti, ama korkmuyordu. Hafif sesle, “Ben bir dostum,” diyerek onun geçmesi için yana çekildi. Adam bir an kımıldamadan ona baktı. Tara onun kendisini bir daha unutmayacağını biliyordu. Kara bakışları cildini adeta yakıyordu. Sonra başını salladı. “Sizi tanıyorum. Yine karşılaşacağız.” Derin, uyumlu sesi genç kadının yine titremesine neden oldu. Zenci başka bir şey söylemeden uzaklaşıp köşeyi dönerek kayboldu. Tara kalbi deli gibi çarparken öylece durup baktı.

Sonra, “Moses Gama,” diye fısıldadı. “Afrika’nın Mesihi ve Savaşçısı!” Birden durup başını salladı. “Senin burada ne işin var?” Olabilecekler onu heyecanlandırmıştı. Bir hareketin başlamak üzere olduğunu anlamıştı. Üstüne siyah bir atkı takıp sokak köşesinde durmaktan daha fazlasını yapmak, harekete katılmak istiyordu. Moses Gama onu çağıracak olsa tıpkı on milyon kişi gibi koşa koşa gidecekti. Adam tekrar karşılaşacaklarını söylemiş, söz vermişti. Tara ona inanıyordu. Neşeyle dönüp yürüdü. Babasının bürosunun bir anahtarı da ondaydı. Anahtarı kilide sokarken gözleri kapıdaki pirinç plakaya ilişti: ALBAY BLAINE MALCOLMESS MUHALEFET BAŞKAN YARDIMCISI Genç kadın kapının kilitli olmadığını anlayarak şaşırdı, itip içeriye girdi. Masanın arkasındaki pencereden bakmakta olan Centaine CourtneyMalcolmess onu karşılamak için döndü. “Ben de seni bekliyordum, küçükhanım.” Kadının Fransız vurgusuyla konuşması Tara’yı çok sinirlendiriyordu. Kayınvalidesi otuz beş yıldır Fransa’ya ayak basmamıştı.

Bunu düşünerek kafa tutar gibi baktı. Centaine, “Başını öyle geriye atma, Tara, cherie,” dedi. “Çocuk gibi davrandığında sana çocuk muamelesi yapılacağını bilmelisin.” Hayır, anne, yanılıyorsun. Bana ne şimdi, ne sonra çocukmuşum gibi davranamazsın. Otuz üç yaşında, evli bir kadınım. Dört çocuğum var ve kendi evimi çekip çeviriyorum. Centaine içini çekti. “Pekâlâ. Kaygılarım yüzünden kabalaştım. Özür dilerim. Bu konuşmayı ikimiz için de daha güçleştirmeyelim.” Konuşulacak bir şey olduğunun farkında değildim. Centaine, “Otur. Tara,” diye emredince genç kadın elinde olmadan denileni yaptı, sonra bu yüzden kendine kızdı.

Centaine de masanın arkasındaki koltuğa geçti. Tara buna da sinirlendi. O babasının koltuğuydu. Bu kadının oraya oturmaya hakkı yoktu. Centaine hafif sesle konuştu. “Bana dört çocuklu bir eş olduğunu söyledin. Bu durumda bir görevin olduğunu kabul etmez misin?…” Tara öfkelendi. “Çocuklarıma iyi bakılıyor. Beni bununla suçlayamazsın.” Ya kocan ve evliliğin? Şasa’ya ne olmuş? Tara birden savunmaya geçti. Centaine, “Bunu sen söyle,” dedi. Bu üstüne vazife değil! Centaine, “Yok, vazife,” diye düzeltti. “Ben ömrümü Şasa’ya verdim. Oğlumun bu milletin liderlerinden biri olmasını istiyorum.” Gözlerinde hülyalı bir ifade beliren kadın sustu.

Bu imkânsız ve sen de biliyorsun. Centaine birden kendine geldi. Tara’ya kötü kötü baktı. “Benim için… Bizim için hiçbir şey olanaksız değil.” Tara zevkle karşılık verdi. “Bal gibi olanaksız. Sen de benim gibi Milliyetçilerin seçimleri istedikleri gibi ayarladıklarını biliyorsun. Senatoya bile kendi adamlarını doldurdular. Sonsuzluğa kadar güç onların. Afrikaner Milliyetçisi olmayan kimse asla bu ülkeyi yönetemez. Devrim olana kadar bu böyle. Devrim sonunda da lider bir zenci olacak.” Tara birden susup Moses Gama’yı düşündü. Centaine, “Sen pek safsın,” diye çıkıştı. “Bu işleri anlayamıyorsun.

Devrimden söz etmen yalnızca sorumsuzluk ve çocukça bir şey.” Nasıl istersen, anne. Ama için için bunun doğru olduğunu biliyorsun. Sevgili Şasa’nın bu düşünü gerçekleştiremeyecek. Kendisi de sonsuza dek muhalefette olmanın yararsızlığını anladı. Gelecek seçimlere katılmayıp siyasi emellerinden vazgeçer de, gidip bir trilyon sterlin daha kazanmaya kalkarsa hiç şaşmam. Bırak başbakanlığı, sıradan bir bakan bile olamayacak. Centaine, “Buna inanıyorsan oğluma göre bir eş değilsin demektir,” diye söylendi. Tara mırıldandı. “Bunu ben değil sen söyledin.” Ah, Tara, üzgünüm şekerim. Kadın uzanıp Tara’nın elini tutmak istedi, ama masa çok genişti. “Sinirlendiğim için beni bağışla. Bu benim için son derece önemli. Seni kırmak istememiştim.

Yalnızca sana yardım etmek istiyorum. Seninle Şasa’nın durumuna üzülüyorum. Yardım etmek istiyorum, Tara. Sana yardım etmeme izin verir misin?” Tara tatlı bir sesle yalan söyledi. “Yardıma gereksinmemiz yok. Şasa’yla çok mutluyuz. Hem nasıl yardım edeceksin, anne? Para vererek mi? Bize zaten on ya da yirmi milyon verdin… Yoksa otuz milyon muydu? Bazen hesabı karıştırıyorum.” Deneyimlerimi seninle paylaşmama izin vermez misin? Benim öğütlerimi dinlemez misin? Elbette dinlerim, anne. Kabul edeceğimi söylemiyorum, ama dinlerim. Tara, önce o çılgınca sol kanat faaliyetlerinden vazgeç. Bütün aileyi rezil edeceksin. Öyle giyinip sokak köşelerinde gözüküyor, kendini de, dolayısıyla bizi de güç duruma sokuyorsun. Bunu bırak, yaptığın şey çok tehlikeli. Komünistliği bastırma tasarısı artık kanunlaştı. Komünist olduğunu söyleyerek bütün haklarını elinden alabilirler.

Bu Şasa’nın siyasal yaşantısını da etkiler. Tara buz gibi bir sesle, “Dinlemeye söz vermiştim, anne,” dedi. “Ama şimdi sözümü geri alıyorum. Ben ne yaptığımı biliyorum.” Kalkıp kapıya doğru yürüdü. Orada durup kadına baktı. “Annemin kalbi kırıldığı için öldüğünü hiç düşündün mü, Centaine CourtneyMalcolmess. Babamla açıkça zina işlemen neden oldu buna. Şimdi oturmuş bir de sevgili oğlunu ve seni küçük düşürmemem için ne yapmam gerektiğini söylemeye kalkıyorsun.” Odadan çıkıp ağır tik ağacı kapıyı usulca kapattı. Şasa Courtney muhaliflere ayrılan bölümde ön sıraya oturmuş, İç Güvenlik Bakanı‘nın yeni çalışma döneminde parlamentoya sunacağı tasarıyı dinliyordu. İç Güvenlik Bakanı kabinenin en genç üyesiydi. Hemen hemen Şasa kadardı. Bu da olağanüstü bir şeydi. Afrikanerler yaşa saygı duyar, gençliğin deneyimsizliğine ve atılganlığına hiç güvenemezlerdi.

Milliyetçi kabinenin yaş ortalaması altmış beşten aşağı değildi. Ama henüz kırkına gelmemiş olan Manfred De La Rey karşılarında durmuş, önerdiği ve yasalaşması için uğraşacağı suçluluk yasasına ek hakkında konuşuyordu. Yanında oturan kayınpederi, “Bu adam polise yasaların üstünde yetki verilmesini istiyor,” diye homurdandı. Şasa, Blaine Malcolmess’e bakmadan başını salladı. Gözlerini karşıdaki adamdan alamıyordu. Manfred De La Rey her zamanki gibi Afrikanerlere hitap ediyordu. İngilizceyi aksanlı ve biraz da güçlükle konuşuyor, ayrıca bunu istemeyerek yapıyordu. Yalnızca parlamentonun çift dil kuralına uymaktaydı. Oysa ana dilinde konuştuğunda çok başarılıydı. İkna etmesini biliyordu. Muhalifler bile birkaç kez dayanamayarak gülmüşler, kendi partisindekiler de onu alkışlamışlardı. Blaine Malcolmess başını salladı. “Bu adam çok küstah. İktidardaki partinin isteğine uyarak yasa ve nizamları unutmayı ve bir polis devleti kurmayı öneriyor. Bu yasanın çıkmaması için elimizden geleni yapmalıyız.

” Doğru! Şasa aslında kürsüdeki adama haset ettiğinin farkındaydı. Hem nedense o adam kendisini esrarlı bir şekilde çekiyordu, ikisinin kaderinin böyle kaçınılmaz biçimde birbirine bağlanmış olması şaşılacak gibiydi. Manfred De La Reyle ilk kez yirmi yıl önce karşılaşmıştı. Ortada bir neden yokken iki genç horoz gibi birbirlerine saldırıp kan revan içinde kalana kadar dövüşmüşlerdi. Şasa kavganın nasıl sonuçlandığını anımsayarak yüzünü buruşturdu. Bunca zaman sonra bile o dayağı hazmedememişti. O günden sonra da birkaç kez karşılaşmışlardı. 1936’da ikisi de Adolph Hitler’in Berlin’deki olimpiyatlarına katılmışlardı. Ama altın madalyayı boks takımından Manfred kazanmış, Şasa eli boş olarak geri dönmüştü. 1948’de de aynı milletvekilliği sandalyesi için sert şekilde mücadele etmişler, Milliyetçi Parti büyük çoğunlukla kazanmıştı. Böylece Manfred De La Rey seçimi de kazanıp parlamentoya girmişti. Şasa ise rakibinin karşısına tekrar çıkabilmek için ara seçimi beklemek zorunda kalmıştı. Şimdi Manfred bakandı. Şasa bu görevi bütün kalbiyle istiyordu. Partide yeri sağlam olan, zekâsı, konuşma yeteneğiyle tanınan, gitgide siyasi deneyim kazanan Manfred De La Rey’in geleceği çok parlaktı kuşkusuz.

Şasa karşısındaki adamı dinlerken haset, hayranlık ve korkunç bir düşmanlık duyuyordu

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir