Gordon Childe – Kendini Yaratan İnsan

Bu kitap, bir arkeoloji el kitabı değildir; bilim tarihi, hiç değildir. Uzmanların coşkuyla tartıştıkları ayrıntılı sorunlara ilgi duymayan okuyucuların rahatlıkla okuyacağı bir kitaptır. îlk çağlar tarih kitaplarını (kendi yazdıklarım dahil) sıkıcı yapan, okunmasını güçleştiren bu tür sorunlardan kaçınılmıştır. Uzun tartışmalardan, güç adlardan kaçınmak için, kesinlikten saptım. İlk çağlar tarihi konusunda bilgiler çoğunlukla şöyle sunulur: ’’Bugün elimizde olan kanıtlara göre, olasılıklar dengesi bu yönü göstermektedir.” Üstelik açıklamalarımın çoğu kesinlikle kabul edilemez; oysa, genel konuyla doğrudan doğruya ilgisi olmayan, ayrmtıh tartışmalarla kitabı ağırlaştırmak istemedim. Bu kitabın amacı açısından verilerin elden geldiğince kesinlikle anlatıldığını söyleyebilirdim, üstelik sunuş biçimi değiştirilse de, kitabm özü değişmez. Son olarak bir açıklama daha yapmam gerek; gerçi IV. bölümden VII bölüme dek yazılanlar, öznel nesnelerin doğrudan doğruya incelenmesiyle oluşturulmuştur, oysa VTIl. bölüm yetkin uzmanlarca yapılan çeviriler ve açıklamalara dayanır. I. BOLUM İNSAN VE DOĞA TARİHÎ Geçen yüzyılda, “gelişim” kavramı, üstünde durulmadan, olduğu gibi kabullenilmişti. Ticaret yaygınlaşmış, endüstri verimi artmış, varlık çoğalıp birikim oluşturmuştu. Bilimsel buluşlar, insanın doğaya başat oluşunun sınırsız gelişimine yol açmış, daha yaygın üretimin uçsuz bucaksız sürecini muştuluyordu. Artan varsıllık ve derinleşen bilgi, Batı dünyasını baştan başa, uçsuz bucaksız iyimserliğe bürüyordu.


Oysa bugün bu iyimserlik büyük ve acımasız bir sarsıntı geçirmiştir. Birinci Dünya Savaşı ve onu izleyen bunalımlar, korkunç bir yoksulluk ortamında bile inanılmaz ama göze batarcasına belirgin bir üretim artığı oluştururken, dünyanın ekonomik temellerini sarsmaktaydı. Artık “gelişim”in gerçekliğine değin kuşkular yaygınlaşmaktadır. Bu kuşkularını çözümlemek için insanlar tarihe dönmelidir. Ama, gelgeldim, tarihçiler de kendi çağlarının ekonomik koşullarından etkilenmeden edemezler. Profesör Bury’nin belirttiği gibi, “gelişim” kavramı, öz olarak, orta ve eski çağlar tarihçileri için çok yaban bir düşündür. Bugün, gerek doğa bilginleri, gerek tarihçiler arasında pek çok ünlü yazarların yapıtlarında gördüğümüz gibi, karamsar ya da gizemci (mistik) bir davranış belirgindir. Bazıları, eski Yunanlılar ve Romalılar gibi, eski çağların “altın günlerine” özlem duyarlar. Katolik misyonerlerin Alman “tarih okulu” izleyicileri ve bunların arkeoloji ve antropoloji öğretmenleri, bilgi ağacının meyvalarını tada tada, orta çağ inancı olan bir saplantıya, “însanm Çöküşü” öğretisine (doktrinine) yönelmişlerdi. İngiliz “diFızyonist” düşünürlerin bazılarının yazılarında da bu eğilime rastlanır. Öte yanda, Herr Hitler ile kuramsal yandaşlarının açıkça çığırtkanlığını yaptığı, ara sıra da Ingiltere ve Amerika’da kurtarıcı edasıyla çalım atan bazı kişilerin savunduğu faşist felsefeye göre, aynı gizemci edayla, gelişim, biyolojik evrimle bir tutulmuştur. Bu kitabın bir amacı da tarihin, gerek çöküntü yıllarından, ge­ rekse geçen yüzyılın varsıllığının görkemli günlerinden kanıtlar göstererek, hâlâ gelişime umut bağlanabileceğini kişisel olmayan bilimsel bir açıdan savunmaktadır. Ama gerekli bilimsel davranışa varabilmek için, hem gelişim hem de tarih kavramlarımızı gereğince değiştirebilmeliyiz. Bilimsel davranışa varmanın temeli, kişisel önyargılardan arınmaya, özel sevgi ve nefretimizden sıyrılabilmeye bağlıdır. “Bilimin işlevi, gerçeklerin ve verilerin bölümlenmesi, bunların zaman içinde ve birbiriyle bağlantısının tanımlanması demektir.

” Kişisel duygularla etkilenmeden, gerçeklere ve verilere dayanarak yargıya varış, bilimsel davranışın kanıtıdır. Kari Pearson şöyle der: “Bilim adamı, yargılarında, kendinden sıyrılma çabasında olmalıdır.” Gerçekten de, bilgilerin sayı ve ölçüye böylesine bağh oluşlarının bir nedeni, kişilikten arınmış bir davranışa erişebilme çabasıdır. Profesör Levy’nin dediği gibi, “Ölçü ve ölçeklerin verdiği sonuç, her tür dinsel, aktörel (ahlaki) ve toplumsal önyargılardan arıklanmıştır. Bu yazımda söylenenler ister hoşunuza gitsin, ister gitmesin, ama sonuç gene de 322’dir.” Böylesine alçakgönüllü ve kişisellikten arınmış bir bakışla tarihe yaklaşım kolay değildir. Bilim adamları olarak tarihe dönüp de, “Biz gelişebildik mi? Uçaklarm, hidroelektrik santrallerin, zehirli gazlarm, denizaltıların, füzelerin oluşturduğu mekanik araçların günden güne artması gelişimi oluşturmuş mudur?” diye soramayız. Böylesine düzenlenmiş bir sorunun bilimsel hiçbir anlamı olamaz. Yanıtında aynı görüşe varmaktan yana da bir umuda kapılamayız. Yanıt soranın keyfine, o andaki ekonomik hatta sağlık durumuna bağlıdır. Pek az kişi aynı sonuca varabilir. Çağdaş biHmin devinim ve aydınlatma araçlarının sağladığı zaman ve yer özgürlüğünden ve hızlı dolaşımdan hoşlanıyorsanız, gelişimden yana olumlu yanıt verirsiniz. Ama, bu araçlardan yararlanacak ekonomik olanaklardan yoksunsanız, ciğerleriniz haVa kirlenmesinin zehiriyle dolmuşsa, ya da oğlunuz çağdaş bir silahla öldürülmüşse, yanıtınız olumlu olamayacaktır. El değmemiş, bozulmamış kırsal alanlara tutkunuz varsa, ya da uzaklara gidip, geceyi gündüze katarak çalışmak istemiyorsanız, böylesine bir gelişimin gerçekliğinden kuşkulanırsınız; bir iki yüzyıl öncesinin daha sakin ve barışık günlerine özlem duyarsınız. Basit yaşamın sakıncalarını – güzelim kulübedeki yılanı, durgun sularda ve kuyularda kaynayan mikropları, ormanlarda, çalılarda kol gezen haydutları çarçabuk unutursunuz.

Türkistan’ın bir köyünde kalakaldığınız vakit, bu tür görüşlerinizi yeniden gözden geçirirsiniz. Yankesici, kendi uğraşısı açısından, elektrik ışığı, telefon ve (hele polis kullanıyorsa) otomobil gibi araçları, gerilik simgesi sayabilir. Bir yüzyıl öncesinin kapkara 10 sokaklarını özlemle anar. İşkence ve dehşet yollarında kendini adamış kişiler, yasal işkence ve sergilenen idamların yasaklanmasını birer gelişim işareti değil de tam tersi olarak kabullenirler. “Geliştik mi?” sorusunu sormak bilimsel bir davranış değildir, çünkü hiç kimse eş yanıt veremez; kişisel eğilimlerden kaçınılamaz. Ama, “Gelişim nedir?” diye sorabiliriz, yanıtı bilimin pek çok yeğlediği sayısal verilere kadar uzanabilir. Bugün gelişim gerçekten olagelmiş şeyler, tarihin içeriğidir. Tarihçinin görevi, tarih boyunca uzanan dizi dizi, çetrefil olayların arasından özlü ve önemli olanlarını belirtmektedir. Ama gelişimin çizgisini saptamak ve ucundan yakalamak, tarih boyunca koşturup araştırmak, çocukluğumun tarih kitaplarından çok başka bir tarih anlayışı gereksindirir. Her şeyden önce, derin ve geniş bir bakış gerekir. Kısa süreleri ve dar alanları içeren araştırmalarda, olayların çokluğu ve dağınıklığı, ortak yön ve biçimlerini gölgeler. 1914 yılından önce, diyelim, bu kitabın yazarı olarak benim ülkemde, yani İngiltere’de, tarih demek “İngiliz tarihi” demekti. Anglo – Sakson’larla, hatta Norman istilâsıyla başlar ve en çok 1,500, çoğunlukla da 800 yıh kapsardı. Bir çok kişi de, “Eski Çağlar Tarihi” denilen bir tarih okumuştu. Bu tarih, Yunanlılar (daha doğrusu iki Yunan kenti, Atina ve İsparta) ile Romalıların uygarlıklarından söz ederdi.

Sanki İngiltere tarihi ile kayda değer hiçbir ilişkisi yokmuş, gizsel bir uçurumla ayrılırmış gibi öğretilirdi. Artık pek çok kişi, bu iki tarihin hiç de ayrı ye bağlantısız olmadığını, birbirine bağlı olaylar dizisinin bir parçasını’ oluşturduğunu bilmektedir. Bu kimseler hiç olmazsa daha eski çağlar tarihini okumuş, Minos, Hitit, Mısır ve Sümerlilerden söz edildiğini duymuşlardır. Bu çağı kapsayan tarih, İngiltere tarihinin tam dört katıdır. Son yıllarda, tarih önccsi çağ, tarihe giriş kitabı olarak kullanılmaktadır. Yazılı kayıt bırakmamış insanların uygarlıklarını ya da bir yönünü içerir. Özellikle, ilk yazılı belgeler Mısır ve BabiPden önceki çağı ele alır. Tarih öncesi çağları kapsayarak, tarihe bakış açısı en az yüz kat genişlemiştir. Topu topu 5000 yıl yerine, 500.000 yıh aşkın bir süreyi ele alabiliyoruz. Aynı zamanda da insan tarihi, doğa tarihi ile birleşebilmektedir. Tarih öncesi çağı inceleyerek, biyoloji, paleontoloji ve jeoloji gibi “doğa bilimleri”nin gelişmesini izleyebiliyoruz. Tarih, İngiltere tarihi ya da eski çağlar tarihi gibi kısa sürelerle sınırlandırıldığı vakit, çeşitli iniş çıkışlar, sürekli bir gelişim çizgisine oranla daha göze batmaktadır. Eski Çağlar tarihinden Atina, İsparta ve Roma’nın “Yükselişi ve Çöküşü”nü öğreniyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben neyin “yükseliş”, neyin “çöküş” olduğunu bir türlü 11 çıkaramadım.

Atina tarihinin M.Ö. 600 ile 450 yıllan arasındaki süresi yükseliş, bir sonraki yüzyıl da çöküş olarak belirtilir. Ondan sonraki yüzyıllar ise okul kitaplarında yer almaz, anlaşılan karanlık ve ölüm yılları sayılır. Oysa, Aristo M.O. 325 yılında ün yapmaya başlamış ve doktorlar, matematikçiler, gökbilimciler ve coğrafyacılar gibi nice Yunan bilgini, ’’klasik” Yunan tarihinin sözüm ona karanlık yıllarında gelişmişlerdir. Gerçi Atina siyasal bir güç olarak göçmekteydi ama Yunan uygarlığı ölmemişti ve Atina’nın uygarlığa katkısı sürmekteydi. Roma İmparatorluğunun ’’yükselişi” ise, Tiber ırmağı üzerindeki adı sanı duyulmamış bir kaç köyün, acımasız ve hileli yollardan, koskoca bir ülkenin – Orta Doğu havzası, Fransa, İngiltere ve Orta Avrupanm koca bir parçasını içeren bir İmparatorluğun başkenti oluşunu yansıtır. Neyse, sonunda bu koca alana barış geldi yerleşti ve Roma imparatorluğu vatandaşlarına, iki yüz yıl boyunca Avrupa’da daha önce hiç görülmemiş bir barış sağladı. Ama gelgeldim bu iki yüzyıllık süre okul kitaplarında yer almadığından, Roma İmparatorluğu’nun “çöküş” dönemi olarak düşlere yerleşti. İngiltere tarihinde ise bu iniş çıkışlar daha az belirgin ya da daha usçu bir davranışla belirtilmiştir. Elizabet çağı “altın” çağı olarak bilinir çünkü bu sürede İngilizler korsanlıktan yana İspanyolları yenmişler, Katolikleri kazıklara bağlayıp yakmışlar ve bu arada da Shakespeare’in oyunlarını tutmuşlardı. Onyedinci ve onsekizinci yüzyıllar ise oldukça yalın sayılır, oysa Newton onyedinci yüzyılı, James Watt da onsekizinci yüzyılı parlatmıştır. Gerçekte de, eski çağlar tarihi ve İngiltere tarihi, yalnızca siyasal tarih olarak ele alınmıştır – kralların, devlet adamlarının, askerlerin ve din adamlarının manevraları, savaşlar ve işkenceler, siyasa! kurumlarm ve dinsel yöntemlerin kurulup yayılması gibi olaylar ve süreçler belirtilir.

Bu arada da ekonomik koşullar, bilimsel buluşlar, ya da sanatsal hareketlerden de her bir ’dönem” için söz edilir, ama bu “dönemlerdin adı, başat olan hanedan ya da grupların adı ile anılarak siyasal biçimde ele alınır. Bu tür bir tarih bilimsel olamaz. Öğretmenin kişisel önyargılarından arınarak bir kıyaslama yapılabilmesi olanağı yoktur. Ingiltere Kilisesine ait olanlara göre Elizabet çağı “altın”dır. Protestanların yakıldığı çağlar da Katolikler için olumlu bir çağ sayılabilir. Böylesine bir tarih, kendi alanını kendisi kısıtlar. Bu tür bir tarih anlatımında, tarih öncesi çağın yeri bile yoktur. Çünkü, tarih öncesi çağa özgü yazılı belge bulunmadığından, bu çağın ileri gelenlerinin adı da bilinmez, özel yaşantıları da. Tarih öncesi çağları inceleyen tarihçilerin izledikleri insanlara bile pek ender olarak bir ad takılabilmiştir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir