Gursel Aytac – Goethe

Yalnız Alman edebiyatının değil, dünya edebiyatının klasikleri arasında yerini alan Johann Wolfgang von Goethe’nin dehası, ciltler dolduran ve yalnız şiir, nesir, tiyatro gibi edebiyatın tüm alanlarını kapsamakla kalmayıp botanik, jeoloji, anatomi gibi bilim alanlarına da uzanan eserlerinde ölümsüzleşmiştir. Ama şunu hemen belirtmek isterim ki Goethe’nin yalnız kitapları değil hayatı da başlı başına incelenmeye değer bir eserdir. Eğitimine, yetiştirilmesine özen gösteren bir anne babanın varlığı ilk yaşlarda onun kişiliğini belirlemiş ama Goethe sonra hayatı boyunca kendini sürekli yetiştirmek, hayatı çok çeşitli yanlarıyla dolu dolu yaşamak ilkesini korumuştur. Dichtung und Wahreit (1811-14) (Edebiyat ve Hakikat) başlıklı otobiyografisinde, mizacının anasına ve babasına çeken yanlarını şöyle tespit eder: Babamdan dış görünüşümü ve Hayatı ciddi sürdürmeyi, Anacığımdan da şen tabiatımı Ve hayal kurma zevkimi aldım. Gerçekten de Goethe, babasından aldığı disiplin, ciddiyet ve akıl unsurunu, annesinden aldığı hayalgücü, anlatma zevki ve duygu unsurunu geliştirme imkânı bularak dengeli bir bütünlükten, daha çocuklukta nasibini almıştır. Onun ilk öğretmeni babasıdır. Latince, Yunanca, İtalyanca, Fransızca, İbranca derslerini ondan almış, daha on yaşındayken Ezop’u, Homeros’u, Vergilius ve Ovidius’u tanımış, öte yandan da Şark dünyasına Bin Bir Gece Masalları’yla girmiştir. Çocukluk döneminde etkilendiği eserler arasında Alman halk efsaneleri de vardır. Babası çocuklarının din eğitimine önem verdiği için onu ve kardeşini muntazam olarak kiliseye götürür, onlara İncil okurdu. Goethe daha sonraları Hıristiyanlığı katı din kalıpları şeklinde yorumlamayan çok geniş bir din duygusuna ulaşmışsa da İncil’in kendi üzerindeki etkisini her zaman itiraf etmiştir. Çocukluk yıllarına ait önemli bir olay, Yedi Yıl Savaşları’dır. Fransız işgali sırasında Goethelerin evi Fransız subaylarına karargâh olmuş, resim ve tiyatroya meraklı olan Fransız subayı, küçük Goethe’yi gezici Fransız tiyatro grubunun temsillerine götürmüş, onda resme ilgi uyandırmıştır. Babasının isteğine uyarak Leipzig’de hukuk öğrenimine başlayan Goethe, bu arada edebiyat derslerini de izlemiş, ünlü Winckelmann’ın bir öğrencisinden resim dersleri almıştır. Hareketli ve hararetli öğrencilik hayatını bütün yönleriyle yaşamak istediğini, yemeklerini yediği bir misafirhanecinin kızı Kätchen Schönkopf’a âşık olduğunu öğreniyoruz. Rokoko tarzında kaleme aldığı ilk şiirlerin konusu ve esin kaynağı bu kızdır.


Yaşanmış bir aşkı sanat katına yüceltmekle başlayan şairlik tutumu, Goethe’nin hayatı boyunca sürmüş, “yaşantı edebiyatı” denen tarz onun tarzı olmuştur. Leipzig’den sonra Strassburg, şair hukuk öğrencisinin ikinci durağıdır. Öğrencilik yılları sırasında rahatsızlanıp baba ocağında kendine geldikten sonra Strassburg’a geçmiştir. Burada edindiği dostlar, hakim Jung Stiling, Jacob Michael, Reinhold Lenz ve ilahiyatçı Franz Christian Lersé onun ruh ve düşünce dünyasında yapıcı rol oynarlar. Ama edebiyat açısından dönüm noktası oluşturan dostluk, Sturm und Drang Akımı’nın ünlü şair ve düşünürü Herder’le olan arkadaşlığıdır. Strassburg, Goethe’nin Rokoko’dan Sturm und Drang’a geçişi, halk edebiyatına, Shakespeare, Ossian ve Pindar’a yönelişi demektir. Bu dönemin aşk objesi Frederike Brion adlı bir rahip kızıdır. Pek parlak geçmeyen hukuk öğreniminden sonra Goethe Frankfurt’a döner ve Ossian çevirileriyle, Shakespeare’le yoğun bir şekilde ilgilenmeye başlar. 1771 yılı 14 Ekim günü arkadaşlarına hitaben yaptığı Shakespeare konuşması, Alman edebiyatında o zamana kadar Lessing dışında kimsenin pek ilgilenmediği bu yazara yeni bir bakış açısıyla yaklaşma demekti. İlk tiyatro eseri Götz von Berlichingen (1773) kendisinin hukuk öğrenimi sırasında ilgilendiği hukuk tarihinde dikkatini çeken bir otobiyografiden kaynaklanır. Strassburg dönüşü başlayıp fragman olarak bıraktığı başka dramlar da vardır: Urfaust, Prometheus, Mohammet gibi. 1772 yılında Wetzlar’a, hukuk stajını yapmak üzere gittiğinde, arkadaşı Kestner’in nişanlısı Charlotte’ye âşık olur. Bir duygu ve ahlak çatışması biçiminde yaşadığı bu ilişkiyi, Wetzlar’da o günlerin konusu olan bir intihar olayı ile birleştirerek ünlü romanı Die Leiden des Jungen Werther’i (Genç Werther’in Acıları) yazar (1774). Monolog mektup tarzında kaleme aldığı bu sanatçı romanı, Sturm und Drang ekolünün tipik özelliklerini (duygu zenginliği, tutku, tabiat sevgisi, çocuk sevgisi, panteist din anlayışı, toplum kurumlarına karşı eleştirici bir tutum gibi) gösterir. Almanya içinde ve öteki Avrupa ülkelerinde, hatta Asya ülkelerinde bile bir çırpıda tanınan Werther, çağında bir edebiyat olayı olmuş, gençler arasında Werther kıyafeti modası başlamış, Werther’in kaderine benzer intihar olaylarına art arda rastlanmıştır.

Japon, Çin porselenlerinde, küçük kardeşlerine ekmek kesen Lotte motifleri işlenmeye başlanması, romanın evrensel boyutlarının güzel bir işaretidir. Böyle dünya çapında bir esere konu yapılan Charlotte-Goethe ilişkisi, daha sonra 20. yüzyıl Alman yazarlarından Thomas Mann’ı ilgilendirecek ve Goethe’nin kişiliğini ve onun gerçek dünya ile sanat dünyası arasında kurduğu ilişkiyi bir roman konusu yapmaya itecektir: Lotte in Weimar (1939). Goethe, 1775 yılında Weimar’a gelir, 1776 yılında Weimar’da özel elçilik müşaviri sıfatıyla resmen göreve başlar. Genç Herzog Karl August, onun kişiliğinde kendine büyük bir danışman keşfeder. Yol yapımı, maden ocaklarının denetimi, müzelerin kontrolü gibi işlerle görevlendirerek ona geçimini rahatça sağlayacağı bir gelir bağlar, bahçeli bir ev verir. Faal hayatta etkili olma fırsatı, Goethe’nin Frankfurt’ta özlemini duyduğu bir şeydir. Üstelik burada iyi bir kültür çevresi bulmuş, ilgi duyduğu bilimsel araştırmalara da yönelme imkânını değerlendirmiştir. Weimar yıllarının aşk objesi Frau von Stein’dır. Saray çevresinin kalvenist eğitim görmüş, soğuk bir evlilik hayatı ve hastalıklar sonucu melankoliye eğilimli bu kadını Goethe’den yedi yaş büyüktür. Ölçülülüğü ve akıl-irade ilkeleriyle biçimlenen davranışları, soğuk güzelliği Goethe’de sürekli bir etki uyandırmış, hatta ona karşı duyduğu sevgide ve saygıda olağanüstü bir şeyler aramıştır: Ruh göçümü gibi. Frau von Stein’ın Goethe üzerindeki etkisi, ilk gençlik heyecanlarının coşkulu havasından sıyrılma, durulma, “akıllanma”dır. O yılları anlatan güncelerinde ve mektuplarında şair, ruh dünyasındaki bu dönüşümü kendisinin de fark ettiğini sık sık belirtmektedir. Sicilya’da tabiat bilimleri ve botanik çalışmalarını ilerletir. Weimar’da başladığı bazı tiyatro eserlerini, Egmont, Iphigenie auf Tauris ve Tarquatto Tasso’yu yeniden ele alıp işler.

İtalya seyahati, Goethe’nin hayatında ve yaratıcılığında bir dönüm noktasıdır: Edebiyat tarihçileri, şairin Sturm und Drang’dan kurtulup Klasisizme geçişini bu tarihte tespit ederler. Daha da önemlisi, bu, Alman edebiyat tarihinde Klasisizmin başlangıç noktası olarak kabul edilir. Goethe’nin sanat, tabiat ve hayat anlayışının temel ilkeleri kutupluluk (Polarität) ve sonsuz değişimdir (Metamorphose). Weimar’da ve Sicilya’daki araştırmaları ve incelemeleri onun bu ilkelere olan inancını destekler niteliktedir. Botanikte bütün bitki biçimlerinin ilk ana biçimini araştırma, sürekli değişim-gelişim zincirlerinin ilk halkasını keşfetme girişimleri vardır. Anatomide insan kalbinin çalışma esası olan açılmakapanmada (Diastole-Sytole) gördüğü kutupluluğu organik bütün olayların yani canlılığın temel ilkesi olarak kabul eder. Hayat, sayısız kutupluluklardan oluşmaktadır, sevinç ve üzüntüyü, çalışma ve dinlenmeyi de bu kutuplulukların arasında fark etmek, olumsuzu olumlunun gereği olarak görmek de yine bu ilkeye inancın mantıksal sonuçlarıdır. Goethe’nin daha 1776 yılında tasarlayıp nesir olarak 1779’da kaleme aldığı ve İtalya gezisinde yeniden biçimlediği, antik konulu bir trajedisi vardır: Iphigenie auf Tauris. Şair, Frau von Stein’ın etkisiyle geçirdiği ruhsal değişimin izlerini bu eserde ortaya koyar. Iphigenie, otobiyografik kaynağı Frau von Stein’a dayalı bir kadın kahramandır. Trajedinin odak noktasını oluşturan “şifa bulma” (Heilung) süreci de Goethe’nin bizzat yaşadığı ruhsal değişimdir. Şair çok sonraları eserine nesnel bir mesafeden baktığında “ganz vertäufelt human” (hınzırca insancıl) deyimini kullanmıştır. Trajedinin konusu Antik Orest efsanesinden alınmıştır: Orest, annesini öldürerek babasının intikamını aldığı için intikam perilerinin takibinde, bir ülkeden ötekine kaçıp huzursuz bir hayat sürmektedir. Ona bundan kurtulması için Delphie’de bir öğüt verilir: Güney Rusya steplerinde hemşirenin heykelini alarak Tanrıların lanetinden kurtulmak! Goethe bu Antik konuyu hemşire sözünü iki anlamda kullanarak Tanrı ve insan katında değerlendirmiştir: Orest’e verilen öğütte kastedilen Apollo’nun kız kardeşi Artemis de olabilir, Orest’in kız kardeşi Iphigenie de. Antik edebiyatta Aiskhylos, Sophokles, Euripides tarafından, Fransız edebiyatında Racine, Alman edebiyatında Goethe’den başka Elias Schlegel tarafından işlenen bu konuda ortak özellik bir entrika olayıdır.

Bunlarda Yunanlıların barbar dedikleri öteki kavimlere üstünlüğü, Orest’in Iphigenie’yi Tanrıça Athena’nın yardımıyla kurtarışı ve kendisini de tanrıların lanetinden kurtarması söz konusudur. Oysa Goethe konuyu bir hümanist ahlak düzeyinde ele alır, kişisel yaşantı ve deneyimleriyle besler, onu adeta modernize eder. Goethe’de odak noktası entrika değil, Orest’in ruhça şifa bulmasıdır. Iphigenie, Tantalidler soyundan gelmedir ve babası onu rüzgâr vermeyen tanrılara kurban ettiğinde Tanrıça Diana tarafından bir buluta sarılıp Tauris’te barbar kralı Thoas’ın ülkesindeki mabedine rahibe olarak getirilir. Iphigenie bu ülkede olumlu ve insancıl devrimler yaptırır, insanların kurban edilmesi geleneğine son verdirir. Kendisi vatan özlemiyle huzursuz ve mutsuzdur, Kral Thoas’ın evlenme teklifini reddeder. Onuru kırılan Thoas eski yasaları yine uygulamaya kalkar. Adaya ilk gelen yabancı kurban edilecektir ve bu ilk yabancılar da Yunanlıdır. Iphigenie bunlardan birinin, aklını kaçırmış kardeşi olduğunu anlar. Onun insanca davranışı ve sevgisi Orest’e şifa olur. Iphigenie bir seçim yapmak zorunda kalır: Ya Kral Thoas’a yalan söyleyecek, kardeşi ve arkadaşı Pylades ile kaçacaktır ya da her şeyi ona itiraf ederek onun vicdanına bırakacaktır. Iphigenie, hakikatin ve erdemin gücüne inanmış bir insan olarak Thoas’a doğruyu söyler ve o da Iphigenie’nin erdemini ödüllendirerek kardeşi ve arkadaşıyla birlikte ülkesine dönmesine izin verir. Goethe’nin İtalya dönüşü bitirdiği bir başka klasik dramı da Tarquatto Tasso’dur (1789). Sanatçı kişinin, hayat gerçekliğiyle karşı karşıya geldiğinde yaşadığı çatışmayı, yani sanatçı problematiğini işlemesi bakımından eser “sanatçı dramı” (Künstlerdrama) türüne girer. Konusu yönünden Werther’i andıran bu dramı için Goethe, “ein gesteigerter Werther” (abartılmış Werther) demiştir.

Kendisi bir mektubunda Karoline Herder’e ana problemi şöyle formüle eder: “Die Disproportion des Lebens mit dem Talent” (hayatla kabiliyetin uyuşmazlığı). Bu eserin de konusu otobiyografik temele dayanır. Goethe, şair yani sanatçı kişiliğiyle Weimar’da saray çevresinde sanat-hayat karşıtlığını bizzat yaşamıştır. Onun Weimar aristokrat hayatına uyumsuzluğunun edebi yankısı sayılabilen eserin kahramanı Tasso, bir yerde onun benzer figürüdür. Leonore de Frau von Stein’dan izler taşır. Tasso’nun zıt figürü Antonio, eserin İtalya dönüşü tarih incelemelerinden sonraki şeklinde dünya ve saray adamı kimliğiyle önem kazanmıştır ve Goethe’nin İtalya dönüşü kişiliğinden de izler taşır. İtalyan şairi Tasso, “Kurtarılmış Kudüs” destanıyla ödüle layık görülmüştür. Şairlere özgü defne dalıyla taçlandırılır. Bu sırada diplomatik bir geziden dönen Antonio, Tasso’yu kolay elde edilen bu ününden dolayı küçümser, onunla alay eder. Tasso ona yaklaşmak isterse de kabul etmez. Tasso’nun onuru kırılır, Antonio’ya karşı kılıcını çekerken dük araya girer ve Tasso’yu odasına gönderir; kılıcını da geri verir. Antonio’nun ve dükün tutumunu hazmedemeyen Tasso, sarayı terk edip seyahate çıkmak, Roma’ya gitmek ister. Vedalaşırken prensesin söylediği gönül alıcı sözleri aşk itirafı sanıp ona sarılmak isteyince itilir ve bütün saray halkı tarafından terk edilir. Bu durumda ona elini uzatan, düşmanı sandığı Antonio’dur, onun şairlik onurunun bilincine varmasında yardımcı olur. Konunun tarihi kaynağında Tasso-Antonio anlaşmazlığı vardır, ama prensese âşık olma motifi Goethe’nin kendi buluşudur.

Eserde edebiyat tarihi açısından önemli bir özellik, Sturm und Drang akımındaki deha (Genie) imajının burada ben ile dünya dengesine ulaşma yolundaki gelişimidir. Kişilerin azlığı, dilinin arılığıyla Tasso, Iphigenie düzeyinde bir eserdir. İtalya dönüşü Goethe, Weimar’da eski dostları tarafından soğuk karşılanır: Frau von Stein onun habersiz ayrılışını affetmemiştir, Herzog Karl August, Prusya generali olarak daha çok Weimar dışında görevdedir, Herder onun üzerindeki ilk etkisini kaybettiğini fark ettiğinden uzak durmayı yeğlemektedir. Goethe, mutlu olduğu bir ülkeden ayrılmak zorunda kaldığı için teselli etmelerini beklediği yakınlarının bu ilgisizliği yüzünden yeni dostlar aramak zorunda kalır. Jena Üniversitesi profesörleriyle ve bu arada Schiller’le yakınlaşma söz konusu olur. Goethe-Schiller ilişkisi Alman edebiyatının ilginç konularından biridir. Tabiatları ve sanat anlayışlarıyla birbirlerine zıt kutbu olan bu iki büyük çağdaş, birbirlerinin hem büyüklüğünü hem de zıtlığını anlamaktan doğan bir sevginefret karışımıyla birbirine bağlıdır. Yaratıcılığının kaynağını hayatta, yaşantılarında bulan Goethe, Schiller için fazla duyusaldır (sinnlich). Gerçekten de Schiller daha çok düşünce liriği olarak bilinen tarza, düşüncelerle beslenen bir sanata yatkındır. Tarih ve Kant’ın felsefesi, Schiller’in yaratıcılığını besleyen kaynaklardır. Öte yandan Goethe’nin kendi büyüklüğünden emin hali, sağlıklı, varlıklı oluşu, saray çevresinde gördüğü saygı, Schiller’in gözünde onu yanına zor yaklaşılır biri haline getirmeye yetmiştir. Onun sahip olduğu birçok şey Schiller’e göre yalnızca bir Tanrı lütfudur, yani kazanılarak hak edilmiş şeyler değildir. Oysa kendisi yine kendi elinde olmadan bu konularda hep hakkı yenilmiş biridir: Sağlığı yerinde değildir, parasızlık çeker ve yaratıcılığı da bir yerde kendini zorlama, emek sonucudur. Bütün bu zıtlıklar yüzünden Goethe’ye yaklaşmak cesaretini uzun süre kendinde bulamaz. Ama onun Kant felsefesiyle yaşadığı değişim, Goethe’nin İtalya gezisiyle elde ettiği olgunluğa bir yerde denk düşüyordu.

Her iki şair de yaratıcılıklarına yeni normlar katmak durumundaydılar. Buna Goethe’nin İtalya’dan dönüşünde düştüğü yalnızlık da eklenince iki büyük çağdaşın birbirine yaklaşma ortamı hazırlanmış olur. Schiller kendisinden on yaş büyük olan Goethe’nin dostluğunu nezaketi ve ağırbaşlılığıyla kazanmayı başarır: Goethe onun çıkardığı edebiyat dergisi Die Horen’da yazmaya başlar. 1794’de başlayıp Schiller’in ölümüne kadar on yıl kadar süren bu dostluk, her ikisinin yaratıcılığını son derece olumlu bir biçimde etkilemiştir. Goethe’nin evliliği de İtalya dönüşüne rastlar. Şehrin büyük burjuva ailelerinden Christiane Vulpius’da kendisini çeken yanı “naturhafte Persönlichkeit” (tabiata bağlı kişilik) sözleriyle dile getiren şair bu evliliği geleneksel ölçüler içinde yapmamıştır. Vulpius’la törensiz evlendiğini söyleyerek onunla nikâhsız yaşamaya başlamıştır. Christiane Vulpius, Weimar sosyetesinin eleştirici bakışlarını sürekli olarak üzerinde hisseder. Yemesine içmesine düşkün, neşeli, okuma yazmayla ilgisi olmayan Vulpius, Goethe’ye adeta düşünce ve kültürün zıt kutbu olarak dengeleyici, dinlendirici bir arkadaş gibi görünüyordu. Ama onunla nikâhlanması ancak oğlunun doğumundan çok sonraya rastlar (1806). Goethe, hayatında yeri olan her kadını olduğu gibi Christiane Vulpius’u da ölümsüzleştirecek bir eser bırakmıştır: Römische Elegien (1788). Bu elejilerde Romalı Faustina’yı Vulpius’un özellikleriyle donatmıştır. Christiane Vulpius’u Goethe’nin bir roman figüründe de teşhis etmek mümkündür: Die Wahlverwandschaften’daki Charlotte! Ama ilginçtir; bu, Vulpius’un tam zıttı olmak özelliğinden dolayı onu çağrıştıran bir figürdür. Goethe adeta ideal eş hayaliyle gerçek karısı arasındaki uçurumu burada ortaya koymuştur. Davranışlarında, süsünde, dans ve içkisinde aşırılığa kaçan, sosyetede yadırganan, düşünce dünyası olmayan ve Goethe’nin kibar bir dille “tabiat insanı” (Naturwesen) diye tanımladığı karısı Christiane ile ölçülü, mantıklı, sosyal, kibar Charlotte arasındaki zıtlık göze çarpar niteliktedir.

Die Wahlverwandschaften (1809), Goethe’nin ana eserlerinden biridir. İki anlamda da “klasik roman” olarak niteleyebileceğimiz bu eser, hem Alman Klasisizminin roman türündeki örneğidir hem de kalite bakımından klasiktir, yani zaman ve mekân kavramlarını aşıp her zaman ve her yerde değerini koruyan bir romandır. Konusu bakımından bir evlilik romanıdır (Eheroman), Goethe’nin İtalya gezisi sırasında edindiği klasik anlayışını: Sanat eserini tabiat yasalarına yaklaştırma ve soyut düşünceleri somut konularla sembolik olarak dile getirme çabasını gerçekleştirir. Şöyle ki romanın başlarında bir kimyasal tepkimeden söz edilir: CaO + H2SO2 Ø CaSO2 + H2O. Eserin konusu burda sembolik ifadesini bulur. Bir tabiat olayı olan kimyasal değişim, sosyal, psikolojik bir olayla aynı düzlem üzerinde ele alınıyor. İki bileşiği meydana getiren dört element çaprazlama çekime uyarak yeni maddeler meydana getiriyor. Eserin ana figürleri Eduard-Charlotte çifti ile onların arasına katılan ve evliliklerini tehlikeye sokan Ottilie ve Yüzbaşı figürleridir. Eduard ile Charlotte gençliklerinde birbirlerini sevmiş ama aileleri yüzünden birleşememiş; her ikisi de kendilerinden oldukça yaşlı kimselerle evlenmek zorunda kalmıştır. Her ikisinin de eşi erken ölünce Eduard içinde kalan bir isteği gerçekleştirmiş, Charlotte’yi evlenmeye razı etmiştir. Evliliklerinin ilk günlerinde düşünce ayrılıklarını ortaya koyan bir problemle karşılaşırlar: Eduard çocukluk arkadaşı Yüzbaşı’yı, başının dertte olduğunu öğrenince yanlarına davet etmek ister, Charlotte’yi buna razı eder. Yüzbaşı’nın gelişiyle ailenin yalnızlığı haliyle ortadan kalkacağı için Charlotte de bir yatılı okulda kalan yetim yeğeni Ottilie’yi çağırır. Eduard ile Ottilie, Charlotte ile Yüzbaşı arasında bir ilgi oluşur. Ama tabiattakinden farklı olarak çaprazlama birleşmeler hemen gerçekleşmez, çünkü ortada bir ahlak problemi vardır: Evlilik. Ottilie ve Eduard ölünceye kadar birbirlerine sevgiyle bağlanırlar ama evlenip sosyal düzen içinde saygı gören bir bağ kurmaları gerçekleşemez.

Söz konusu çaprazlama sevgi, roman figürlerinin her birinde onların tabiatlarına uygun birer gelişim yaratır. Yalnız hayalde gerçekleşen bir ihanet, onları bambaşka bir yola sürükler. Charlotte ile Eduard’ın oğlu, bu ihanetin sembolik ifadesi olarak Ottilie ile Yüzbaşı’ya benzer. Çocuğun Ottilie’nin yanında bir gezinti sırasında boğulup ölmesi, bütün figürlerin hayatında bir dönüm noktası yaratır: Suçluluk duygusuna kapılan Ottilie, hayatının sonuna kadar feragat etmeye yemin eder; konuşmaz; yemez içmez ve sonunda ölür. Ertesi yıl Eduard da ölür. Charlotte ve Yüzbaşı evlenemezler, daha uzun yıllar yaşarlar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir